A password will be e-mailed to you.

İnsan keşfedince “nasıl da gözümden kaçmış” demeden edemiyor. Oldukça geniş ve her ferdi yetenekli Coppola ailesinden Roman Coppola ve Jason Schwartzman’ın dizi projesi Mozart in the Jungle, aslen obua sanatçısı olan Blair Tindall’ın Sex, Drugs & Classical Music isimli hatıratına dayanarak yaratılmış.

Amazon’un sadece bir e-ticaret şirketi olmaktan vazgeçip, tıpkı Netflix gibi kendi dizi projelerini üretmeye başladığından bir süredir haberdarız. Bu diziler arasından özellikle – Emmy Ödülleri vesilesiyle – Transparent’ın adını birkaç ay önce sıkça duymuştuk hatırlarsanız. Amazon, altın yumurtlayan tavuğu olarak Transparent’ı seçmiş olsa da, kanalın geçtiğimiz yıl ilk sezonu yayınlanan bir projesi daha var ki, insan keşfedince “nasıl da gözümden kaçmış” demeden edemiyor. Oldukça geniş ve her ferdi yetenekli Coppola ailesinden Roman Coppola ve Jason Schwartzman’ın dizi haline getirdiği Mozart in the Jungle, aslen bir obua sanatçısı olan Blair Tindall’ın Sex, Drugs & Classical Music isimli hatıratına dayanarak yaratılmış. Kitabın, bambaşka bir müzik türü olan Rock & Roll için kullanılan tanıdık kalıbı bozarak yeniden ürettiği isminden de anlaşılacağı üzere; gerek Tindall’ın gerekse dizinin yaratıcılarının temel iddiası klasik müziğin bugüne dek zihinlerimizde yer etmiş imajını ters yüz etmek. Klasik müziğin, yüzyıllardır salonlara tıkılan, ezbere bildiğimiz sanatçıların çalışmalarıyla sınırlandırılan ve müzisyenine ayrı seyircisine ayrı bir salon terbiyesiyle öğretilen eskimiş bir ‘icraat’ olmasıyla uğraşan Mozart in the Jungle’ın, müziğin ferahlamasına ve sanatın özgürleşmesine dair söylediği sözler hiç de hafife alınacak cinsten değil. Üstelik eleştirdiği ‘kurum ve kişilerin’ ağırlıklarına ve siyah smokinlerine inat bir an olsun alaycılığından ödün vermeyen, son derece eğlenceli bir seyirlik. 

Mozart in the Jungle’ın henüz ilk bölümlerinden biri olan Silent Symphony’de, New York Senfoni Orkestrası’nın ‘emekli’ şefi Thomas’la röportaj yapmak için genç bir adam çıkagelir. Bradford Sharpe ismindeki bu adam, internet üzerinden yayınlanan ve klasik müziği konu edinen podcastler yapmaktadır. Kayda girmeden önce Thomas’la biraz laflarlar. Bu esnada Thomas’la oldukça gündelik ve akıcı bir dil kullanarak konuşan Bradford, kayda girdikten hemen sonra sanki birkaç saniye önce sade ve sıradan bir dille konuşan kendisi değilmişçesine ‘seçkin’ bir dille, yalancı bir aksan takınarak ve ses tonunu değiştirerek konuşmaya başlar. Bu sahne, dizinin takip ettiği ana hikaye ve olay örgüsü için ciddi bir önem taşımasa da Mozart in the Jungle’ın temel meselesiyle ilgili oldukça güzel bir ipucu verir bize. Çünkü dizinin açık bir biçimde, klasik müziğin üzerine giydirilmiş olan ‘şekilcilik’le dalga geçtiğine tanık oluruz, Mozart in the Jungle’ın temel meselesi açıkça izleyicinin önüne serilir. Zaten dizinin bütün derdi; bu ‘şekilcilik’ ve bir sanat dalının alıcısına göre formatlanması üzerinedir. Klasik müziğin köklerinden bir türlü kopamadığını, yenilenmeye karşı inatla direndiğini ve uzun yıllardır sadece belirli bir zümre tarafından kapana kıstırıldığını söyler dizi izleyicilere. Hikayesindeki ana çatışmayı da geleneklere fazlasıyla bağlı bu zihniyetle, yeniliğe açık ve kural tanımayan bir görüşün etrafında kurar.

