A password will be e-mailed to you.

Nazım Hikmet Richard Dikbaş’ın ‘Herkes Heyecanlanır Sanmıştım’ başlıklı altıncı kişisel sergisi 12 Ocak’ta ziyarete açıldı. Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’ndeki sergi, Dikbaş’ın hem ‘Tekliler’ine, hem de ‘Hikayeler’ine yer veriyor. Sergi için birkaç gün ayırmak gerekiyor, yoksa tamamlamak imkânsız. Dikbaş’ın tam da bu ‘tamamlanmamışlık’ duygusundan hoşlandığı anlaşılıyor. Açılışın ardından kendisiyle serginin Tekliler Odası’nda etrafa yayılıp hem sergiyi hem de Nazım’ın sanat yolculuğunu konuştuk. Çizgilerle ilişkisi, Hafriyat süreci, kültür politikaları, yaratıcılık hakkı, otosansür…  Özellikle son yedi yılın pek çok meselesini konuşmamıza alan açan sergi, 16 Şubat’a kadar ziyaretçilerini bekliyor.

‘Çizim Merakım Heavy Metalden Geliyor’

Can Memiş: Altıncı Kişisel sergindeyiz. Seni yeterince tanımıyormuşuz gibi daha yakından tanıma isteği içindeyiz. Çevirmenlik yapıyorsun, Bilgi Üniversitesi’nde akademisyendin. Aktivist olarak tanıyoruz. Öte yandan çizimlerinle tanıyoruz. Bir çok yerden tanıyoruz aslında… Sanatla ilişkin ‘en başından beri’ miydi?

Nazım Dikbaş: En başından beri vardı. Yani hatırlayabildiğim kadarıyla, en eski zamandan beri bir şeyler çizmeye çalışıyordum. Benim abim çok yetenekli bir çizerdir. Fazla şaşalı sinema filmlerinin de yapılması ile birlikte Türkiye’de de çok iyi tanınan Marvel DC dünyasının çizgi romanları vardı. O zamanlar tabi o kadar bilinmezdi. Biz iki ülkeli bir aile olduğumuz için bunları bilirdik, okurduk. Abim çok genç yaşından itibaren bunları mükemmel çizebilen, kendi süper karakterlerini yaratan, komik, eğlenceli, ama aynı zamanda maceralı hikayeler çizen birisiydi. Ben tabi ona çok özenirdim. Ben hiç öyle çizemezdim. Ama abim de beni hiç kırmaz, benim yaptıklarımın doğrusunu çizerdi. 

CM: İyi ki kırmamış…

ND: Şu da olabilirdi, ‘sen yapamıyorsun’ da diyebilirdi. Doğrusunu çizer, gösterirdi. Ama çok hevesliydim. Çok uzun süre çok kötü çiziyordum. Şimdi biraz daha orta halliye yaklaştım. Ama bir şeyler çizmenin yanı sıra harf karakterleriyle meşgul olma, font yapma gibi meraklarım da vardı. Biraz heavy metal dinlemekten de kaynaklanan… Heavy metal grupları bu işlere çok özenir. Onlarla uğraşmayı hiç bırakmadım. Yazmayla da biraz ilgileniyordum. Hepsinde başarısız olarak, hiçbiri bir yere bağlanmayarak böyle böyle ilerledi. Ama görsel dünyada ne olup bittiğine dair merakım hep çok vardı. Çeşitlilik de hep vardı. Sonra şunu fark ettim ki, başkaları tek bir alan seçip ona kanalize olurken, ben çok farklı alanlarda çok meraklıydım. Yani bir zücaciyecinin logosu da beni ilgilendiriyordu, ‘Andy Warhol neymiş’ de beni ilgilendiriyordu. Bir futbol sahasının tasarımı da beni ilgilendiriyordu. Bu kadar büyük bir dağınıklık bazen çok büyük dezavantajdır. Ama bir yandan da coğrafyaya çok meraklıydım mesela. Coğrafyanın çizimine, harita çizmeye meraklıydım çok küçük yaştan itibaren. Belki şu iyi bir benzetme olur: Yaşadığı dünyayı haritalandırma, yaşadığı dünyadaki farklı bilgi kategorilerini anlamaya ve kendisiyle kendince canlandırmaya çalışma… O çaba vardı eskinden beri. 

