A password will be e-mailed to you.

Ediz Hafızoğlu, 22. İstanbul Caz Festivali kapsamında 3 Temmuz’da Salon IKSV’de sahne alacak. Bu konserde kendisine ve ekibine Pixel ve Mopti gibi gruplardan tanıdığımız Norveçli üretken müzisyen, saksofoncu Harald Lassen eşlik ediyor olacak. Biz de fırsatı yakaladık; konseri bahane edip Ediz Hafızoğlu ile ne zamandır biriktirdiğimiz bir sürü şeyi beraberce konuştuk: İlk solo albümü, dergicilik, müzisyenlik ve müzisyenlerin örgütsüzlüğü…

 

2014’ün Aralık ayında yayınlanan “Nazdrave”; pek çok projeden takip ettiğimiz Ediz Hafızoğlu’nun kişisel ve müzikal sınırlara tabi olmaksızın, beraber çalıştığı müzisyenler için yazdığı parçalardan oluşan, caz ve dünya halk müziklerini lezzetle harmanlayan bir albümdü. 

 

 

https://www.youtube.com/watch?v=2RvTJAfpCMs

 

Öncelikle albümden bahsedelim; ilkin kafada ne vardı, sonra nasıl ilerledi süreç?

Aslında albümü içeriksel anlamda başka bir formatta tasarlamıştım. Bütün parçalar bitmişken ve artık provalara başlarız derken bir arkadaşım dedi ki, “bir çok projede, grupta çalıyorsun. Bari ilk albüm tüm bu projelerini lanse eden bir içerikte olsun”. Mantıklı geldi. Baktım, neler var? Kolektif İstanbul, Alp Ersönmez, Yansımalar, Yasemin Mori, Korhan Futacı & Kara Orkestra, Elif Çağlar, Ceylan Ertem. Yasemin Mori ve Yansımalar için yazılan ama bir türlü kaydedilememiş iki parça vardı elimde ve diğer projeleri de ortaya koyacak parçaların ortaya çıkması ile albümün çatısını çatmış olduk.

 

O halde, hem senin ilk solo albümün olması, hem de müzikal perspektifini topluca ortaya koyması açısından “Nazdrave” önemli bir müzikal belge… İlk albüm için neden bu kadar uzun zaman bekledin?

Bilmem, bence beklemedim (gülüyor). Herşeyin bir zamanı vardır ya… Albümü yapmaya karar verince yazdığım parçaları çaldığım gruplarla kaydettik: Kara Orkestra, Alp Ersönmez, Ceylan Ertem’in o dönemki ekibi… Sözlerin biri bana ait; diğerlerini ise kiminle kaydettiysem onlar yazdı. Sonra bir trafik kazası geçirdim ve hemen ardından Gezi patladı. Koltuk değnekleri ile oraya koşuşturdum. Gezi sürecinde ve sonrasında ise canımız hiçbirşey yapmak istemedi, doğal olarak. Müzikten iyice uzaklaştık, beraberce. Ekim 2014 gibi “bari albümü çalmaya başlayalım, sonra nasıl olsa yayınlarız” diyerek sahneye çıktık. Ardından baktık ki böyle iyi gidiyor; sahne ekibi ile albümü baştan kaydetmeye karar verdik. Hakikaten de iki günde kaydedip çıktık. Oysa albümün önceki versiyonunun lansmanı için 1 Nisan 2015’i seçmiştik ama Aralık 2014’te yayınlayıverdik albümü.

 

Albümdeki konuklara, ekiplere baktığımız zaman çok zihin açıcı işlere imza atan, birbirinden farklı kulvarda müzik üreten türlü isim var. Bu isimlerin ayrı ayrı ve toplamda albüme getirdikleri katkıyı nasıl tarif ediyorsun?

Neredeyse hepimiz; albümde yaklaşık on iki kişiyiz, bir sürü projede yıllardır beraber çalıyoruz. Beşimiz ise aynı üniversitede beraber okuduk, oradan kaynaklı olarak aramızda ayrı bir bağ var. Dolayısı ile anlaşmak, parçaları seslendirmek ve yorumlamak adına; hepimizin yıllar içinde kurduğu bir ortak dil var. Ben bunu çok ama çok önemsiyorum. İster popüler işler olsun, ister kendi müziğimizi çalıyor olalım; bu ortak dile sahip olmadığım kimse ile çalmıyorum. Böyle bir ilkem var. Albümdeki isimlerle aynı evde yaşadığımız da oldu, bir sürü seyahate de çıktık beraberce. Bunlar, söz konusu ortak dili kurma adına önemli deneyimler, çünkü hayatı da paylaşmış oluyorsun.

