A password will be e-mailed to you.

Canan’ın son kişisel sergisi “Muhabbet & Kehanet & Saadet”, 4 Eylül – 3 Kasım arası Daire Galeri’de izlenebilecek. Sergi, Canan’ın sözleriyle “bilinçaltımızda doğanın güzellikler dilini kuran sembollerden”, kitre bebeklerin mahrem dünyalarında yaşadıkları saadete ve sonunda gönülden gelen arzular yoluyla kendi kendinin kehanet tanrıçası olmaya doğru giden bir anlatı diyebiliriz. Canan ile sergiden başlayarak, nasıl kendi kehanet tanrıçamız olabileceğimizi pek çok farklı konu üzerinden konuştuğumuz keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

 

Açılışta başınızda tacınız ve sarı elbisenizle muhteşem bir enerji yayıyordunuz. Genelde bedeninizi kullandığınız eserleri sergilerinizde izliyoruz. Ben de açılıştaki halinizle sizi bir sanat eseri olarak düşündüm. Sizin böyle bir düşünceniz oldu mu?

Teşekkür ederim öncelikle. Bir sanat yapıtı olarak o şekilde giyinmedim. Bu benim zevk aldığım bir şey. İnsan arzusunun çok kuvvetli olduğuna inanıyorum. Biz süslenmeyi seven insanlarız. Ama genelde toplum içindeki kolektif yapıda belirli kurallara uymak zorunda hissederiz. Bazı yerlerde renkli giyilmez, bazı yerlerde kahkaha atılmaz, bazı yerlerde kırmızı ruj sürülmez. Feministler genelde böyle olmadığını ifade etse de bilinçaltımızda kendimizi frenlediğimiz yerler vardır. Dekoltelerimizi, kilolarımızı, renklerimizi gizleriz. Ben sergi açılışlarını bu bağlamda kendimi istediğim gibi gösterebileceğim fırsatlar olarak görüyorum. Günlük hayatımda da kendimi sınırlamıyorum. Bir dekoltem varsa, başkalarının yasağıyla değil beni rahatsız etmeyecek yere kadar açmayı seviyorum. Birey olmayı çok seviyorum ve kıymetli buluyorum.

Eskiden bu kıyafet bana yakışmaz, siyah beni zayıf gösterir diyerek renklerden kaçıyordum. Bedenime yabancıydım. Ursula K. Le Guin bile, ruhum bir çocuk gibi bedenim ise yaşlı diyordu. İki üç sene evvel ben de böyle hissederdim fakat artık bunları aştım. 24 yaşımda kendimi çok yaşlı hissediyordum. O zaman hem evliydim hem iki üniversite bitirmiştim. Aynı sınıfta okuduğum insanlar benden üç yaş küçüktü ama onların yanında bile kendimi çok yaşlı hissediyordum. Şu an hiç çekinmeden söylüyorum, 49 yaşındayım ve bedenimle ruhumu eş görüyorum. Bedenime yabancı değilim. Onu bütün kırışıklıklarıyla, hücre hücre seviyorum. Çok çekici ve harika bir kadınım. Hem bedenimle hem düşüncelerimle hem duygularımla gurur duyuyorum. İnsanın kendini koşulsuz sevmesi çok kıymetli eğer kendine kıymet verir, bunu rahatça ifade edebilirsen bu kibir değil özgüven oluyor. O zaman kendine karşı gösterdiğin koşulsuz sevgi başkalarını da koşulsuz sevmene sebep oluyor. İçimde öfke ve nefret yerine huzur ve mutluluk duyuyorum.

Çok pozitif olmama rağmen kurt gibiyim ama güçlüyüm ve kendi sezgilerime, duygularıma sonuna kadar sahip çıkıyorum. Birisi sana zarar vereceği zaman refleks olarak anında tepki gösterebilmek bir güçtür. Hem sezgilerim hem muhakeme yeteneğim hem akıl gücümün bir araya geldiği kendi düşüncelerime sahip çıkıyor ve arkasında duruyorum. Nazım Hikmet, Abidin Dino’ya demiş “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin?” diye, evet şu anda mutluluğun resmini yapıyorum. Ne giymek istiyorsam giyiyorum ne takmak istiyorsam takıyorum. Bununla gurur duyuyorum.