Barış Akademisyenleri Yargılaması ve Pandemi Arası 

CM: 2009’daki ilk kişisel sergin, “Henüz İyi Yönlerimi Görmediniz” başlığında. Daha sonra “Yeni Eğlenme ve Dinlenme Biçimleri” başlıklı sergin onu takip ediyor. “Özel Ders” serinle katıldığın 2011’deki 12. İstanbul Bienali, 2015’te “Ben Zaten Çalışıyorum”, 2016’da “Kendin Pişir Kendin Piş”. 2016’da iki sergi yaptın aslında ve o tarihten sonraki ilk sergindeyiz. 2017-2024 arası işlerin yer alıyor bu sergide. Üretmeye devam ettin ama sergileme için epey uzun bir ara değil mi? Neden bu kadar ara verip biriktirdin?  

ND: Valla şartlar öyle gelişti. Senin de dediğin gibi çizmeyi hiç bırakmadım. Gün oluyor on, yirmi, otuz… Bu, sayıyla olabilecek bir şey değil ama ben çok yoğun çiziyorum. Hiç çizmediğim gün çok azdır. Çünkü masa başında çalışan birisiyim. Kahve yapmak kadar, çay içmek kadar doğal bir dinlenme biçimi benim için. Artık bu çok yoğun bir pratik olduğu için de aklıma çok şey geliyor. Ya onları not alıyorum ya da hemen çiziyorum. Burada da görüldüğü gibi, hızlı yapmaya dayalı bir pratiği seviyorum. Seri yapmaya, hemen sonucunu görmeye dayalı bir pratiği seviyorum. İçerdeki (Hikayeler Odası) hikayelerde bile böyle. Ama 2017’den sonraki süreci belirleyen iki ana olay var. Onlar buna engel miydi, değil miydi bilmiyorum tabi ama fırsat bulamamak da bir mesele. Birincisi bizim Barış Akademisyenleri sürecindeki yargılanmamız, diğeri de pandemi. Pandemi olduktan sonra ben evde kendim bir sergi açtım. Onu twitterda paylaştım, çok da yayıldı. Onları çoğu burada var. Ama o sergiyi bir kişi gezdi. : ) Onu yazmıştım, birçok insan hatırlıyor. Oturma odasından- çalıştığım odadan- yatak odasına olan yürüme mesafesinde yazmıştım: ‘17 Adım’ diye. 17 adım yürünerek gezilebilen bir sergi ve o giderek büyüdü. Aslında demek ki 2021 başında bir sergi açabilirmişim. O zaman bu çok uzun bir süre gibi sırıtmayabilirdi. Ama ondan sonra işte araya böyle bir zaman girdi. 

CM: 9 yıl kadar akademisyenlik de yaptın, akademi ortamında olmanın sanat pratiğine bir katkısı oldu mu? 

ND: Tabi… Nasıl ki bir dergide düzenli çizmenin -Hayvan dergisinde çiziyordum- pratiğime bir katkısı olduysa… Düşünme biçimlerime, düşündüğümü anlayış biçimime katkısı oldu. Birinci sınıflara, son sınıflara master düzeyinde ders vermeye başlamanın muazzam bir katkısı oldu ve o zamanları çok özlüyorum. 

‘Çizimler, Benim Karakterlerimin Senaryolar Sırasında Söyledikleri’

CM: Nasıl çalışıyorsun? Bu gördüğümüz sözler ve yüzler zihninde kalanlar mı, yoksa onları sıfırdan mı tasarlıyorsun? 