Bu noktada Mozart in the Jungle’ın ana karakteri Rodrigo’dan bahsetmekte fayda var. Çünkü dizide klasik müzik camiasının ‘kökten klasikçi’ tutumuna arıza çıkaran baş aktör; orkestranın başına geçen bu sıradışı şeften başkası değil. Senelik konser programını sürekli olarak değiştiren, açılış gecesinde Tchaikovsky yerine Mahler çalmayı öneren, müzisyen sendikasının çok hassas davrandığı provadaki ‘tuvalet molaları’na saygısızlık eden bu genç ve yetenekli şef üzerinden ilerliyor Mozart in the Jungle’ın hikayesi. Hal böyle olunca Rodrigo’nun karşısına yaşlı kurdumuz Thomas başta olmak üzere bütün bir New York Senfoni Orkestrası dikiliyor. En basit ifadeyle, Rodrigo’nun en büyük uğraşının; asıl önemli olanın tutkuyla müzik yapmak olduğunu unutan bir kuruma orada ne amaçla bulunduğunu hatırlatmak olduğunu söyleyebiliriz. Fakat heyecanlarını çoktan yitirmiş, memur gibi gelip provalara katılan, notalara sadece parmaklarıyla basan bir topluluğa müziği yeniden sevdirmek ve kitaba bağlı kalmak zorunda olmadığını göstermek de kolay değil. Özellikle karşınızdaki; etrafı bürokrasiyle örülü, en küçük ayrıntıyı bile bir halkla ilişkiler malzemesine dönüştürmeye niyetli ve kâr amaçlı bir kurumsa bu daha da zor. Rodrigo’nun hikaye boyunca karşısına dikilen tüm bu engeller, aynı zamanda Mozart in the Jungle’ın klasik müzik camiasına her cepheden saldırmasının da en büyük sebepleri. Dizinin, açıkça ‘saygın’ bir sanat dalının ritüelleriyle, bağış yemekleriyle, pazarlama toplantılarıyla, fotoğraf çekimleriyle ve hatta performans gelenekleriyle dalga geçiyor olmasını saygısızca bulmak yerine eğlenceli bulmamızı sağlayan da bu ‘tuhaf’ çatışma işte. 

Dizinin, Rodrigo’yu merkezine yerleştirdiği ve klasik müziğe ‘nanik çektiği’ bu çatışma anlarının neredeyse tümünün işin ‘sanatsal’ değil ‘kurumsal’ tarafıyla ilgili olduğunu düşündüğümüzde Mozart in the Jungle’ın aslında müziğin kendisini değil, müziğin servis edilme eylemini eleştirdiğini söylemek mümkün. Tıpkı Rodrigo’nun lüle lüle saçlarının senfoni yönetimi tarafından – belki de dünyanın en saçma sloganı kullanılarak – bir reklam kampanyasına  dönüştürülmeye çalışılması ve bunun üzerine Rodrigo’nun saçlarını kesmesi örneğinde olduğu gibi; dizinin, müziğin sektörleşmesiyle ilgili açık dertleri var. Müziğin, konser afişlerinden, sosyal medya stratejilerinden, pahalı biletlerden, büyük salonlardan ve o salonlara yapılan bağışlardan bağımsız bir şey olması gerektiğini öne sürüyor Mozart in the Jungle. İşin özünü bozan, müziğin ruhunu zehirleyen fazlalıklar olarak görüyor tüm bu teferruatları. Rodrigo’nun asistanı Hailey’ye saçlarını ‘tutkuyla’ kestirmesi gibi kestirelim biz de bu fazlalıkları diyor izleyicisine. Yine, hazırlanacak olan bir katalog için orkestrada çalan müzisyenlerin fotoğraflarını çekmesi gereken bir fotoğrafçının suratına eline geçirdiği tüm batonlarını fırlatıyor Rodrigo. Onları bir reklam malzemesine çevirmeye uğraşanın, provalarını engelleyenin bu kurumsal gerçeklik olduğuna inanarak yapıyor bunu. Batonlarını, yani müzik üretmesini, işini yapmasını sağlayan enstrümanları fırlatıyor bu kurumsallığın yüzüne. Bir nevi “sen buradayken, ben nasıl sanatımı yapayım?” diye soruyor.

Dizinin, sanatın kurumsallığı ve büroksisiyle mücadele ederken önerdiği çözüm ise tartışmaya değer. Mozart in the Jungle, çözümün dışarıda, sokakta olduğunu iddia ediyor. Müziği salondan çıkarmanın, sokağa taşımanın onu özgürleştirebilmek ve sadece yapılan işe konsantre olabilmek adına yapılabilecek en doğru hamle olacağını öne sürüyor. Salondaki Mozart’ın ancak kurallara uyan bir işadamı olabileceğini oysa sokaktaki Mozart’ın gerçekten müzik icra edebileceğini söylüyor izleyiciye. Bu noktada Rodrigo’nun orkestraya yaptırabildiği başı sonu belli olan tek provanın, onları konser salonundan çıkardığı ve bir kenar mahalleye götürerek yaptırdığı prova olması da anlam kazanmış oluyor. Hayatı boyunca, bu bürokrasiye boyun eğmiş olan ‘emekli’ şefimiz Thomas’ın New York Senfoni Orkestrası’ndaki ‘idari’ görevini bıraktığında soluğu Küba’nın sokak müzisyenlerinin yanında alması ve onlarla birlikte çalmaya başlaması da dizinin meselenin çözümü olarak sokağı işaret ettiğinin bir başka kanıtı. Açık bir biçimde sanatın salonlardan, bilet satışlarından ve sadece bir kesmin tekelinde tüketilmesinden bir an önce uzaklaşılması gerektiğini savunuyor Mozart in the Jungle. Salonun hesaplı olduğunu, samimi olmadığını, gerçek olmadığını anlatmaya çalışıyor izleyicisine. Hatta dönüp haykırarak küfür bile ediyor o ‘cici’lerini giyip de gelmiş salondaki kalabalığa. “Bu zavallı, zengin ve yaşlı burjuvalar için müzik yapmayacağım!” diyor.

Daha fazla yazı yok
2024-04-28 19:39:03