A password will be e-mailed to you.

Pip Chodorov’un, ünlü yönetmen Wim Wenders’in, beş parasız ölmüş ve arkasında sadece sesini bırakabilmiş bir müzisyenin hikayesini anlatan belgeselini izledikten sonra yapmaya karar verdiği “Free Radicals”, onca yetenek ve ustalıklarına rağmen maddi sıkıntılarla boğuşan deneysel sinemacıları konu alıyor.

 

Film, öncelikle dadaizmden etkilenerek oluşmuş bir sinema tarzını izleyicilere tanıtıyor. Pek çoğu resimden ya da heykeltraşlıktan gelen yönetmenlere sahip bir akım olan deneysel sinema, adı üstünde bir çok tekniği denemek üzere kurulu olduğunu bizlere gösteriyor. Stan Brakhage’in, tek tek her kareyi tırnaklarıyla çizerek, boyayarak, üstüne tükürerek yaptığı ve yapımı 6 yıl süren(aynı zamanda 6 dakikalık bir film olan) dahiyane The Dante Quartet’i ve filme ismini veren, Len Lye’in film karelerini iğne ile kazıyarak yaptığı Winamp’ın dijital müzik ritimlerini andıran Free Radicals’ı gibi pek çok filmle tanıştırıyor bizi! Bu sayede çok da bilinmeyen bir sanat tarzının büyüsüne davet ediyor izleyiciyi.

Deneysel sinemada, konvansiyonel sinemanın aksine yani Hitchcock’un ‘Ben filmi çekmeden önce film benim kafamda bitmiştir’ fikrinin yerini ‘Film devamlı yaşar, filmi çekerken bile sonunda ne olacağını bilemezsiniz’ fikrinin aldığını gördüğümüzde bu büyünün etkisi daha da güçleniyor. Bu özgür ruhlar, özgür yaratıcılar, neredeyse birer rock yıldızı gibi, karşımızda her dakika daha da ilgi çekici daha da üstün insanlar oluyorlar.

İlk abstract filmin yönetmeni Hans Richter, sanatçıların kutsal insanlar olduğunu, yaptıkları işleri yapmak zorunda olduklarını söylüyor. Bir anlamda artık bu sanatçılar gözümüzde birer papaz konumuna geliyorlar. Fakat bir papazın aksine deneysel sinemacılar oldukça çulsuz. Çulsuz olmayı kabullenmelerinin belki de yegane sebebi kendilerini yaptıkları işe hiç bir ödün vermeden adamış olmaları. Ödün vermemek konusunda en çok çelişkiye düşen ise belgeselin kendisi oluyor. Oldukça alışa gelmiş, her anlamıyla bilindik belgesel formatına sadık kalıyor.

Filme gideceğim gün, trafiğin anormal kalabalık olmasından dolayı yetişemeyip, Chodorov’a soramadığıma üzüldüğüm yegane soru bu. Chodorov, ya burada diğer sanatçılar ödün vermek zorunda kalmasın diye kendisi ödün vermeyi seçmiş, yani bir bakıma kendini kurban etmiş ya da kendisini bir deneysel sinemacı olarak görmüyor. Burada, filmin genel olarak takip ettiği Amerikan deneysel sinemacıların bu yolda kendilerini en çok borçlu hissettikleri isim Jonas Mekas’a da bir paragraf açmak gerekiyor. Mekas, hayatını deneysel sinemaya, deneysel sinemacılara adamış bir isim. Yurt dışında yaşayan bazı sanatçıların savaş döneminde Amerika’ya girmesinde rol oynamış, bazılarını gazete yazılarıyla bu yola çekmiş, bazılarına ise işlerini sunabilecekleri alanlar tanımış.

Gösterim alanları sadece o zamanlar değil, günümüz de deneysel sinemacıların en büyük sıkıntısı.

Bu alanda da kendileri girişimler yapıyor ve yeni gösterim alanlarının yaratılmasında da deneysel bakış açılarıyla yenilikler arıyorlar. Her saniyesi 24 tane ufak tablodan oluşan ve günümüzde bakış açımızı şekillendiren filmin, bir format olarak kapasitesini keşfetmek için eşsiz bir fırsat sunan deneysel sinema üzerine yapılan bu filmi izlemenizi tavsiye ediyorum.

Daha fazla yazı yok
2024-05-10 04:56:30