ND: Sorulunca insan bunu daha çok düşünüyor. Şunu tabi söylemek lazım, ön bir bilgi olarak: Burada gördüğünüz şeyler arasında bir yerden seçilmiş olanlar çok az. Yüzde bir, iki gibi bir oran dışında, kalanların hepsi benim yazdığım cümleler. Evet, bir tane burada var. Müslüm’ün okuduğu bir türküden söylediği iki kelime var. O gerçekten alıntı. Bozulmuş olduğu için özgün sayılır ama bizim tanıdığımız, bildiğimiz Türkçe şarkılardan bozularak uydurulmuşlar var ama bunlar doğallığı içinde… Bu nasıl oluyor? Sevdiğim, tanıdığım, yakınlarımın oynadığı bir filmden bir an da var. Bunlar en istisnai haller… Peki bu cümleleri nasıl yazıyorum? Bunlar duyduğum şeyler değiller. Bunlar başkalarının söylediği şeyler de değil. Bunlar, benim bu karakterleri içine oturttuğum senaryolar sırasında onların söylediği cümleler. Neyle akrabalar diyelim? Bir tiyatro sahnesi olabilir, bir tiyatro sahnesinin ortasından girmişsindir. Bu karakter her kimse, bu lafı söylüyor. Her nasıl kabusumsu bir filmse, her nasıl belgeselse bir anında bu karakter bunu söylüyor. Veya bir rüyanın ortasında bir karakterin birden söylediği bir vahye benzeyebilir, bir saçmalamaya benzeyebilir, bir dalga geçmeye benzeyebilir, bir eleştiriye benzeyebilir, bir siteme benzeyebilir. Böyle cümleler hepsi. Bazen aklıma cümle önce geliyor, o sırada çizebilecek durumda değilsem not alıyorum. Yazıyorum veya telefona kaydediyorum. Bazen o cümleye tekrar baktığımda hiç de o kadar güzel değilmiş gibi geliyor. Bazen çizdiklerim de benim için bir yerden sonra eskiyor, bazense eskimiyor. Bunu ‘Hikayeler Odası’nda başka bir yere taşımaya çalıştım. Dedim ki, “tek sayfada, tek paragrafta, tek cümlede yaptığını, bu hız talebini, bu aceleciliğini birazcık genişleterek, yedi kareye, on kareye, daha uzun bir yere yaymalısın, yapabilirsin, yayabilirsin”. Erken örneği ‘Özel Dersler’, içerdeki örneği ‘Dikkatention Hikayesi’. Burada karanlık hikayeler de var, daha esprili hikayeler de var. Ama işte yedi karelik, on karelik… Bunu daha da başka bir yere taşıyabilmek istiyorum. Onların dinamiği biraz daha farklı. Tabi ki onları da bir seferde yapmayı seviyorum ama ‘Dikkatention Hikayesi’nde şu ortaya çıktı: Birbirine tam benzemeseler de ortak özellikleri olan karakterler çizdim. Fesi var, bıyığı var. Bir şekilde bir yüzyıl dönümü Osmanlı’sından fırlamışçasına, böyle bir tuhaf karakter… Ama birini çizip bırakabiliyorsun. Hikâyenin ruhu da başından belli oldu. İsmini koymasından belli oldu. Dolayısıyla onu daha uzun bir süre içerisinde hikâyenin ana hattından kopmadan çizebildim. Tabi ki bunlar konvansiyonel hikayeler değiller. Ama şunu da hep düşünüyorum. Ben konvansiyonel hikâye kalıbı içerisinde bir şey yazacak olsam, nasıl bir şey yazarım? Bunu da hep düşünüyorum. Böyle bir yere de gidebilirim belki de. 

‘Hafriyat Toplantılarını Büyük Bir Sevgiyle ve Mutlulukla Hatırlıyorum’

CM: Aynı zamanda Hafriyat sanatçılarındandın. ‘Noktaları Birleştir’, ‘Allah Korkusu’, ‘Dünyayı Yesen Doymazsın’, ‘Alternatif Seçim Afişleri’ gibi sergilerde yer aldın. Aktivist sergiler planlayan, avangard bir tavrı olan bağımsız sanat oluşumlarına duyulan ihtiyaç herkesin malumudur. Ama olunca da süremiyor. Gerçi Hafriyat nispeten daha uzun bir süreç… Bu süremeyişin sebebi ne sence? 

ND: Bütün kolektiflerin bir araya gelirken bir araya gelmelerini sağlayan etkenler var.  Ama bir yerden sonra biraz yorgunluk oluşuyor. En doğalını söylüyorum. Maddi sebepleri veya coğrafi, mecburi ayrılıkları geçiyorum. Mesela Hafriyat olaraktan bizi biliyorum, biz hala yoğun bir şekilde görüşen bir grubuz. Ama beraber sergi yapmıyoruz. Sanatla ilgili konuları da neredeyse hemen kendi aramızda tartışan bir grubuz. Bu devam ediyor. Ama mesela ben aynı zamanda Zen’in de üyesiydim, Hafriyat’tan da eski bir müzik grubu. Orada ‘hiç görüşmüyoruz’ demem ama aynı yakınlık, aynı yoğunluk yok. Daha da eskiye gidiyorum. Benim Zen’e katılmam 1992. 32 sene olmuş, çok eski bir zaman. Bir yorgunluklar oluşuyor ve dağılıyor. Biz Hafriyat’ta onun bir derece önüne geçtik. Hafriyat net bir karar vermişti. Bir grup olarak Hafriyat vardı, epey bir zamandır devam eden şöyle bir fikir de vardı: “Artık kendi sergilerini yapmayan, başka şartlarda müze içerisinde, kurum içerisinde, ticari galeri içerisinde sergi yapamayacak olan sanatçıların veya sanatçı gruplarının sergi açabileceği bir mekân açalım”. Bugün gerçekten bu kadar net bir karar almak zor görülen bir şey. Ama tam bu kararla bulunmuş ve açılmış bir yerdir Hafriyat Karaköy. Sonradan alınmış bir karar değildi. Şunu çok büyük bir sevgiyle ve mutlulukla hatırlıyorum. Hafriyat’a sergi teklifleri gelirdi. İnsanlar dosyalar hazırlardı. Biz uzun saatler boyunca Hafriyat Karaköy’de Hafriyatçılar olarak oturup hangi sergiyi, ne zaman yaparız, nasıl yaparız diye konuşuyorduk. Bütün bunlar sıfır bütçeyle ve dayanışmayla oluyordu.  

