A password will be e-mailed to you.

Makineleşme bizi işsiz bırakır mı? Robotlar, ya da yapay zeka işimizi elimizden alır mı? Bugün araba üreten robotlar yarın bilanço raporlarını da hazırlar mı, ya da mahkemeye işimiz düşse savunmamızı yapabilir mi?

Bunlar olursa, insanlara gerek kalır mı?

Kurt Vonnegut 1952’de yayınlanan ilk romanı Otomatik Piyano ile, bugünlerde giderek daha sık sorduğumuz bu soruları tam atmış altı yıl önce soruyor ve duymaktan korkabileceğimiz yanıtlar veriyor. O dönemde makineleşme, şimdiyse robotlaşma/dijitalleşme olarak andığımız –kimilerince Dördüncü Sanayi Devrimi olarak da adlandırılan- dönüşüm süreci pek çok iş kolunda insan emeğinden çok daha düşük maliyetli olan robotların kullanılmasına, bu iş kollarında çalışan insanların ise işsiz kalmasına, gereksiz addedilmesine neden olacak.

Vonnegut romanda bu dönüşümün olup olmayacağını sorgulamıyor, onun anlattığı hikaye, dönüşüm yaşanıp bittikten sonra dünyanın nasıl bir yer olacağı ekseninde şekilleniyor. Üçüncü dünya savaşı yaşanmış ve kazanılmıştır. Muzaffer ABD, savaşa giden erkek ve kadınların yokluğunda üretimi neredeyse tamamen insandan bağımsız hale getirmeyi başarmış olan “müdür ve mühendisler” ile onların emrindeki makinelerin fiili yönetiminde varlığını sürdürmektedir. Demokrasi (oy kullanma özgürlüğü anlamında) hâlâ sürmektedir ancak yerleşik sistemi eleştirmek çoğu zaman kişinin sosyal statüsünü yitirmesine, bazen de hapse girmesine neden olan uyumsuz bir davranıştır. Makineler, insanları henüz okul çağındayken IQ puanlarına göre sınıflandırılıp gelecekte toplumda nasıl bir rol oynayacaklarına karar verir. Yüksek bir IQ seviyesine sahip olanlar mühendis ve müdürler zümresine dahil olacaktır, geri kalanlar ise ya orduya katılırlar ya da Yeniden İnşa ve Islah Kurumuna (kendi değişleriyle Haşat ve Iskartalara) girerler. Toplumdaki “iş gücünün” büyük kısmı bu kuruma dahildir. Farklı bir gelir kaynağı olanlar o şekilde de yaşayabilirler, ancak işsiz kalmak yasa dışıdır. Fakirlik ortadan kaldırılmıştır, bir işe kayıtlı olan herkes iyi sayılabilecek bir kalitede sağlık hizmeti alabilmektedir, sosyal güvenceleri mevcuttur ve evlerde bir ailenin ihtiyaç duyabileceği tüm makineler devlet tarafından sağlanmaktadır.

Savaştan sonra New York eyaletinin Ilium kenti (başta Slaughterhouse 5 olmak üzere Vonnegut’un sonraki romanlarında da karşımıza çıkan hayali kent), Amerika’daki diğer büyük kentler gibi üç bölüme ayrılmıştır: Kuzeyde Müdürler ve mühendislerin yaşadığı bölüm, yanında fabrikanın ve makinelerin tasnif edildiği alan ve güneyde, bir nehirle diğerlerinden ayrılan, haşat ve ıskartaların yaşamakta olduğu “Yuva”. Romanın baş kişisi otuz beş yaşındaki Paul Proteus, Ilium’daki devasa fabrikanın müdürüdür, başka bir deyişle Ilium’daki en önemli insandır. Kentteki en zeki birkaç müdürden biri ve en yüksek gelire sahip kişidir, lüks evinde, üniversite eğitimi almamış ancak güzel ve hırslı karısı Anita’yla gıpta edilecek bir yaşam sürmektedir. Üstelik, savaştan sonra kurulan ve “önem bakımından sadece ABD başkanının yaklaşabildiği” Ulusal Sanayi, Ticaret, İletişim, Gıda ve Kaynaklar Direktörlüğünün müteveffa ilk liderinin oğludur. Hem maharet ve yetkinlik, hem de soy bakımından örgüt içinde yükselmesi beklenen, geleceği parlak bir adamdır.

Ne var ki bunlar Paul’ün durumundan memnun olmasına yetmez. Son zamanlarda “işi,  sistem ve örgüt siyaseti onu bazen kızdıyor, bazen sıkıyor,” bazen de midesini bulandırıyordur. Biraz merak, biraz da can sıkıntısıyla Yuva’ya gidip gelmeye, orada yaşayan insanları tanımaya başlar.