 

Kapak fotoğrafının muhteşem olduğunu düşünüyorum; kim çekti?

Ceylan Ertem. Tamamen tesadüfen çekilmiş bir fotoğraf o, üstelik. Kastro sahilinde ailecek çadırda kalıyoruz ve Ceylan bizimle konuk. İki köpeğim var; Maya sürekli koşuştururken Mila yanımdan hiç ayrılmıyor. Ceylan analog bir makine ile çekti bu fotoğrafı; bu poz filmi yıkatınca ortaya çıktı.   

 

Albüm kimin şerefine?

Tayyip’in şerefine…! Sormaya bile gerek yok.

 

Neden “Nazdrave”?

Bulgar göçmeni olmamdan dolayı; her ne kadar burada yaşıyor olsam da Bulgaristan benim memleketim. Her şerefine kaldırdığım rakı kadehine “nazdrave” dediğimden ayrıca; o kadehlerle hem memleketimi selamlıyorum, hem de Ceylan’ın (Ertem) önerisi idi albüme “nazdrave” adını vermek. Çok hoşuma gitti. Bir de Gezi vurgusu var, bu albümün adına saklanmış. “Şerefine Tayyip!”. Bu konuda nerede durduğumuz belli…

 

 https://www.youtube.com/watch?v=Wp-NgYa0374

 

Gezi’nin imece ağı kurmakta, birbirimizle daha çok yardımlaşmada derin ve kalıcı etkiler yarattığını düşünüyor musun, yoksa böyle bir etkinin varlığından söz etmek mümkünsüz mü?

Samimiyet anlamında, insana dair olanı yeniden kurmak anlamında Gezi’nin hepimize çok büyük etkisi oldu; katılıyorum. Müziğin içeriği ve tavrı adına ise o günlerden bu yana çok birşey değişmedi diye düşünüyorum; her ne kadar Gezi temalı yüzlerce parça üretildiyse de. Gözlemiyorum ki, artık insanlar günlük hayatta karşı karşıya kaldıkları en ufak bir haksızlığa dair tepkisini esirgemiyor. Büyük veya küçük ama mutlaka bir ses çıkartıyor. Elbette bu bir kez deneyimlendiğinde büyük ve acil sonuçlar, kırılmalar, değişimler ve dönüşümler yaratacak birşey değil. Alper Yılmaz çok güzel birşey söylemişti: “Çocuklar moralinizi bozmayın; bu çok uzun bir süreç gerektiriyor. Gezi’nin kalıcı ve bir daha değişmeyecek etkileri yirmi yıl, otuz yıl sonra ortaya çıkacak. Bir tohum atıldı ve o yeşerecek diye bakın. Parktaki ve sokaklardaki o jenerasyonların çocukları olacak ve onlar çocuklarını bu deneyimin ışığında yetiştirecek. Bu ağaç daha çok sürgün verecek, daha çok meyve yapacak.”

 

Albüm, senin plak şirketin Lin Records etiketi ile yayınlandı; biraz Lin Records’dan bahsedelim mi? Plak şirketi kurmak nasıl aklına geldi?

Bahsedelim; şöyle bir başlangıç vesile oldu Lin Records’a… İki saksofon, vibrafon, kontrbas, davul ve perküsyondan oluşan, tamamen beste çaldığımız Teneffüs diye bir grubunuz vardı. O sıralar Keremcem ile çalışıyordum, para da kazanıyordum ve dedim ki, “ben bunun prodüktörlüğünü yapayım; bu parayı oraya buraya, rakıya falan harcamayayım” (gülüyor). O albüm yayınlanmadı ama 2006 gibi Lin Records’un ortaya çıkmasına vesile oldu. İlk resmi albümü yayınlamamız 2009’u buldu, çünkü araya Drum & Bass ve Gitar dergileri girdi. Bir anda dergiciliğe yoğunlaştık. İlk yayınladığımız albümüm Çilekeş’indi; sonra bu dergiler için atölye çalışması içeren CD’ler yayınladık. İki üç tane yayınladık bunlardan. Son olarak da KES’in “Kamlama” albümünü yayınladık.