 

Bana da enerjinizi hissettirdiniz. Bugün sizden özenerek renkli giyiniyorum.

Ne kadar güzel. İnsanın enerjisi iyiyse ancak muhabbet olabilir. Bahsettiğim enerji, bazı spiritüel işlerle uğraşan insanların dediği gibi görünmez bir enerji değil, duygudur histir. Sen kendine, bedenine güvenirsen karşındaki kişi de aynı hissi alır. Zamanında rahmetli Hüseyin Bahri Alptekin ve eşi Camila Hanım’ın yeni evlendiği sıralar bir partiye gitmiştim. Camila Hanım’ın görüntüsüne vurulmuştum. Bedenini saran harika beyaz bir elbise üzerine kırmızı sarı çiçekler ve bir gül kondurmuştu. O kadar güzel bir kadındı ki harika görünüyordu. İşte bu demiştim. Beni inanılmaz çekmişti. Benim arzum da öyle olmakmış demek ama cesaret edemiyordum. Sonra yavaş yavaş cesaret etmeye başladıkça kendimle bütünleştim. Bu senin kendini ifade etme biçimini belirliyor. Sen osun, giydiğin kıyafetler senin estetik algını gösteriyor. Diğer türlü Aysel Gürel gibi davranırdım.

Aysel Gürel’in zamanında bir röportajını okumuştum. Deli diyorlarmış ona o da diyor ki bari deliliği bir imaj haline getireyim de para oradan gelir. Bu mantıkla yapılan bir şey, bir imaj çalışmasıdır. Oysa ben kendi içimdeki sahici Canan’a sahip çıkmayı tercih ediyorum. Aradaki fark burada başlıyor, içimden o şeyi takmak, giymek geliyor. Bunu yaparken heyecanlanıyorum. O tacı yaratırken zevk alıyorum ve paylaşıyorum. Bununla gurur duyuyorum.

 

Sergiye dönecek olursak bundan önceki son serginiz “Kaf Dağı’nın Ardında” da bizi üç bölümle karşılıyordu. Cennet, Araf ve en son Cehennem de korkularımızla yüzleştiğimiz bir bölümle son buluyordu. Burada da bir arınmışlık, dinginlik hissi var sanki. Sergiler arasında böyle bir köprü kurdunuz mu?

Bir köprü olacaksa ancak cennet üzerinden kurabiliriz. Cennet kavramının tamamen yeryüzüne ait olduğunu düşünüyorum. Bu kavramın oluşumunu, hem dini inanca sahip olan hem dini inanca sahip olmayıp var olan distopik imgelerle insanların mutluluğunu başka dünyalara ya da uhrevi dünyaya ertelemesine bağlıyorum. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de mutluluğu ertelemek, bugünü ertelemekle alakalı zihinsel bir durum var. Dini inançta hayatı dolu dolu yaşamamak bunu uhrevi dünyaya aktarmaktır. Belirli kurallar silsilesi vardır. Kurallar senin arzularını bastırmak üzerine kuruludur. Oysa ben arzunun çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Hangi arzu olursa olsun, ister yeme arzusu ister sevişme arzusu ister aşık olma arzusu. Biz duygularımızı bastırdığımızda onlar fantezilere dönüşür.

