A password will be e-mailed to you.

Eskizleri ve animasyon filmleriyle 1990’lara damgasını vuran usta sanatçı William Kentridge, Los Angeles’taki The Broad müzesinde yer alan son sergisi “In Praise of Shadows” kapsamında Artnews‘in sorularını yanıtladı. Geçtiğimiz yıl kasım ayında açılan sergi, sanatçıya ait 130’dan fazla eskiz, animasyon film, baskı resim ve heykel barındırıyor. Ülkesi Güney Afrika‘nın zulüm dolu geçmişini yansıtan bu çalışmalarıyla Kentridge, tarihin resimler, haritalar ve filmler yoluyla nasıl bir inşa ve fabrikasyon süreci geçirdiğini keşfediyor.

 

ARTnews: Nasıl oldu da Oyono’nun romanını seçtiğinizi ve neden bir animasyona ya da resme değil de bir performansa uyarladığınızı merak ediyorum.

William Kentridge: Daha Az İyi Bir Fikir Merkezi’nde, metinler üzerine gerçekleşen etkinlik dönemi sonucu ortaya çıkan bir üretim bu. Dönemde; Conrad’dan, Kafka’dan, Mayakovski‘den ve Ferdinand Oyono’dan metinler vardı. Merkez’de daha çok kısa metinler üzerinde çalışıyoruz. Daha önce hiç uzun bir metni işlemedik.

Öğrenciliğimden beri bildiğim bir roman bu. Her zaman akımına kapılmışımdır. O kadar ki, üniversiteyi daha yeni bitirmişken romanın film haklarını almaya çalıştım ama talih o ki alamadım. Yapsaydım çok kötü bir film olurdu. Böylece, metinler üzerine olan bu projeye başladığımızda bu romanı hatırladım, “Ona geri dönelim hadi.” dedim.

Romanın pek çok farklı kaynak ve geniş aktör yelpazesi içermesi Merkez’deki bizler için iyi olmuştu. Yalnızca Güney Afrika’nın demografisinden ötürü, Merkez’deki oyuncuların yüzde 80 veya 90’ı siyah. Bu parçada üç beyaz aktör ve dokuz siyah oyuncu var. Etrafta koloni dönemine ait pek çok harika roman var ama buradakinin bir sömürgeci tarafından değil de sömürüye maruz kalmış biri tarafından yazılması ona farklı bir bakış açısı katıyor. Bilginin bir güç ve bir mesuliyet olduğu göz önüne alındığında, sömürgeciliğe ve politikaya dair çok ilginç bir görüş bu. Roman içinde oldukça ilginç temalar barındırıyor ama yazımı da bir o kadar hafif ve nükteli. Böylece bize, ona farklı bir formdan bakma şansı verdi: bu ne yalnızca düz bir okuma ne de bir romanı oyuna uyarlama işi.

William Kentridge, Houseboy, 2021.

Merkez hakkında biraz konuşabiliriz belki. Ortaya çıkışı nasıl oldu?

Daha Az İyi Bir Fikir Merkezi’nin ismi, “İyi bir doktor seni iyileştiremiyorsa eğer, daha az iyi bir doktor bul.” diyen bir Tsvana deyiminden geliyor. Ana fikirler işlemediği zaman, daha ufaklarına yönel. Bir başka deyişle, peşin yargıdan ziyade bilginin tanınmasına imtiyaz sağlanıyor. Provaya başlamadan önce her şeyi bildiğini varsaymaktan ziyade, yoluna çıkan şeylerin farkına varmakla ilgili bir şey bu.

Bu da demek ki yaptığımız her şey şahane olmuyor. Bazen daha az iyi bir fikir, kötü bir fikre dönüşebiliyor ve terkediliyor. Yine de, geçen altı yıllık süre zarfında 700’den fazla performansçı görev aldı; Merkez’in prodüksiyonluğunda ve geniş bir yönetmen ve sanatçı yelpazesi eşliğinde 400 farklı etkinlik yapıldı.

Farklı etkinlik dönemlerinde küratörlük yapsınlar diye farklı küratörleri, sonra da bir etkinlik dönemi boyunca çalışma yapsınlar diye aktörleri, yönetmenleri, performansçıları ve sanatçıları davet ediyoruz. Pandemide bir buçuk sene boyunca canlı etkinlik yapamasak da, uzaktan hazırladığımız hatırı sayılır projemiz oldu.

İşbirliği, eylemin önemli bir parçası.