 

Lin Records’ın kurulduğu ve Drum & Bass ile Gitar dergilerinin yayına başladığı yıllar, evde bireysel kayıt ve kompozisyonun patladığı yıllar… Bugünden bakınca, müzisyenliği geliştirmek adına gerek streaming videoların sağladığı sınırsız bilgi kaynağı, gerekse dijital kompozisyon – müzik işleme programlarının bireye açtığı özgürlük alanları açısından güncel gözlemlerin neler?

Öncelikle, bilgi bedava ve sınırsız olunca, herkes aşırı derecede enstrüman çalmaya, çalışmaya başladı ve ortaya şöyle bir sanrı çıktı: “Ben enstrümanımda çok yetkinleşirsem eğer; sahnede de rahat ederim”. Oysa bu programlar ve “streaming” videolar, müzisyeni daha çok eve kapanmaya itti. Müzisyenin, bir şekilde düzenli olarak sahneye çıkmadıkça, o beraber çalma duygusunu edinme olanağı yok. Burada bir sorun olduğunu gözlemliyorum… Evde çalgıcılığında ustalaşan adam, sahne pratikleri ile pişmediği için yanındaki müzisyeni dinlemeden çalmaya başlıyor. Herkes evde çok iyi kayıtlar çıkartıyor ama bu da bir tür at gözlüğü takmaya yol açıyor. Evde tek başınasın ve interaktif ilişkiye geçme ihtiyacı duymadan, yarattığın müziği çalmak, kaydetmek ve düzenlemek için başka müzisyenlere ihtiyacın yok. Bu durumda, bir başka müzisyenle ortak birşey bestelemek veya sahnede çalmak adına tecrübe edinme şansın zayıflıyor. Dolayısı ile buna zorunda kalınca, sahnede bir başkasına tahammülün kalmıyor. Yanındaki adamı dinlemeden, evdeki gibi kendin için çalmaya kalkışıyorsun. Müzik dediğin şey ise başkaları ile beraberce yapılınca can kazanıyor.

 

Bilgi kaynağı sonsuz olunca, müzik de bedava indirilir hale gelince, müzik dinleme alışkanlıkları toptan değişti sanki; ne dersin? Müzik, artık dijital hafızalarda “bir an gelir de dinlerim bunu, şimdi indireyim de arşivleleyim” diye biteviye arşivlenen, birikip duran atıl bir meta haline geldi. Buna katılır mısın?

Katılırım; aynen de öyle oldu. Bir de güncel dinleyici profili adına fark ettiğim şöyle bir durum var: Dinleyici eğer çalgı çalan bir müzisyense sadece kendi çalgısını dinliyor, dinlediği müziğin içinde. Okulda bize ilk öğretilen şey ise önce melodiyi teşhis etmek, ancak sonra enstrümanın ile bunun üzerine ne çalabileceğini tasarlamaktı. “Önce armoniye bak ve onu duymaya çalış. Çalgını zaten çalarsın ve çalıyorsun”. Eğer öncelikli kaygın, dinlediğin müziğin içinde senin çaldığın çalgının ne yaptığı olursa bu sefer diğer enstrümanların ne yaptığını, birbiri ile nasıl bir ilişki kurduğunu ıskalamaya başlıyorsun.

    

Müzisyenleri bir araya getirmeyi ve örgütlemeyi hedefleyen dernek projen hakkında da konuşalım mı?

Bu fikir aslında dergicilik sürecinde ortaya çıktı. Fark ettik ki, biz çok dağınız ve gerek bilgiyi paylaşma, gerekse sahneye dair sorunlara karşı beraberce davranma konusunda sıkıntı yaşıyoruz. O yüzden her iki dergide öncelikle profesyonel müzisyenleri yazar yaptık; yani önce biz biraraya geldik. Yani önce yazarları örgütledik. Buluşmalar ve geceler düzenledik ve derken, okuyucular bir araya gelmeye, örgütlenmeye başladı. Ardından atölye çalışmaları ile bu iki örgütlenmiş kitleyi bir araya getirdik. Ve fark ettik ki; bu atölye çalışmalarına Eskişehir, Bursa, Sakarya’dan bir sürü insan gelmiş. Ardından enstrümanlarımızın uçuşlarda zarar görmeye başlaması ve uçak firmalarının enstrümanlar için abes derecede ekstra ücretler talep etmesi üzerine “enstrümanıma dokunma!” kampanyasını örgütledik ve bu kampanyadan gayet başarılı, somut sonuçlar elde ettik. Sticker bastırdık, t-shirt yaptırdık. Şimdi bakıyorum da, bunlar aslında Gezi’nin habercisi hareketlermiş. Dönüp bakarsanız, aynı dönemlerde farklı pek çok sıkıntıya ve soruna karşı benzeri türden kampanyalar görürsünüz.