Aşık olmak üzerinden örnekleyecek olursam, senin kafanda birisiyle aşk yaşamak vardır fakat çelişki yaratırsın. Ben aşık olmak istiyorum ama aşk kötüdür, ben aşık olmak istiyorum ama bağlanırım, ben aşık olmak istiyorum ama beni sevmez. İstiyorsun reddediyorsun, istiyorsun reddediyorsun… Zihninde iki alan yaratıyorsun. Kafanda yarattığın çatışma ne olursa olsun zihninde sürekli bir kavga yaratıyor. Kendinle barışma arzun olsa da ben yapamam diyerek kendi kendine yasaklar koyuyorsun. Başka hayallerimiz içinde geçerli, benim hayalim budur diyorsun öteki beceremezsin diyor. Sen arzuluyorsun ama toplum yasaklıyor. Kolektif bakış açın buna izin veriyor. Her zaman bir erteleme hali var. Belediye başkanı seçiminde bile bunu görebiliyoruz. Belediye başkanı seçilsin sonra her şey çok güzel olacak. Toplum olarak mutlu olmayı bir belediye başkanı seçiminin sonrasına erteleyebiliyoruz.

Küresel ısınma üzerinden kıyamet senaryoları yaratılıyor. Gerçekçilik üzerinden ama gerçekçilikle alakası olmayan tamamen kaygının, korkunun bulaştırıldığı bir zihinle hayat erteleniyor. Entelektüel dünyanın kendine yaptığı baskı inanılmaz. Boşluktan gelen suçluluk duyguları, ne olacak bu dünyanın hali… Herkes devrimci ve üstüne kahramanlar bekliyoruz. Herkes kendinin kahramanı olmak yerine başkasının kahramanı olmak istiyor. Yahu bir nefes alın. Ben umursamazsam, yanımdaki de umursamayacak çünkü sen umursamaya başladığın anda önemli hale geliyor ve iktidar haline gelerek seni yönetmeye başlıyor.

Cennet kavramına dönersek, Platon gibi düşünmediğimi söyleyeyim. Platon önce imgelerin ve kavramların oluştuğunu söyler. Ben öyle düşünmüyorum. Ben önce insanlığın sonra imge ve kavram dünyasının oluştuğunu düşünüyorum. Aynı bir çocuğun dil öğrenmesi gibi günlük hayatta imge ve kavram dünyası gelişir. Nesilden nesile aktarılır. Cennet kavramı da aynı şekilde buraya aittir.

 

Eserlerinizde bilinçaltından gelen bu imgeleri görebiliyoruz. Bahsedebilir miyiz?

Evet. Hepsi evrimsel süreçle alakalıdır. Cin imgelerine baktığımızda hayvan parçalarını görürüz. Kedi kulağı görürüz. Aslan görürüz. Bir insan yüzü görürüz. Bunlar bizim korkularımızdır. Nesilden nesile gelişmiştir. Belki avlanma korkusu belki yemek bulamama korkusudur. Bazen şifacı görünümündedir. Artık kültür olarak nasıl algılanmışsa öyle. Şeytana dönüşür. Cadılara dönüşür. Hatta biyonik robotlara dönüşebilir. Bu da senin bir korkundur. Dışardan birileri gelecek beni işgal edecek gibi korkularımız da var.

 

Yeni çağın mitolojisi de böyle mi oluşuyor?

Tabii. Bilinmeyen bilinmeyenle kalır. Sokrates demiş ki bilmediğimi biliyorum. Ben de bilmediğimi biliyorum. Bilmiyorum diye korkmak zorunda değilim. Havayı da soluyorum ama havanın nasıl olduğunu bilmiyorum. Bu bağlamda herkes gibi benim içinde cennet imgesi, güzel ağaçlar, nehirler ve hayvanları barındıran bir doğa imgesidir. Öteki dünyaya ertelemek yerine burada yaşanması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü kutsal olan hayattır, mutluluktur.

 

Korkulardan arınarak dünyada cennete ulaşabileceğimizi söylüyorsunuz. Korkuların yitirilmesi üzerinden “Kaf Dağı’nın Ardında” ile bir köprü kuruluyor gibi geldi.

Bu sergide hiçbir korku kalmadı. Arafta kalmakta yok. Arafta biraz umutsuzluk yada bir umut vardı. Ben artık o umuda bile ihtiyaç duymuyorum. Çünkü mutluluğu yaşamak artık tamamen benim ellimde. Kendi gücümün farkına vardım. Hayatımı hiç kimsenin kontrolüne bırakmadan kendi kendime özgürce kontrol etmeyi başardım.