‘Dayatılmış Bir Form Yok, Üç Kişi Bir Ülkenin Edebiyatını Baştan Yazar’

CM: Bu tür oluşumların, kolektiflerin yitip gitme eğilimine rağmen fikirde ısrarcı olmak gerekiyor mu sence? 

ND: Israr hiçbir zaman iyi sonuç vermiyor. Böyle bir tarafı var bu işlerin. En doğalını söylüyorum. Bunların kıymeti ayrıdır. Bunların olması gerektiğini ben de söylüyorum. Ama içinde bulunmuş birisi olarak eğer miadını doldurduysa, ‘boşanmanın da bir üslubu vardır’ denir ya. Ayrılmanın da bir yolu vardır. Gerçekten onu yapmak gerekiyor diye de düşünüyorum. Ama sanat ortamında, yaratıcı ortamda, kültür ortamında bağımsız yapılara ihtiyaç duyuyoruz. Sadece görsel sanatlar anlamında değil, sinema alanında da, o kadar iyi bilmediğim diğer alanlarda da, edebiyat alanında da bu tür doğrudan resmi kurumlara yaslanmayan kolektiflerin önemi çok şüphesiz. Biz tabi gençken daha hayalperesttik. Bunların nasıl oluşacağı da belli olmaz. Bazen ismi işte Hafriyat gibi bir kolektiftir. Bazen bu bir ticari galerinin kendi çevresinde bile oluşabilir. Bizde bu doğru düzgün hiç olamadı maalesef. Bazen öyle bir kamusal kurum ortaya çıkar ki, iyi bir ortam oluşturur, buluşturur. Bazen bir bardır burası… Edebiyatçılar açısından bakıyorum, bazen bir dergidir. O dergi yeni bir ruh oluşturur. Bazen üç kişidir. Aklıma Garipçiler geliyor. Bazen üç kişi bir ülkenin edebiyatını baştan yazar. Gerçekten de yazmışlar. Bunun formu da dayatılmış bir form değil. Yani çok daha alışılmış resmi kurum formlarının, müze, galeri, STK gibi formların dışında bir form olacaktır. Belki de birisi çıkıp diyecek ki ‘biz bambaşka bir şey yapıyoruz’. Biz de diyeceğiz ki ‘tamam, işte bu’. 

‘İktidarla Çalışmanın Alternatifi Belediye ile mi Çalışmak?’ 

CM: Tam burada, bağımsızlık meselesinde duralım istiyorum. Bir sunumunda yaratıcılık için mesafe koymak kadar, mesafe farkındalığı gerekli diyorsun. ‘Bağımsızlık’ kavramını veya ‘bağımsız kurumlaşmalar’ı bugün nasıl tanımlarsın? Beyoğlu Kültür Yolu sürecinde Beyoğlu’nda dönen rantın bir dizi etkinlikle maskelenmesine çok net itiraz ettin. Burada senin ve diğer sanatçıların, aktivistlerin aldığı tavır üzerinden düşündüğümüzde bağımsızlık kavramı ve bu bağımsız kurumlaşmalar bugün nasıl tanımlanabilir? Aradığımız şey, mutlak bir bağımsız duruş mudur, yoksa en azından mesafesini açık eden bir bağlı-bağımsızlık mı? Şu ‘bağımsızlık’ meselesine bir açıklık getirmek ister misin? 