***

Vonnegut olay örgüsünü bu zemin üstüne inşa ediyor ve detaylarla zenginleştirerek kurduğu dünya aracılığıyla kehanetlerde bulunuyor. Bunlardan en çarpıcı olanı kendini “haşat ve ıskartalar” olarak tanımlayan kesimin içinde bulunduğu durum. Haşat ve ıskartalar teorik olarak işsiz değiller, hepsinin resmi olarak kayıtlı olduğu bir işi ve bu kapsamda görevleri var. Ancak iki kişinin rahatlıkla yapabileceği bir kaldırım onarım işini kırk kişilik bir ekibe verdiğinizde ister istemez çoğunluğu pratikte işsiz kalıyor ve işi yapan asıl birkaç kişinin dışındakiler aylak aylak dikilmek zorunda kalıyorlar. Bu gelecek tasvirini güncel bir bakış açısıyla desteklemek gerekirse, zamanımızın rock star-mucit/girişimcilerinden Elon Musk’ın söylemini örnek alabiliriz. Musk’a göre robotlaşma nedeniyle küresel ölçekte bir işsizlik sorunuyla karşı karşıya kalacağız ve bunun üstesinden gelebilmek için devletlerin evrensel bir minimum gelir düzenlemesi yapması gerekecek. Bu da kabaca çalışmasa bile her vatandaşın devletten asgari ücret seviyesinde bir maaş alması olarak özetlenebilir. Böyle bir düzenlemenin kulağa hoş geldiğini teslim etmek gerek. Durup dururken işsiz kalan insanların hayatlarını idame ettirecek kadar, hatta bunun ötesinde insanca yaşamalarına yetecek kadar düzenli bir gelire sahip olmalarının nesi yanlış olabilir? Ne var ki Vonnegut durumun bu kadar basit olmadığına dikkat çekiyor. Ona göre işsiz kalacak ve muhtemelen yeniden iş bulamayacak güruh için pusuda bekleyen bir tehlike daha var: Gereksizlik hissi. Paul, fabrikaları insansızlaştırarak topluma nasıl bir bedel ödettiklerini şöyle açıklıyor: “Şu anda sahip olduklarımızı elde etmek için insanların dünyadaki en önemli şeyini feda ettik. Kendilerine ihtiyaç duyulması ve yararlı olma duygusunu, özsaygının temel taşını aldık ellerinden.” Karısı Anita’nın karşı savı ise müdür ve mühendislerin (yani egemen sınıfın) haşat ve ıskartalara bakışını özetliyor: “Başını sokacak bir evi, giyecekleri de var. Aptal bir makinenin başında durup küfrederek, hatalar yaparak, her sene greve giderek, ustabaşıyla kavga ederek, akşamdan kalma halde işe gelerek elde edeceği şeylere şu anda da sahip.”

Bu düzenin sürdürülebilmesinin, evrensel minimum gelir dağıtılması kadar, egemen sınıfın halka pompaladığı söylem sayesinde de mümkün kılındığını ima ediyor Vonnegut. Yöneticiler, öncelikle üstün konumlarını ve görevlerini fedakar, yüksek zeka nimetiyle lanetlenmiş bir azınlığın sırtlanması gereken bir yük olarak yeniden tanımlıyor ve kendilerini buna inandırıyorlar. Bu inancı da çeşitli yollardan yeniden üretiyorlar. Paul’ün istemeyerek katıldığı, müdür ve mühendislerin bir adada gerçekleşen yıllık eğlenceleri sırasında bir piyes sahnelenir. Metinde sistemin örnek bir evladı olan “genç mühendis”, söylenmese de büyük ihtimalle haşat ve ıskartalara dahil “sıradan vatandaş John’a” kurulu düzenin savaştan öncekine göre daha hakça olduğunu ispatlamaya çalışıyordur. Savaştan önce fabrikada işçi olarak çalışan ve yıllık geliri yedi bin doların üstünde olan John şimdi sadece bin beş yüz dolar kazanmaktadır. Mühendislerin geliri ise sekiz binden elli yedi bine çıkmıştır. “Peki John,” der mühendis, “bu büyük gelire sahip olduğun zaman yetmiş santimlik televizyonun var mıydı […] çamaşır üniten, radarlı ocağın var mıydı […] bütün doktor faturalarını, bütün dişçi faturalarını ödeyen ve yaşlılığında sana gıda, barınak, giyecek ve cep harçlığı sağlayan bir sosyal sigorta paketin var mıydı?” Cevap “hayır” dır. John, savaştan önceki hayatında bu eşyalara ulaşamamıştır. Dahası, makineler işi devralmadan önce John’un tüketimi için üretilen maddelerin haftalık maliyeti bir mühendisin yıllık maaşına eşit bir seviyededir. Makineler sayesinde bu para şimdi topluma dağıtılarak değerlendirilmektedir. Mühendis, “Bana öyle geliyor ki John, bu işten en karlı çıkan sensin, tüketici yani, ben değil,” dediğinde John ikna olmuştur. Piyes, izleyen bütün müdür ve mühendislerin coşkulu tezahüratları ve alkışları arasında sona erer.       