 

Açılış günü Sanatatak’ın canlı yayınında bireyselleşmeyle, egolardan sıyrılmayla ilgili süreçlerinizden bahsediyordunuz. Kendinizle muhabbetiniz iyi gidiyor. Sanatınızla izleyicinin muhabbetini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben kendimi sanatla ifade ederken bir aynayı sana doğru döndürüyorum. Sen de bir aynasın, karşı karşıya geldiğinizde sonsuz anlam çıkar. Sen sanatı istediğin şekilde yorumlamakta özgürsün çünkü ben sanatımı sergilediğim anda o kamusal bir şey oluyor. Arter sürecinde öğrendiğim şeylerden biri de bu oldu. Eskiden sadece kendimi ifade ettiğimi ve izleyicilerin gelip beni gördüklerini sanırdım. Oysa Arter’de yaklaşık beş ay boyunca haftanın üç günü yaptığım sergi turlarında insanların benim işlerimde kendilerini gördüklerini fark ettim. Beni çok rahatlattı. Tabii ki eser hakkında benim bir fikrim oluyor ama ne söylersem söyleyeyim karşımdaki kişinin algısına müdahale etme şansımın olmadığını anladım. Müziğe benziyor aslında, herkes aynı notaları duyar ama hepimiz farklı algılarız.

Sanat bilinemez sanat hissedilir. Sanat ne izleyiciye ne yapana öğretilemez. Ben eskiden profesyonel izleyici olduğumu düşünüyordum. Sergilere girdiğimde bazı işleri beğenmiyor hızlıca geçiyordum. Bazılarının önünde çakılı kalıyordum. Uyuşmadığımızı düşünüyordum. Şimdi fark ediyorum ki samimiyetle üretilen bir işin önünde herkes gibi çakılı kalırsın, o zaman profesyonel izleyiciliğin kalmıyor. Aynı işe ben de vuruluyorum Ayşe Teyze de vuruluyor. Beni ayrıcalıklı kılan hiçbir şey yok. İstediğim kadar sanatçı olayım fark etmez; iyi bir müziğin iyi bir kitabın iyi bir sinemanın karşısında küt diye vuruluyorsunuz. Hiçbir konuda uzman değilim ama ilgi alanlarım ve beğenilerimle ilgili iyi işler karşıma gelince vuruluyorum. Bu tamamen samimi üretilmiş bir sanat yapıtıyla ilgilidir.

İlla profesyonel olması gerekmiyor bazen el işçiliği yapan birisinin ürettiği bir takı bile çok etkileyici olabilir. Önünde çöp toplayan bir adamın farkına varmadan gerçek bir yerleştirme sanatçısı olduğunu fark edebiliyorsun. Eskiden bana, nasıl sanatçı olmaya karar verdiniz diye sorarlardı. Ben de, etrafımda hiç rol model olmadığından, bir kopya iş bile görmediğimden nasıl sanatçı olacağımı bilmediğimden bahsedip mağdur edebiyatı yapardım. Şimdi tekrardan çocukluğuma geri dönüp baktığımda yarı Türkçe bilen başı yemenili, okuma yazmayı bile bilmeyen ninemin benim ilk rol modelim olduğunu biliyorum. Ninem Urfalı bir kadındı ve küçücük bir odası vardı. Odasına girdiğinizde gerçek bir yerleştirme sanatıyla karşılaşırdınız. Ahşap sandalyelere simli paket rafyalarını sarardı. Simli kuşlar yaptığı yastıklar vardı. Şimdi düşününce simleri neden bu kadar çok sevdiğimi anlıyorum. Urfa’ya gittiğim zaman bütün kadınların üzerinde pırıl pırıl kıyafetler, takılar olurdu hepsinden etkilenmişim.