ND: Bu zor ve önemli bir soru. Kimse mevcut iktidarla birlikte hareket etmez diye düşünüyorum -ki ettiler, ayrı bir konu. Bunun alternatifi olarak da karşımıza Belediye ile, iBB ile çalışmak çıkıyor. Bu ehveni şer midir, bu olur mu? Hele ki bizim büyük kültür kurumlarımız işte aklımıza gelen Arter’i, SALT’ı, bunlar da zaten kendilerince oldukça kuvvetli hiyerarşiler içerisindeyken belediye ile çalışmak olabilir bir çözüm müdür? Ben sıcak bakamıyorum. Yakın zamanda ‘Ortadan Başlamak’ sergisinde de aynı zorluğu yaşadım. Çok sevdiğim, Karşı Sanat’tan Feyyaz Yaman, Ezgi Bakçay çalışıyorlar. Aşağı yukarı ne isterlerse yapacağım kişiler. Ama o sergiye katılmak istemedim. Ama hemen ardından da o sergiye yönelik saldırılar olunca da hemen gittim. Bu böyle bir zorluk. Belki başka tür bir belediye olsaydı çok daha rahat davranabilirdim. Burada gerçekten vaka da önemli. Ama mevcut belediyenin gidişatını sevmedim. Biz Yedikule Bostanları ile ilgili çok net bir şey söyledik. Sadece biz demeyelim, adıyla sanıyla söyleyelim. Kent tarihçileri, kent savunucuları ortaya çıkıp dediler ki: ‘Bu Yedikule Bostanları, Yedikule surlarıyla bir bütündür, bunu koruyalım’. Bu çok zor bir argüman değil. ‘Devrim yapalım’ demiyoruz. ‘Bunları birlikte koruyun’ diyoruz. ‘Korumacıyız’ diyorsunuz. Bunu kabul ettiremedik, kabul ettirmekle uğraşır hale geldik. Buradaki anlayışsızlığın artık tarafı olduk. Orada insanların emeği var, bostancılar gelir elde ediyorlar, bütün hayatları ona bağlı. Zengin değiller. Bir araya gelmekte zorlanıyorlar. Gerçekten orada anlatılabilir, canlandırılabilir bir tarih var. Başka yerlerde yapabildiğini gördüğümüz, kendi tarihine dair belli bir farkındalık sergileyebilmiş bir yönetim var, ama bunu yapmak istemedi. Belki biz de çok inatçıyız. Ama ben en azından belli kişilerin buna mesafesini koruması gerektiğini, dur demesi gerektiğini düşünüyorum. Ama tabii ki başka düzlemlerde bir araya gelebiliriz. Şunu da sevmiyorum: ‘Onlarla bunlar bir’, ‘Madem böyle yaptılar, aynılar’. Hayır, bu da yanlış, aynı değiller. Burada nitelik ve nicelik farkı var. Ama bu demek değil ki, o hamiliği kabul edeceğiz. Çünkü şunu hemen görüyorum. Bir sergi yapılıyor ve o sergide her şeyin vesilesi ‘o kişi’ymiş gibi takım elbiseli bir yönetici geliyor. Adı önemli değil. Takım elbiseli yönetici ve ilerde o yönetici olmak isteyen yardımcıları geliyor, sanki o olayı onlar yaratmışlar gibi orada gezip duruyorlar. Bunu sevmiyorum, eskiden de sevmiyordum. Ama şimdi artık hiç sevmiyorum. 

‘Bir Hikayeyi Kesmişsin de Aradan Bir Söz Almışsın Gibi’

CM: ‘Herkes Heyecanlanır Sanmıştım’ serginde iki bölüm var. Birinde tekliler, diğerinde ise hikayeler var. Ama teklilerin olduğu bu bölümün kendisi başlı başına tek bir hikayeymiş gibi. Mekânı kullanım stratejini anlatır mısın? 

ND: Valla elimizde ne varsa… : ) Elde ne kadar iş ve nasıl imkanlar varsa ona göre… Bunları nasıl asmak gerektiği konusunda çok nettim. Bu oda, yani ‘Tekliler Odası’… Evimde böyle bir odam olsa, bunları aşağı yukarı yine böyle asardım. Dolayısıyla evimde asacağım gibi sergiliyorum. ‘Özel Dersler’i daha önce sergiledim, ‘Özel Dersler’ bir hikayeydi. Bu sergide 55 hikâye var. ’55 hikâyeyi bir arada nasıl sergilersin?’ gibi bir soruyla karşı karşıya kaldım ve bunu düşünmeye başladım. O zaman dedim ki iki oda olacak. İstesem bir oda daha olabiliyordu. Üçüncü odayı video odası yaptık. O da hikayeler odasının video odası oldu. Çünkü bazı hikayeler onlarca kişi baktığında paramparça olacak defterler içerisindeler. Onu Fatih Pınar’la birlikte kaydettik. Ben o defterleri okudum. O da kendi içinde başka bir şeye dönüştü. Böylece o defterleri çevirmek zorunda kalmadan insanlar okuyabiliyorlar. Ama hikayelerin sergilenmesi, hikayelerin birlikte ama birbirine karışmadan sergilenmesi benim için önemliydi. İşte onu yapmış olduk. Ama dediğin doğru, bunlar da yine işte biraz önce bahsettiğim gibi bir hikâyeyi kesmişsin de aradan bir söz almışsın, bir romanın sayfasını açmışsın da bir sahnede böyle bir laf oluyor gibi anlar… Her birine baksan nasıl bir bağlamda konuştuğunu da söylerim. O çok kuvvetli… Uydurma anlar değiller. Bir hikâyenin belli bir anı. Zaten temalar da oradan ortaya çıkıyor. Bazı temalar çok görünür. Ama o temaları vurgulayıp su seviyesinin altındaki diğer temaları ihmal etmemek lazım. İşte şarkılardan uyarlamalar, yaşlanmayla ilgili şeyler, sebep-sonuç ilişkisi ile ilgili çok fazla şey var. Yer çekimi nedense çok ilgimi çekiyor. Bazı hikayelerin hemen seviyenin altında devam eden dinamikleri var. Onlar da baktıkça ve üzerine konuştukça çıkıyor. 

