A password will be e-mailed to you.

“Bütün bu anlar zamanın içinde kaybolacak, yağmurda gözyaşları gibi” Latifa Echakhch’ın sergisinin ismi. Bu isim bir bilim kurgu filminin son sahnesinden alınmış, devamı ise: “Şimdi ölüm zamanı!” Bu sade ama sert sergi derin sularda gezinip şiirsel bir estetiğe bulaşarak Türkiye ve Ortadoğu’nun kaderini sorunsallaştırmış.

Latifa Echakhch, Protocinema’nın organize ettiği İstanbul’daki ilk sergisinde her zaman ortaya koyduğu tarzdan farklı çalışmalar sunmuş İstanbullu ziyaretçilere. Suyun bir uçurum gibi İstanbul’un karşısına dikilişini görüyoruz demek bile mümkün bu sergi için. Her zaman yapı(structure) ya da yapı-bozum kendisi için önemli iken eserlerinde bu defa belki de İstanbul’a özel su teması ile bambaşka yapısal bir sorunsal oluşturmuş. Cesaret, umut ve hüznü sembolize eden çalışmalar Karaköy limanında terk edilmiş bir binada sanki İstanbul’un ve Türkiye’nin kaderini sorguluyor… Umut, cesaret, hüzün… Waiting for Dolphins (Yunusları beklemek, 2015) adındaki video yerleştirmesi, İstanbul Boğazı’nın gelgitlerinde umutla ironik bir bağ kurmuş bir bekleyişi işaret ediyor: “Evet, bu uçsuz bucaksız karmaşada kesin olan bir şey var. Godot’nun gelmesini bekliyoruz. Ya da belki gecenin çökmesini.”[1] der gibi, Godot değil fakat bekleyişi daha sevimli kılan yunusların gelişini umut ederek. Sanatçının İstanbul’a daha önceki bir gelişinde Boğaz’da yunusların yüzüşüne tanıklık ettiği bir noktanın video çekiminden oluşuyor. Diğer video yerleştirmesi de Jadid (Yeni, 2014), bir Fas liman kenti olan El Jadid’de, çocuklar ve gençlerin metrelerce yükseklikteki duvarlardan suya atlama görüntülerinden oluşuyor. Bu çalışma yoksul çocukların, gençlerin güvende olma içgüdüsünü yerle bir ederek yüreklerinden fışkıran özgürlüğü tatma coşkusuyla atıldıkları cesareti simgeliyor: “Genciz, namlu gibi/ Barışa, bayrama hasret/ Uykulara, derin, kaygısız, rahat/ Otuz iki dişimizle gülmeğe/ Doyasıya sevişmeğe, yemeğe…”[2] Üçüncü yerleştirme ise bu iki çalışmanın oluşturduğu duygusal alanın yapı-bozumunu gerçekleştirip hüznü, acıyı, gözyaşını ve ölümü sorunsallaştıran çılgın ve çıldırtan bir paradoks: “Soracaksınız: Şiiri neden düşleri anlatmıyor, yaprakları ve büyük yanar dağlarını yurdunun? / Gelin görün kanı sokaklardaki/ Gelin görün/ Kanı sokaklardaki/ Gelin görün kanı/ Sokaklardaki.”[3]

Serginin başat eseri olan bu üçüncü yerleştirme; sergiye ismini veren zamanın içinde kaybolan anları ve yağmurda kaybolan gözyaşlarını simgeleyen, ince uçlu, uzun saplı bir fırça kullanılarak zemine su ile kısa süre sonra güneşte silinip gidecek gençlere dair hüzünlü metin, şiir ve çeşitli elveda mektupları yazmaktan oluşuyor: “Güle güle anne, güle güle baba, sizi seviyorum, belki bunu size yeterince söyleyemedim… sizden isteğim, Müslüman olun ve cennette buluşalım… Siz bu mektubu okuduğunuzda muhtemelen ben yakalanmış ya da öldürülmüş olacağım… Benim için endişelenmeyin, ben mutluyum.” Bu metin, IŞİD’e katılmak için evden kaçan bir gencin anne ve babasına yolladığı son mektuptan bir kısım örneğin. Bu tarz, suyun zemine değdiğinde korkunç uçurumlar oluşturarak Türkiye’nin karşısına dikildiği metinlerden oluşuyor. Ve buharlaştığında su, yağmurda gözyaşlarına dönüşen…

Fernando Pessoa “Savaş, felsefi hatanın en mükemmel biçim alışıdır.”[4] der. Ve bunun böyle olduğuna inanan çok kimse var. Çıkarlar elbette, ama bir savaşı meşrulaştıran felsefi hatalardır. Bugün hem batı dünyasında hem de ama çok daha fazla doğu dünyasında felsefi hataların neden olduğu savaşların yarattığı yıkımlara tanık oluyoruz. Bu felsefi hatalar elbette bu yazıya sığamayacak kadar ciddi, büyük ve geniş sorgulamalar gerektiriyor. Ama bu yazıda da bu felsefi hataların önemine işaret etmeyi bir ödev bilirim. İster İslam düşünürleri, alimleri ister Batı düşünürleri, filozofları bu felsefi hataları objektif bir şekilde masaya yatırmalı ve toplumları yıkıma götüren bu hataları tamir etmek için daha ciddi çabalar harcamalı.