“İstemediğiniz kitabı okumayın, istemediğiniz sergiyi gezmeyin”

Canan, Muhabbet Serisi, Dabbetül Arz

Sanatınızdan söz ederken kendi hayatınızla öyle bağlantılar kuruyorsunuz ki sanatınız hayatınızla birlikte okuduğumuz, sürükleyici bir kitap gibi gelmeye başladı. Biraz da sergide bahsettiğiniz güzellikler dilinin nasıl oluştuğundan bahsedebilir miyiz?

Son iki senedir semboller üzerine çalışıyorum. Mardin Bienali’nde Yıldız Hamamı içinde “Gönül Dili” diye bir iş üretmiştim. Buradaki cadı otu orada da vardı. Aslında hepsi birbirleriyle bağlantılıdır. Sembollerin çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. İnsanlık tarihinin en başından beri var. İlk boğa, öküz resimleriyle başlayan belki daha önce de var olan sembollerin zamansız olduğunu, doğanın diliyle oluştuğunu biliyorum. Dünyanın neresine gidersen git, kültüre göre politik ya da negatif anlamlar içerebilse de çoğunlukla güzelliklerin dili doğadır. Bir ceylan gördüğünüzde anlamını bilirsiniz. Bir ağaç gördüğünüzde özgürlük veya aileyi anımsarsınız. Aslında pek inanmıyor olsam da fal bakmak gibidir.

Sembollerin güzellikler dili olduğunu düşünüyorum. Hepimizin farklı farklı beğenileri vardır. İnsanlar beğenilerine sahip çıkmaktan utanç duyarlar. Arkadaşına televizyonda bir program izlediğini söyleyemezsin ama caz dinlediğini söylersin. Eskiden müzik zevkimin olmadığını düşünürdüm sonra baktım ki lebi derya müzik bilgim varmış sadece herkes beğenmiyor diye yok sanıyormuşum. Arabeski ve 45’likleri çok severim. Benim haz aldığım şeyler bunlar…İnsanların haz aldığı şeylere sahip çıkmasının çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Bizi zenginleştiren, biricik yapan şeyler çünkü kendimize ait bir şeyler buluyoruz. Her çocuğun doğuştan sanatçı olduğuna inanıyorum. Biri harika resimler yapar diğeri harika dans eder sonra köreltilmeye, başka bir şeye doğru kanalize edilmeye başlarlar. İnsanları yönlendiremezsiniz.

İstemediğiniz kitabı okumayın, istemediğiniz sergiyi gezmeyin… Ben klasikleri okumak zorunda mıyım? Belki ben masallardan hoşlanıyorum. İki satır bile okumakta zorlandığım su gibi akmayan bir kitabı okumak istemiyorum. Felsefe yapmayı bilmeyen adamların, terminoloji tıktığı kitapları okuyup çok kıymetli zamanımı harcamak istemiyorum. Dolaşıma girmek için beş tane tahtayı koyup sergi açan insanın sergisine giderek zamanımı harcamak istemiyorum. Eskiden anlamadığımı düşünüyordum. İnsanlar sanattan anlamadıklarını düşünürler. Hayır, anlıyorsun ama sana sanattan anlamadığını, yirmi sayfa yazı okuman gerektiğini söylüyorlar.

Güçlü, samimi bir sanat yapıtı kendi kendine konuşur. Okuyup anlamana gerek yoktur. Hiç kimseyi küçümsemeyelim. Teyzeler, amcalar da sanat yapıtını algılarlar. Benim yaptığım sanat yapıtıyla bir televizyon programının ya da bir teyzenin yastığa yaptığı kuşun arasında bir fark yoktur. Güzellikler dili budur. Bana haz veren şeydir. Benim dilim bu diğerinin ki başka bir şeydir. Her yerde sanat olduğunu düşünüyorum. Biz diyoruz ki sanatı en ücra yerlere götürelim. Orada sanat yok mu? Tabii ki var. Köylere gittiğinde o yastıkları yapan teyzeler, amcalar, küçükler ya da çamurla oynarken heykel yaratan küçücük çocuklar var.

“Yüksek sanat falan yoktur”

Canan, Muhabbet Serisi, İkizler

Bir oyunu üretebilmek bile sanattır diyebiliriz. Öyleyse uygun şartlarda herkes sanatçı olabilir mi?