‘Kendisi Olabilme, İfade Edebilme Heyecanı’ 

CM: Serginin adı ‘Herkes Heyecanlanır Sanmıştım’. İki anlamda bakıyorsun heyecanlanmaya ve mesela heyecanlanmayanların sakin de kalamayacağını söylüyorsun. Çok az şeye heyecanlanır hale geldiğimiz bir dönemdeyiz. Guy Debord mesela, nükleer silahlanmanın tehlikelerine karşı korsan radyo yayını yapanlardan heyecanlanıyor. Andre Breton, Sürrealizm Manifestosu’nda özgürlük kelimesinin kendisini heyecanlandırmaya yeten tek şey olduğunu söylüyor. Seni heyecanlandıranları konuşalım mı? 

ND: Böyle bir cümle benim profilimde de duruyor, Hrant Dink’in cümlesi: “Ey özgürlük, ne muhteşemsin sen.” Gerçekten çok büyük bir kavram. Maalesef acı bir şekilde doğru: Özgürlük mümkün olmayan bir şey. Hep peşinde gitmemiz gereken bir şey. ‘Ya var ya yok’ değil. Hiçbir şey böyle değil. İnsanların kendileri olabilmeleri, kendilerini oldukları gibi ifade edebilmeleri beni en heyecanlandıran şey. Bu günlük hayatın en içinde de en günlük anlarda bile olabilir. Gerçekten kendisi gibi olabilen birisi, ya da gerçekten heyecanlandığı şeyden bahseden birisi, o heyecanını ifade eden birisi heyecan vericidir. Ben tabi kendi iç hayatımıza çekerek belki biraz hile yapıyorum. Toplumsal manada düşündüğümüzde artık çok kuvvetli bir baskı altındayız. Kuvvetli özgürlük ifadeleri çok fazla çıkmıyor. Ama işte birkaç gündür Gültan Kışanak’ın sözlerini okuyunca heyecanlanıyorum. 

‘Toplam Anlam Buymuş Dedirtmeyen Bir Durum Hoşuma Gidiyor’

CM: Sergi mekanındaki sergileme pratiğinde zorlayıcı bir yoğunluk var. Özellikle bu oda, ama diğer oda da… Bütünüyle takip edebilmek, hele tek günde bu turu tamamlamak imkânsız. Ama sanki bu da bir tercih gibi. ‘Her şeyi de takip etmeyin’, ‘bir anda hepsini görmeyin’, ‘bazıları da ıskalansın’, ‘ama özen de gösterin’ diyorsun. Öyle mi diyorsun? 

ND: Kurduktan sonra düşündüm, kurarken de farkındaydım: Bir yerde durmalı mıyım? Ama ekledikçe ekliyorum. Bunun sınırı şuydu: Görme sınırının çok altına inme ve görme sınırının çok üstüne çıkma. Görülebilsin. Yine de tabi zorlayan yerler var. Onu korumaya çalıştım. Ama negatif değil. ‘Hepsini okuyamazsınız’ değil. Eğer burada elli iş olsaydı şu his oluşacaktı: ‘Hepsini okudum ve bunun bütünlüğü acaba ne anlama geliyor’. Burada ise bu olmuyor ve bunun olmaması hoşuma gidiyor. Bu bir tür meteorolojik olaya, bir atmosfere dönüşüyor. Bir hava durumunun, bir atmosferin içine girdikten sonra aslında buradaki farklı seslerin de hakkı daha fazla tanınıyor. Toplam anlam buymuş dedirtmeyen bir durum olduğu için farklı seslerin izi daha fazla kalıyor. O hoşuma gidiyor. Hepsinin bir seferde okunmasına gerek yok. İnsanlar yirmi dakika geçirdiğinde de hoşuma gidiyor. Hoşuma gitmeyen, bir girip böyle genel fotoğraf çekenler oluyor. Onu anlamıyorum. Ama büyük bir sebatla girip tek tek hepsini okuyan da oldu. Fatih (Özgüven) gibi daha pratik davrananlar var. ‘Bugün bu duvarları bitirdim, yarın gelip şu duvarları bitireceğim’ deyip geliyor, gidiyor. Video da otuz dört dakika. Oturup hepsini seyreden oluyor. O atmosferin içine girmeyi kabul etmek ve o sesi duymayı kabul etmek demek. Burada benim için en yeni olan şey -hiç yapmıyor değildim, birkaç kere yaptım ama- on iki defteri, on beş hikâyeyi okumak ve o sesi başkalarına dinletmek oldu. O yeni bir şey. 