Egemen sınıf kurduğu düzene olan inancını bu gibi egzersizlerle pekiştirirken, bir yandan da kitlesel medya araçlarını (yani televizyonu) kullanarak gerçek hayattaki John’ları bulundukları konumu benimsemeye ikna etmektedir. Paul, işe gitmediği bir gün izlediği televizyon programlarının çoğunun bu amaca yönelik hazırlandığını fark eder. Bir programda, IQ puanının 57 olmasından şikayet eden genç Jimmy’yi yatıştırmaya çalışan annesi şöyle der: “Bu dünyadaki en mutsuz kişilerden bazıları en akıllı olanlarıdır. (Fabrika müdürü Doktor Garson’un) yüzündeki çizgileri görmedin mi? Omuzlarında dünyanın yükünü taşıyor o, Jimmy. Yüksek IQ ona, Doktor Garson’a işte bunu kazandırdı.” Garson’un IQ’su 169’dur ve Jimmy’nin kendisinden on yaş büyük babasından daha yaşlı görünmektedir. Oysa ki Yeniden İnşa ve Islah Kurumunda (yani  haşat ve ıskartalarda) Asfalt Düzleyici olan babası “neşeli, yanakları pembe pembe, sağlığı gayet yerinde” bir adamdır. Jimmy, babasının bu halini, düşük IQ’ya rağmen (belki de bunun sayesinde) sahip olduğu canlılığı ve mutluluğu görünce tıpkı piyesteki John gibi durumunun iyi olduğuna ikna olur. Peki bu yöntemler toplumsal çapta bir rızanın sürekli yeniden üretilmesi için yeterli olacak mıdır?

Robotlaşma denince aklımıza ilkin fabrikalarda bedensiz metal uzuvların monte ettiği arabalar, uzayıp giden insansız üretim hatları gibi alışılagelmiş görüntüler gelebilir. Ancak Vonnegut bunun sadece fabrikalar ya da mavi yaka iş gücüyle sınırlı kalmadığı bir dünya tasavvuru sunuyor okuyucuya. Mahkemede savunmaların avukatlar yerine bulguları ve sanığın tepkilerini değerlendirerek tarafsızca yorumlayan makinelere bırakıldığı, antropologların gereksiz hale geldiği (çünkü olabilecek en iyi düzen kurulmuş ve sosyal bilimlerin tümü işlevsiz kalmıştır), hatta yazarların yazdıkları müsveddeleri makinelerden oluşan “okuma kulüplerinin” yargısına teslim etmek zorunda kaldığı (ki yakında buna da gerek kalmayacaktır çünkü elektronik yazarların yaratılması an meselesidir), dolayısıyla beyaz yakalı çalışanlar, uzmanlar ve sanatçıların da ya olmadığı ya da çok keskin sınırlar içinde hareket edebildiği bir sosyo-ekonomik yapı oluşturulmuştur. Bunun pek de beklenmez bir senaryo olmadığını küresel danışmanlık firması McKinsey’in 2017’de hazırladığı bir raporda görüyoruz. Rapora göre mavi yakalı işçilerin çoğunluğu dışında muhasebeciler, ofislerde rutin ve tekrar eden işlerden sorumlu memurlar gibi görevleri olanlar da robotlaşmaya karşı en hassas gruplara dahil. Bunun yanında, “makinelerin henüz insanlarla eşit performans gösteremediği” alanlarda robotlaşma çok daha sınırlı gerçekleşeceği, hatta artan gelir seviyesi sayesinde sanatçıların işlerine yönelik talebin de artacağı öngörülüyor. Ancak bu noktada Amerika’daki Rutgers University ve Facebook laboratuvarlarının geliştirdiği ve sıfırdan yeni bir resim yaratabilen yapay zeka yazılımını hatırlatalım.

***

Adına ister robotlaşma ya da dijitalleşme, istersek de dördüncü sanayi devrimi diyelim, yaşamakta olduğumuz ve hemen hiçbirimizin üstünde pek bir hükme sahip olmadığı dönüşüm sonunda çok sayıda insanın işsiz kalması en muhtemel senaryolardan biri olarak görünüyor. Devletlerin bununla başa çıkmak için nasıl yolları tercih edeceği çoğumuzun kaderini şekillendirecek. Umalım ki Otomatik Piyano’dakinden farklı, insanın anlamını yitirmediği bir gelecek bizi bekliyor olsun. Aksi takdirde, insanın kendi bekası için gerekli olduğu günler de, Yuva’daki işsiz bir ustabaşının bir düğmeye basınca kendiliğinden çalan piyanoyu tasvir ederken söylediği gibi, hüzünlü bir anıya dönüşecek:

“İnsan şu tuşların inip kalktığını seyrederken bir tuhaf oluyor, değil mi Doktor? Sanki bir hayalet oturmuş yüreğini döküyor gibi.”

 

İLGİLİ HABERLER

George Orwell, Dr. Caligari ve Flash Gordon’ı tek vücutta birleştiren yazar

David Cronenberg’in ilk romanı: Tüketilmiş

Daha fazla yazı yok
2024-05-02 07:52:39