Bu bir yaratıcılıktır. Yüksek sanat falan yoktur. Zamanında çok kıymet verdiğim bir arkadaşım ben kendime sanatçı demekten imtina ediyorum; sanat çok yüce bir şey demişti. Çünkü onun için sanatçı Leonardo, Michelangelo… Ben diyorum ki hiçbir farkım yok. Piyasa sana belli maddi değerler biçebilir ama ben kendi kıymetimi kendim belirlerim. Hiçbir farkımızı görmüyorum. Sanatın ne olduğunu açıklayayım ‘san’ ve ‘at’. Bir şeyi sanıyorsun ve atıyorsun. Derin felsefeyi de çok basit bir dille yapabilirim. Felsefe o kadar zor bir şey değildir. İnsanlar konferansa gider canları sıkılır. Çünkü orada laf anlatmaya çalışan insan, koskoca kitaptan ilgisini çeken bir paragraftan alıntı yaparak konuşur. Sen kendini eksik hisseder, bilmediğini düşünürsün.

Google’da bir sürü bilgi var. Hepsini bilmen mümkün değil. İyi bir konuşmacı alıntı yapmadan da konuşabilir. Düşüncesini karşısındakine basit bir dille ifade edebilir. Komplike konuşan bir insanda konuyu anlamadığına dair bir sıkıntı vardır. Akademik dil de böyle olmak zorunda değildir. Herkesin yaratıcı bir tarafının olması tabi ki herkesin kendini sanatçı olarak tanımlayacağı anlamına gelmiyor. Ben bu işi yapmaktan haz alıyorum. Bir şoförle konuştuğumda eğer yaptığı işten zevk aldığını söylüyorsa o da çok kıymetlidir. Bizim sanata da şoförlere de ihtiyacımız var. İkimizin arasında hiçbir fark yoktur.

 

“Bu kadar acımayalım kendimize”

Canan, Muhabbet Serisi, İkiz Şahmaran

Canan, Muhabbet Serisi, İnsanlik Haritası

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sanatınız daha pozitif bir bakış öneren farklı bir direniş öneriyor diyebilir miyiz?

Ben hiçbir şeye karşı direnmiyorum. Bunu doğallıkla yapıyorum. Travma psikolojisine karşıyım. Modern psikoloji tamamen travma psikolojisinden bahsediyor. İnsanın doğarken bile travma yaşadığı söyleniyor. “Yok artık” diyorum. Bu kadar acımayalım kendimize, hayatın belli parçalarını birbirleriyle bağlayıp diğerlerini suçlamamak lazım, çocukluğuna dönüp ağlamamak lazım. Bir arkadaşımla konuştuk diyor ki, insan genelde mutsuzmuş arada mutluluk anları oluyormuş. Ben de diyorum ki biz genelde mutluyuz ama arada hayatın getirisi olarak zor anlarımız olabilir. Bunlarla baş etmekte mutluluğun getirdiği güçle alakalıdır.

Her durum kendine özel değerlendirilmelidir. Her şeyi genelleyip yargıladığın zaman öncelikle başkalarına acırsın sonra kendine acırsın. Sürekli mağduriyet psikolojisi üzerinden söz söylemek toplumsal olarak travma psikolojisi yaratır. Oysa biz mağdur değiliz. Televizyonda kadın cinayetlerini görüyor, her yerde kadınlar tecavüze uğruyor diye korkmaya başlıyoruz. Ben haber izlemiyorum. Çünkü orada gördüğümüz toplumsal bakış açısı bizde sürekli taciz edilme öldürülme korkusu yaratıyor. Küresel ısınma için de aynı şey geçerlidir. Çocukların elinden geleceğe umutla bakmayı, güzel şeyler yaşama duygusunu alıyorlar. Gelecek kaygısı yaratıyorlar. Bunun kıyametle korkutmaktan hiçbir farkı yoktur. Entelektüel dünyanın birbirine zulmetmek için yarattığı bir düşüncedir.