CM: İmre Azem’in sergi kurulumu esnasında yaptığı çekimlerden öğrendik, mekânın ortasından başlıyorsun asmaya. Düşünme ve sergileme biçimi olarak da ortadan başlamak…

ND: Kendime pay çıkarmak istemem.  Ben bunu nasıl asacağımı biliyordum. Belki ben daha sistematiğim. Burada 1.55 çizgisi var, üç boyutlu kâğıda çizilmişlerle başlarım demiştim kendime, onları sevdiğim için. Ama daha ilk yediyi asarken ben aşağı yukarı nasıl devam edeceğimi biliyordum. Bir yerden başlamak zorundasın. Bu odayı tamamen kendim astım, her adımını bilmek istedim. Başkası da asamaz, çünkü kuralları var. Benim bana göre kurallarım var. İçerdeki odada yardım alabiliyordum. Çünkü bir hikâyeyi yan yana asıldıktan sonra, orada o işin asılmasını birisine emanet etmek mümkün. Ama bir-iki hikâyeden sonra hep bakmak istedim. 

‘Yaratıcılık Verili Olana Meydan Okumakla İlgilidir’

CM: Yine İmre’nin çekimlerinde söz ettiklerinden biri epey ilgi gördü: ‘Yaratıcılık hakkı’. Senin de üzerine yazdığın Moondog, ‘Yeter Artık İnsan Haklarından Bahsedildiği’ demişti… Senin sunduğun ‘Yaratıcılık Hakkı’ teklifi, insan haklarının konuşulduğu ve yeterli geldiği kadarının da epey sınırlı olduğunu düşündürdü bana. Bunu mesela henüz hiç konuşmadık.

ND: Onu tabi hakkıyla konuşabilmek için bunu bir hukukçularla konuşmak lazım. Senle de mesela. : ) Sevgili hocam Hülya Dinçer geldi açılışa. ‘Bak’ dedim, ‘bunu seninle konuşmam lazım, burada böyle bir şey var’. Çünkü biraz temel haklarımızın çerçevesini biliyorum. Neticede bir İnsan Hakları Derneği üyesiyim. Temel eğitimini almış birisiyim. : ) Bu konu üzerine fikir egzersizi yapmış insanlar var mı? Tabii ki bunun daha kuru tarafı, entelektüel haklar tarafı var. Ben ondan bahsetmiyorum. Tamam ama onu da bilmek isterim. Bu aslında benim derslerde de bahsetmiş olduğum, farklı farklı şekillerde yorumlanan, benim çok önemsediğim Beuys’un lafına gidiyor. Beuys’tan önce de söyleyen olmuştur, önemli değil. ‘Her insan bir sanatçıdır’. Bu bir iltifat değil. Bu bir genişletme çabası değil. Bu aslında ‘eğer sanatçı değilsen eksiksin’ diyen ve seni çağıran bir laf. Kendine bakıyorsun, mesela diyorsun ki ‘kendime bazı temel şartları sağladım’. Hayır. Veya ‘yurttaşlık görevimi yerine getiriyorum’. Hayır. Bir insan eğer tam olacaksa orada yaratıcılıkla bağını tam kurmuş olması lazım. Buna vurgu yapmak için… Şu söze hiç inanmadığım için: ‘Sanatçılar ne kadar yetenekli, keşke ben de yetenekli olsaydım’. Biraz benim hikayem de bunu anlatıyor. Ben vaktinde bunu demiş olsaydım, ‘abim ne kadar yetenekli’ deseydim bunu yapmamış olurdum. Halbuki bambaşka yerlere doğru evrildi ikimizin de hikayesi. Yaratıcı sürecin çok türlü yolu var. Yaratıcı süreçle ve yaratıcı düşünceyle, kendine sunulanı kabul etmeyip onu dönüştürmeye çalışmakla her kişinin bir bağı olmalı. Bunun kolektif yapıyı oluşturmak için de kritik olduğunu düşünüyorum. Her aşamada yeni yapılar oluşturabilmek için yaratıcı katkıda bulunman lazım. Yaratıcı şekilde düşünmen lazım. Tabi bunun hepsini oluşturacak bir kavramsal çıkış yapmak lazım. Bu onun belki nüvesi. Bunu mutlaka başkaları da düşünmüştür. Özgürlüğün kilidi, anahtarı yaratıcılıktır. O olmadan özgürlüğün yoluna çıkamayız. Eğer o bir süreçse, özgürlük yoluna yaratıcılık olmadan çıkamayız. Belki de yaratıcılık verili olana meydan okumakla ilgili bir şeydir. 