Tiyatro ve film işinde çoğu zaman yaptığım şey işbirliği oldu. Bu bakımdan Merkez de, diğer insanlara böyle bir işbirliğinden gelen enerjiyi gösterebilmek ve yıllarca yaptığım işten elde ettiğim bu pratiği diğerlerine taşıyarak bu şekilde çalışmanın ne kadar şevk edici ve zenginleştirici olacağını anlatabilmekti. Bir topluluk örgütü bu, ama bu topluluk Merkez’in etrafında şekillenen coğrafyadan ziyade sanatçıların, aktörlerin topluluğu.

Daha Az İyi Bir Fikir Merkezi’ndeki ilk toplantı, 2016.

The Broad’daki sergi fazlaca Güney Afrika tarihine odaklanıyor. Çalışmanı yürüttüğün Güney Afrika’yla ABD arasında bir paralellik görüyor musun merak ediyorum.

Birleşik Devletler ile Güney Afrika’nın ırksal politikaları arasında bir takım benzerlikler olduğu açık ama başta Güney Afrika’daki nüfusun yüzde 80-90’ının beyaz olmaması gelmek üzere devasa farklılıklar da var. ABD’de bu durum bir bakıma tam tersi. ABD’de durum bir azınlığın kendi alanını yaratması, adalet arayışı ve tarihte anlam yaratabilmesiyle ilgili. Güney Afrika’daysa durum, halkın çoğunluğunun kendilerinin olanı geri almaya çalışmasıyla ilgili. Hükümet siyahilerden oluşsa ve Apartheid rejiminden kalan anayasa değişmiş olsa da, servetin dağılımı ve erişimi o kadar da değişmedi. Güney Afrika’da yer alan siyahi orta sınıfın sayısı, beyaz orta sınıfla benzer durumda. Yine de bu hâlâ, toplumun geri kalan yüzde 60’ına dahilsen eğer, sık sık işsizlik, kaynak kıtlığı ve kötü eğitimle karşılaşacağın anlamına geliyor. Oldukça kompleks ve eşitsiz bir toplum.

Ben sanırım sadece sanatın politik rolünü düşünüyorum.

Bu, Amerikalı sanatçıların yapabileceği bir seçim olabilir belki: “Çalışmam politik olacak mı olmayacak mı?” Güney Afrika’da içinde çalıştığın dünyada politik olmamak çok zor bir şey. Mümkün, ama çok daha az kolay bir şey. “Hadi etrafımda olan biten ne varsa gözümü kapatıp stüdyoma odaklanayım.” demek benim için yapmacık olurdu.

Bu sergiye iki türlü bakabilirsin. Pek çoğu Güney Afrika yaşamından elementler taşıyan/açığa çıkaran bir seri olarak. Ya da, bedeninde, “Kişi sinemayı nasıl düşünür, içinde oyuncuların olduğu stüdyoda bir filmi nasıl yapar?” sorularını taşıyan bir çalışma olarak. Benzer konuya aynı zamanda farklı biçimlerden de yaklaşabilirsin.

Kentridge, “In Praise of Shadows”, The Broad.

Sinemadan söz açmışken, Los Angeles’tasın. Filmlerin burada özel bir rezonansı var.

Öyle. Küratör Ed Schad için bu önemli bir başlangıç noktasıydı. Girişte büyük bir kamera ve yırtılıp yeniden yapıştırılmış Hollywood film posteri gibi duran, çizmeye başladığım ilk zamanlardan bir triptik. Serginin kalbindeyse, sinemanın babalarından Georges Méliès’le ilgili çalışma yer alıyor. Büyük posterde ve ön-projektör olan bisiklet tekerinde.

Asıl filmler olan animasyonlar, -materyal temelinde düşünüldüğünde serginin kalbi konumundalar- Hollywood filmlerine kıyasla çok daha farklı yollarla yapıldılar. Kişi, Hollywood filminin posterdeki sloganda başlaması gerektiği gibi yanlış bir kanıya kapılabilir: Seyirci kim? Ne duymaları gerekiyor? Film tamamlandığında, onu ön-seyirciyle test etmek ve pazarlamak için koca bir döneme sahipsin. Sonra geriye dönüyorsun ve alacağın her kararın nasıl ticarileşebileceğini hissediyorsun ve başlığında posterdeki reklam sloganını taşıyan senaryonla günü tamamlıyorsun. Bu işe başladığımda yapmak istediğim sinemanın bu olduğunu sanıyordum.