Dünya tarihine baktığımızda coğrafyalar değişmiş, seller olmuştur. Dünya değişiyor ama sen bin yıl sonrasını düşünüp korkuyorsun. Londra batacak, sular yükselecek…Yirmi senedir aynı şeyleri söylüyorsunuz. Bir gamlı baykuş yani. Bir yetişkin olarak sen bu yükün altından kalkamazken çocukları kahramanlığa soyundurmaya çalışıyorsun. Bir çocuğa yapabileceğin en büyük kötülük budur. Çocukları hayvan hassasiyeti adı altında vejetaryen yetiştirmekte aynıdır. Yeme arzusunu bastırıyorsun. Bir yemeği yerken çocuğu ağlatıyorsun…Biraz rahat olup birey olmaya çalışmamız lazım. 26 senedir aktivistlik yapan bir insan olarak eskiden bütün mutluluğumun koşullu olduğunu söyleyebilirim. Kendimi sadece kolektif birlikteliğin bir parçası olarak görüyordum. Uhrevi dünyaya olmasa da mutluluğu daima erteliyordum.

Kolektif bakış açısından kendini sıyırdığın zaman mutlu oluyorsun. Bu kehanet tanrıçası olmaktır. Birey olarak düşüncene sahip çıkmak; dışlanma korkusu, bir şeyi eksik yapma korkusu olmadan düşüncelerini ifade edebilmek ve o düşünceler doğrultusunda hayatını yönlendirmek kendi kendinin kehanet tanrıçası olmanı sağlıyor. Öteki türlü insanlar örgütlü yaşamaya başlıyor. Duyguların düşüncelerin farklı olsa da karşındaki kişi senden daha deneyimli daha kariyerliyse düşüncenin doğru olduğuna karşı şüphe duyuyorsun çünkü diğerinin senden daha iyi bildiğini sanıyorsun. Düşüncelerine karşı yabancılaşıyorsun. Korkularımı aşarak kendim olmayı öğrendiğimde kendi kendimin kehanet tanrıçası oldum. Kendi kendimi yönlendiriyorum. İnsanın ancak bu şekilde mutlu olabileceğine inanıyorum.

“Seviştiğimiz yerler saadetimizdir”

Canan, Sevişgenler Serisi, Leyla ile Mecnun

Mutluluktan bahsetmişken, “Sevişgenler” serisinde kullandığınız bebekler ve yarattığınız sahneler ilgimi çekti. Tekniğinizden ve seriden bahsedebilir miyiz?

Sevişgenler” serisinde bebekleri kuytu köşelerde kurguladım. Özellikle evi yurdu olmayan insanlar sevişmek için kuytu köşeler ararlar. Ya park köşeleri ya gözükmeyen yerlerde saadetlerini yaşarlar. Çünkü sevişmek mahrem bir şeydir. Salıncakta sevişmek, park köşelerinde sevişmek gençlikte yaşadığımız çok güzel şeylerdir. Bazı insanlar bizim yaşlarımızda da yaşıyorlar. Seviştiğimiz yerler, mahrem alanlardır ama aynı zamanda saadetimizdir. Kullandığım teknik, yaklaşık on sene öncesine dayanıyor daha çok el sanatlarından etkileniyorum. Bu seride de ev kadınlarının da yaptığı kitre bebekleri kullandım.

 

“Muhabbet” serisindeki kürelerde renkli gölgelerin yanı sıra bir kürenin renksiz ve saydam olduğunu gördüm. Bir özelliği var mı sizin için?