CM: Son olarak, Cumartesi insanlarındansın. Her hafta Galatasaray Meydanı’nda buluşan aktivistlerdensin. Nihayet çok istikrarlı bir ısrarın sonucunda AYM’nin de kararı uygulanarak Cumartesi Meydanı’na ulaşıldı. Zor bir dönemden geçiyoruz, aktivist mecralar daraldı, sansür inanılmaz vaziyette. Meydanlar, sokaklar daraldı. Bu ‘bir avuç’laşma sürecinde yeni aktivist yöntemler, yeni eylem biçimleri veya söylemler bulunur diye umut ediliyordu, o da olamadı belli ki. Ama bir itiraz dalgası hala var ve o yok edilemedi. Belki artık taleplerin kamusal olarak zikredilmesinden sonuç beklemeye dair inanç da azaldı. Sen bu vaziyeti nasıl değerlendiriyorsun?  

ND: Yedi sekiz sene önce konuştuğumuz şeylere bakıyorum, kendimize çok daha az sansür uyguluyormuşuz. Daha rahat konuşuyormuşuz. Şimdi ister istemez herkes çok daha koşullu konuşuyor. Böyle bir şey var. Buna şüphe yok. Bazı sözleri çok daha zor söylüyoruz. İnsan kendini sansürlediğinde kendine iki şey sormalı. O kuvvetli his geldiğinde, bunu dememeliyim hissi geldiğinde… Ben bunu gerçek bir tehlike olduğu için mi yapmıyorum? Kendimi gerçek bir tehlike karşısında mı durduruyorum? Yoksa sistemin tam da istediği şekilde belli sınırları içselleştirdiğim için mi duruyorum? Bu kritik soruyu aşabildiğiniz zaman, en azından cesarete doğru bir adım atmış olursunuz. Çünkü bazı cesaret örneklerine bakıyorum, çok dizginsizse büyük cesaretler sergileyen insanlar da var aramızda. Tabi ki onların örneğini de anlatmamız lazım. Ama otosansürü aşmak imkânsız değil. Bütün bu baskıya karşı bir dil kurmak da imkânsız değil. Bunu umuyorum vaktimiz elverdiğince burada konuşacağız. Ayın 24’ünde (24 Ocak) Aslı Odman’la birlikte bir sansür konuşması yapacağız. Sansürün etkisinin de çok arttığı bir zamandan bahsediyoruz. Hepsi bizim suçumuz, vay biz kendimize otosansür yapıyoruz, böyle de bakmamak lazım. Tabii ki çok fiili neticeleri olduğunu sana söylemeye gerek yok. İnsanın söylediği şeyin fiili karşılığı olabiliyor. Ama akademik otosansür, sanatta otosansür; bunlar artık uzmanlaşmış alanlar. Akademik boyutta şu da var: Bir akademisyenin diğerine uyguladığı sansür. Sözlü tacizden fiili engele kadar… Bunların hepsinde o çifte soru geçerli. Tabi ki amacımız sansürü tamamen ortadan kaldırmak. Burada iktidarın en büyük başarısı, herhangi bir çaba göstermeden bireylerin, kurumların, grupların kendi içerisinde bu işi çözmesidir. Barış Akademisyenleri sürecinde de bunu gördük. Belli üniversite yönetimleri aslında böyle yapmamaları mümkünken, yine de upuzun listeler hazırlayıp o insanların KHK’lanmasına, atılmasına vesile oldular. Bu üniversite yönetimleri içerisinde de dışarıdan demokrat görünen, hatta solcu görünenler bu süreçlerin bir parçası oldu. O üniversite yönetimlerinin kararlarına destek oldular. Bunu anlayıp bir yerinden kesmemiz lazım. 

Daha fazla yazı yok
2024-04-29 00:24:13