 

Müzisyenlerin örgütsüz kalmaktaki ısrarını neye bağlıyorsun?

Para kazanmak zorunda olmalarına ve parayı artık çok zor kazanıyor olmalarına. Taviz vermeye çok açıklar ama o tavizlerin tam da karşı karşıya kaldıkları sorunların temel kaynağını yarattığından habersiz görünüyorlar. Örgütlenip beraber tepki koymaya en büyük engel, bence bu koşul… Örbeğin; İstanbul’da belli başlı birkaç festival var ve her sene bu festivalleri düzenleyen komiteler, yerli grupları ve projeleri hak ettiğinden çok daha düşük kaşelere sahne almaya zorluyor. Sürekli bir “gelin albümü duyurun”, “gelin isminizi duyurun” teklifi var. Kimi gruplar, “aman albümü tanıtayım”, “aman grubu duyurayım” diyerek neredeyse ücretsiz sahne alarak aslında hem kendisine, hem de camiasındaki müzisyenlere büyük zarar veriyor. Dernek, ilk kurulduğunda bunlara çözüm bulunsun diye yola çıktı: “Sponsorları ve hiç de azımsanmayacak bilet gelirleri var ama ne amaçla, niçin hak ettiğimiz kaşeleri ödemekten geri durmakta ısrar ediyorlar?” Başta herkes çok hevesli idi ama sonra iş derneğin ofisini döndürmeye kalkınca herkes görünmez oldu. Yüz kadar müzisyene mail attık, telefon ettik: “Ayda sadece 25 TL verin”. Yüz kişiden kaç kişi geri döndü, biliyor musun? Bir. Kurucular olarak, dört kişi kırk bin lira masraf ettik…

 

Dernek varlığına devam ediyor mu?

Elbette. Artık öncelikli güncel amacımız, yurtdışına mümkün olduğunca çok grup gönderebilmek. Buralarda iyi kötü çalıyoruz ama meselâ Avrupa’da insanlar Türkiye’de nasıl müzikler var, neler olup bitiyor; bunun farkında değil. İlk adım olarak iki yıl üst üste Priştine Caz Günleri’ni düzenledik ve buradan pek çok ismi Kosova’ya götürdük. Şimdi bu formatı yaymak adına, diğer Avrupa ülkelerine yoğunlaşıyoruz.

 

Belirli bir tarz tercihiniz var mı?

Genellikle caz ve ona komşu müzikler; etnik çerçeveler… Türkiye’den dünyaya açılma konusunda en büyük sıkıntıyı yaşayan müzik caz. Rock, pop, elektronika; bu alanlarda müzik yapan isimler bir biçimde Avrupa’ya açılmanın yolunu bulmuşken, Türkiyeli caz müzisyenleri henüz o açılımı yapabilmiş değil; bence.

 

Neden?

Destek yok çünkü.

 

Diğer alanlardaki gruplar kendi bağlantıları üzerinden bunu çatır çatır başarırken caz müzisyenleri neden o perdeyi yaramıyor?

Rock grupları ve pop sanatçıları, Avrupa ülkelerindeki Türklere konser veriyor ama bizler o ülkelerdeki caz dinleyicisine çalıyoruz. Bizim öyle bir konforumuz yok; olmasın da… Ama tam da bundan dolayı; önce o ülkelerin sahnelerinde, caz festivallerinde görünür olmamız lazım. Görünür olabilelim ki, daha çok konser ve festival teklifi alalım. IKSV’ye yönelik en büyük kızgınlığım bundan kaynaklanıyor: En geniş ağa onlar sahipken aradan geçen yıllara bakıyorsun; sürekli Burhan Öçal, Mercan Dede, Baba Zula… Hep aynı isimler… Hep aynı adamların Avrupa’da sahne alması ve Türkiye’de üretilen yenilikçi müziği yıllardır bu isimlerin temsil ediyor olması, dünyanın en saçma şeyi. Dolayısı ile meselâ IKSV’nin yapmadığı şeyi biz dernek olarak üstümüze alalım dedik. Ağır gidiyor ama bundan vazgeçmeyeceğimizden herkes emin olsun.

 

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 01:42:32