Sezgisel bir şeydi. Özel bir anlamı yok. Renkli gölgeleri çok arzuluyordum. Estetik bakış açımla alakalı bir şey, gölgeleri seviyorum. Gölge bir yansımadır. “Muhabbet” serisine baktığımızda ikiz figürler yoğunluktadır. Birbirimizin hem aynısı olduğumuzu hem de farklı olduğumuzu göstermek istedim. Bireysel özelliklerimiz bizi birbirimizden ayırıyor ama yine de birbirimizin aynısıyız. Hepimiz özümüzde, şefkat, merhamet ve aşk gibi şeyleri arzuluyoruz. Dolayısıyla hem yansıtıyoruz birbirimizi hem de birbirimizle alışveriş yapıyoruz. Bu açıdan oradaki semboller bizi yansıtıyor. Gene sembollere baktığımızda hayvan-insan figürlerinin bir arada olduğunu görüyoruz. Orada da evrimsel süreci aktaran bir yorum var. Bunlar doğanın diliyle bilinçaltımızın ürettiği güzellikler dilinin yansımalarıdır.

Özel olan politiktir?

Canan, Sevişgenler Serisi, Salıncak

Son olarak, “Özel olan politiktir” görüşünü savunduğunuzu okumuştum. Bu konudaki güncel düşüncenizi merak ettim.

Onu biraz değiştirdim. Feminizm, benim özel hayatımın kolektif politikliği belirlediğini söyler. Bir yanıyla doğru olsa da ben artık öyle düşünmüyorum. Birey olabilmenin kıymetli olduğunu düşünüyorum. İlla politik bir söz söylemek gerekiyorsa bireysel mutluluk politik bir edimdir” demeyi tercih ediyorum. Çünkü “Özel Olan politiktir” düşüncesi özel hayatımızın kolektif toplumsal bakış açısı tarafından düzenlendiğini, sömürüldüğümüzü ve haklarımıza sahip çıkmamız gerektiğini söyler. Ve bunu yapabilmenin tek koşulunun birlikte mücadeleden geçtiğinden bahseder.

Ben tersinden bakmaya başladım. Öncelikle birey olabilmenin ilk koşulunun her türlü iktidarın üzerimde gücünün olmadığının hakikatini farketmek. İnsanların genel bakış açısı bu iktidarın var olduğu ve bu iktidara karşı mücadele etmek gerektiği. Ama ben o iktidarı onların eline vermediğiniz sürece iktidarlarının geçersiz olduğunu söylüyorum. Mesela eskiden babamdan konsere gitmek için izin istediğimde babam “hayır” derdi. Ama “baba konsere gidiyorum dediğimde tamam derdi” bunun gibi. Üzerimizde hissettiğimiz iktidarın olmadığını farkettiğimizde mücadele etmemize gerek kalmıyor. Kolektif olmayı ancak halayda, muhabbette, eğlencede seviyorum. Kolektif hareket etmenin, ortak söz söylemenin bireyselliğe zarar verdiğini düşünüyorum. Kolektif hareket ederken genelde öteki olma psikolojisi üzerinden söylem üretildiğini görüyorum.

Bu mağduriyet psikolojisine yol açıyor. Herkes birinin ötekisidir. Ben kadınım, ben Kürdüm, ben Türkiyeliyim, ben Müslümanım… Kendini ötekileştirdiğin zaman karşındakini de ötekileştiriyorsun. Öteki olmaktan bir türlü kurtulamıyoruz. Ben arkama koskoca bir tarih, hafıza alıyorum. Sen de arkana başka bir tarih,hafıza alıyorsun. Tarihler ve başkalarının hafızaları ve acıları üzerinden konuşmaya başlıyoruz. Bunları atıp, ezberlenmiş düşüncelerden kurtulup kendimize ait öznel duygular ve düşüncelerle konuşmaya başladığımızda bir şeylerin çözülebileceğine inanıyorum. Ben iki buçuk senede düşündüklerimi yapmayı başardım. Oysa bu özellikler ötekilik üzerinden değil kültürel zenginliğiniz ya da olmaktan dolayı gurur duyduğunuz kişiliğinizin bir parçası olarak tanımladığınıda mağduriyet değil zenginliğiniz olarak algılanır. Mutlu ve huzurlu hissediyorum.

 

İLGİLİ HABERLER

CANAN KAF DAĞI’NIN ARDINDA

Canan yıllardır tek bir performans yapıyor

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 19:10:00