Latifa Echakhch da suyun yansıtma gücünü kullanarak yüzleşmekte olduğumuz metafizik hataların uçurumlarını sorunsallaştırıyor. İstanbul’da ve Türkiye’de bu uçurumlara ne kadar da yakın olduğumuzu vurguluyor. Fas’ın El Khnansa kentinde 1974 yılında doğup üç yaşından beri Fransa’da yaşamaya başlayan Echakhch’ın böyle bir duyu dünyası yaratmasına sebep olan en önemli etken 1995 yılında Paris metrosuna yapılan saldırı olmuş. O güne kadar kendini sıradan bir Fransız gibi hissederken birden yakıcı bir kimlik sorunuyla karşı karşıya kalmış. Böylece kurumsal, öznel kimlik ve aidiyet yapıları eserlerinin en önemli parçalarından birini oluşturmuş, gündelik hayatın sıradan materyalleriyle kimliği yeniden yapılandıran sıra dışı bir estetik yaratmayı kendine görev biçmiş. İstanbul’daki sergide de kimliğin ve özellikle gençlerin kimlikle kuracakları ilişkinin ne derece hayati olabileceğini gözler önüne seriyor: “Saldırıya uğramış hissiyle kendi içine kapanmış bir zihniyetin gerçekleştireceği bir saldırganlığın en büyük yıkımını yine bu kurbanlar yaşayacaktır.”[5] Ve aynı zamanda günümüzde bir şehrin, bir ülkenin kaderinin bu ilişkiye ne kadar bağlı olduğunu da gözler önüne seriyor: “Bir yelkenli için rüzgâr ne ise, kader de insan için odur. Dümen başındaki insan rüzgârın ne taraftan eseceğine karar veremez, ne şiddette eseceğine de ama kendi yelkenini yönlendirebilir. Ve bu kimi zaman inanılmaz derecede fark eder. Aynı rüzgar deneyimsiz, ihtiyatsız ya da yanlış karar veren bir denizciyi felakete sürüklerken bir başkasını sakin bir limana ulaştıracaktır.”[6] Günümüzde gençlerin ve sadece gençlerin değil, felsefi hataların yıkıma götüren paradigmalarına düşmemeleri ve doğru limanlara ulaşabilmeleri için aklı başında insanların her şeyin yeniden gözden geçirmelerine odaklanmaları için özellikle İstanbul ve Türkiyelilere, alarm veriyor Echakhch bana göre.

Dünyanın ve Türkiye’nin içinde bulunduğu bu uçsuz bucaksız kargaşa içinde umut ve umutsuzluğu çok iyi anlatıp yaşamı kutsayan bir Nazım Hikmet şiirinin umut veren kısmıyla bitirmek istiyorum, yunusların kısa süre sonra tekrar su yüzüne çıkmaları umuduyla:

 

Hehehey TARANTA-BABU

                                             hehehey,

yaşamak ne güzel şey

                   anasını sattığımın

                                        yaşamak ne güzel şey……

 

Düşün TARANTA-BABU!

İnsanoğlunun yüreği

                           kafası

                                    kolu

yedi kat yerin altından

                           çekip çıkarıp

öyle ateş gözlü çelik Allahlar yaratmış ki

kara toprağı bir yumrukta serebilir,

yılda bir veren nar

                        bin verebilir.

Ve dünya öyle büyük,

öyle güzel

       öyle sonsuz ki deniz kıyıları

her gece hepimiz

       yan yana uzanıp yaldızlı kumlara

yıldızlı suların

       türküsünü dinleyebiliriz…

 

Yaşamak ne güzel şey

               TARANTA-BABU

                              yaşamak ne güzel şey…

Anlayarak bir usta kitap gibi

bir sevda şarkısı gibi duyup

bir çocuk gibi şaşarak

                         YAŞAMAK…[7]

.  .  .  .  . 

 

Son olarak, bu sergiyi İstanbullularla buluşturan İstanbul ve New York merkezli oldukça özgün bir sanat örgütü olan Protocinema’yı bilmiyorsanız henüz, keşfetmenizi ve yeni sergi ve aktivitelerini takip etmenizi şiddetle öneririm bir de. Şöyle anlatıyor kendini Protocinema kendi  http://www.protocinema.org/ web sitesinde:

Protocinema tüm dünyada mekana duyarlı sergiler düzenleyen, misyon odaklı bir sanat örgütüdür. ‘Tuğla ve harç’tan muaf, gezgin örgüt İstanbul ve New York’u merkez alır. İşbirlikleri, müdahaleler ve sergiler, sanatçıya ve onun görüşüne özgü mekanlarda ve bağlama duyarlı kalarak sunulmaktadır. Protocinema dünyanın tüm bölgelerinden genç ve usta sanatçılara, işlerinin henüz geniş kitlelerce keşfedilmemiş olduğu ülkelerde sergi imkanları yaratır. Protocinema sanat üzerinden diyalog açmayı ve bireyler arası uzlaşma geliştirmeyi amaçlar. 2011’de Mari Spirito tarafından kurulan Protocinema adını, Chauvet-Pont-d’Arc’ta bulunan mağara resimlerinin algı, artikülasyon ve hareket duygusu yakalayan temsiliyet stilini, neredeyse “proto-sinema” olarak niteleyen Werner Herzog’un gözleminden alır. Bu sonbahar 5533’te bir Protocinema serisi olarak baslatilan Proto5533, genç sanatçı ve küratörler tarafından danışmanlık sistemi ve kamusal bir program eşliğinde düzenlenen bir yıllık sergi dizisidir.




[1] Samuel Beckett; Godot’yu Beklerken.

[2] Ahmed Arif; Şiir; Hani Kurşun Sıksan Geçmez Geceden.

[3] Pablo Neruda; Şiir; Bazı Şeyleri Açıklıyorum.

[4] Fernando Pessoa; Bütünden Biraz Daha Geniş; Derlenmemiş Şiirlerden.

[5] Amin Maalouf; Ölümcül Kimlikler.

[6] Amin Maalouf; Ölümcül Kimlikler.

[7] Nazım Hikmet; Taranta Babu’ya Beşinci Mektup.

Daha fazla yazı yok
2024-04-29 03:59:20