Lakin belli bir noktada anladım ki, yapım sürecindeki tüm kasnakları aşmaya -özellikle Güney Afrika’da- ve o tarz filmler yapabilmeye çalışırken hayatımın yarısını veya daha fazlasını heba etmem gerekirdi. Animasyon filmler bu duruma bir cevaptı. Başlamak istediğin gün yapımına başlayabildiğin bir film yapmanın yolu var mıydı? Kimsenin iznine ihtiyacın yok, bir ekibe ihtiyacın yok. Yalnızca kamera, film makarası ve biraz kağıt parçası. Filmler böyle başladı. Son yıllarda durum biraz daha kompleks bir hal aldı, kurgu daha karmaşık hale geldi. Bazen kameraman, hatta sesçi bile olabiliyor işin içinde ama animasyon esas olarak benden, kağıttan ve kameradan oluşuyor.

Çalışmalarının büyük kısmı anlatım biçimlerini ya da onları karşılayış biçimimizi yapı söküme sokuyor. Yanlış anlatım biçimleri yaratmakta sinemanın rolü büyük.

Kendi kabiliyetsizliğimle alakalı bir şey bu. Senaryolar yazmaya, filmler için “storyboard”lar üretmeye çalıştım. Üstlerinde haftalar harcayıp da hayal gücümden hiçbir şey çıkaramadıktan sonra farkına vardım: Pekala, hikayenin ne üstüne olduğuna çalışacağım. Bırakın çizmeye başlayayım. Bu gerçekleştikten sonra da kendi aklı devreye girmiş oldu.

İkinci filmden sonra senaryom yok diye endişe etmeyi bıraktım. Eğer koca bir ekibin varsa onlara ne yapmaları gerektiğini söylemen gerekiyor. Ben de bir noktada, “Beni, çizdiğim kareleri gerçekten çekebilecek bir asistanla bir odaya kapatın, birlikte animasyonları üretelim.” dedim. Ama sonra üç şey oldu. Bir, yanımdaki hiçbir şey yapmadan bekleyecek endişesiyle çok hızlı çizmeye başladım. İki, çekim nasıl olmuş diye kameraya bakmak yerine kenarda durdum, böylece çizim sürekli evrilirken onu kontrol etme fırsatını kaçırdım. Üç, odada başkası var diye bir anda sanatçı kılıklarına yatmaya başladım. Ressam şapkası taktığımdan değil hani, belki de takmışımdır. Bu yaşandıktan sonra, animasyonları yaparken yanımda daha kimseyi tutmadım.

Akademi Müzesi’ne gittiniz mi?

Hayır ama gitsem iyi olur.

Tarihi pek çok…

…Sinema öncesi cihazlar sergiliyorlar. Akademi’nin bir üyesiyim aslında, lakin daha önce hiç tam anlamıyla bünyesinde yer almadım ya da animasyon ödülü için oyumu sunmadım. Sinema öncesi cihaz barındıran pek çok sergiye katıldım önceden, ama her zaman daha fazlasını isterim.

The Broad’daki sergi oldukça spesifik bir duruş gösterdi. Çalışmalarını tanımayan birisinin anlaması için sence nasıl yaklaşması iyi olurdu?

İlk olarak referansları yakalamak zorunda hissetmemelisin. Soho (Eckstein) filmleri Güney Afrika tarihinin güncesini sunuyor ama bu tarihi tanımak o kadar gerekli değil. Bu tarz filmleri izlemenin getirdiği, yazılı kaynakları okurken edindiğine benziyor. Ana fikri bilmesen bile, biz insanlar olası ana fikirler üretmekte iyiyiz, parçalardan bir anlam inşa ediyoruz, her ne kadar bu anlam onu yaratanın tam olarak aklındaki şey olmasa da bir uyum sergileyebiliyor. Güney Afrika’da yaşan birinin bilebileceği ya da bilemeyeceği spesifik bir referans var sık sık: “O bilindik sahilde çizilmiş bir resim bu. Dağları görebiliyorum o sahilden, sahil kulübelerini o sahilden ve ülkenin diğer tarafına ait arabaları.”

Filmi izlerken bu referansları yakalayamayabilirsiniz, ama umarım ki, “Tamam bunun arka planında bir şey olmalı, sahnede şahsına münhasır bir şeyler var.” diyebileceksiniz. Demem o ki bir açık seyir bu. Anlamadınız diye sizi aptal gibi hissettirmemeli bu filmler.

Bir sanatçının bunu söylemesi çok hoş.

Hayati bir şey bence bu, öbür türlü izlerken savunmaya geçeceksiniz. Böyle bir tasaya rastlamadığımız çocuklar sıklıkla daha iyi izleyicilerdir. 9 yaşındaki akıllı bir çocuğun sorusu, 40 yaşına gelmiş, yorgun ve sıkılmış bireyin soracağından her zaman daha iyidir.

Daha fazla yazı yok
2024-04-28 14:30:00