A password will be e-mailed to you.

Proust-Pamuk-Hafıza … Orhan Pamuk’ un Masumiyet Müzesi’nden esinlenerek sahnelenmiş oyun, hem okuru hem seyirciyi çok mutlu edecek bir eser. Oyunun yönetmeni Emre Koyuncuoğlu ile konuştuk…

 

Sıcacık günlerden merhaba; bu yaz, bütün karmaşasıyla hayatımıza tahmin edilemez yerlerden damgasını vurmaya devam ediyor değil mi? Hepimizin kalbine çizikler atan bunca olayın ardından elbette yepyeni sanatsal yanıtlar verecek hayat…

Sezonun açılmasına çok az kaldı; tiyatrolar harıl harıl hazırlanmaya başladı huzurlara çıkmak için… Sezon açıldığında heyecanla izleyeceğimiz-oynayacağımız oyunlar ve elbette okuyacağınız röportajlarım olacak… 

Bu sürede size zımba gibi bir dosya sunmak istedim: Festivalde izlediğim, oyuncu ve seyirci olarak hayranlığımı kazanmış bir yönetmenin özel bir projesinin dosyası: Proust-Pamuk-Hafıza … Orhan Pamuk’ un Masumiyet Müzesi’nden esinlenerek sahnelenmiş oyun, hem okuru hem seyirciyi çok mutlu edecek bir eser. Polonyalı oyuncuların oynadığı, Türkiyeli bir yönetmenin yönettiği oyun ‘dünyalı’ diliyle seyircinin kalbini çalarken, anlattığı dönemde Türkiye’nin başından geçen her şeyi bir aşk hikayesi üzerinden paylaşarak, hafızamızı tazeliyor… Oyunun yönetmeni Emre Koyuncuoğlu ile konuştuk…

(Üç parça halinde yayınlayacağımız bu yazı bir oyun dosyası ya da bir röportaj dizisi olarak Sanatatak’ın okura bir yaz hediyesidir…) 

 

Özlem Ünaldı: Masumiyet Müzesi’nin hikayesi üzerinden güzel bir Proust-Pamuk-Hafıza bağlantılı bir oyun izledik, çok teşekkür ederiz…


Emre Koyuncuoğlu: Gerçek anlamda çok emek verilmiş bir iş olduğunu ve iki ülkenin sanatçılarının bu işin gerçekleşmesi için inanılmaz özveride çalıştığını söylemek isterim. Bu özveri tanımı neredeyse klişe gibi tınlıyor ama maalesef gerçek bu. İki ülkenin bir arada bir kültürün en değerli sanatçılarından birini Orhan Pamuk’u, eserleri üzerinden kendi gerçeğinde ve batı dünyasının en büyük edebiyatçılarılarından Marcel Proust’u referans alarak çalışmak istemeleri aslında paha biçilmez. Bu proje bence köklü ve güçlü bir tiyatro kültürü ve geleneği olan Polonya Tiyatrosu’nun Türkiyeli sanatçılarla çalışarak dünya seyircisine hediye ettiği bir oyundur. Bu işin içinde olduğum ve böyle bir dönemde (Tiyatromuzdan bahsediyorum) böyle bir işi gerçekleştirebildiğim için çok mutluyum. Benim için bu iki isim;  Proust ve Pamuk üzerine çalşmak ve bir oyun metni çıkarmak çok iddalı ve korkutucu bir işti. Polonyalı sanatçı ve organizatörler desteklemeseydi belki de girişemezdim.

 

 

Ö.Ü.: Projenin çıkış cümlesi ne? Pamuk’u, Masumiyet Müzesi’ni, Istanbul’u size ‘bunu sahnede anlatmak istiyorum’ dedirten şey neydi?


E.K.: Ben edebiyat eserlerini sahnede düşünmeyi seven bir yönetmenim. Projede benim yönettiğim bölümde ‘Masumiyet Müzesi’nin’ hikayesi öncelikle dikkat çekse de; oyun; hikayenin referansında çok fazla göndermelerle, şimdiye, Proust’a, Polonya’ya, Istanbul’a, bu ülkede kadın olma durumuna, gelenekle ve moderniyetle ilişkimize, ikinci el dükkanlarda ve depolara kaldırılmış geçmişimiz, kimliğimiz, bir tür aslında benim kendi yaşadığım dönem (1990’lar diyelim) itibariyle, Pamuk”un ‘Istanbul ve Hatıralar” da anlattığı 70’ler den 85’lere kadar olan dönemden, günümüze kadar gelen böylelikle şimdi yi anlatabilmek için bir çok değişeni de eklemlediğim (ve aslında şekil dışında çok da fazla şeyin değişmediğini aktarmaya çalıştığım) yaşadığım yerle ve yaşadığım ilişkilerle bir iç hesaplaşma. Aslında benim için aynı zamanda başlamak istediğim otobiyografik anlatılara giriş çalışması.    

 

Proje, öncelikle Proust’la başlıyor. Hem iki bölümün ilk ayağı olarak, hem de projenin konsepti olarak. Garbachowski, Proust’un 5. Kitabı’nın yine hikayesinden yola çıkarak sahnelediği oyun-film projenin ilk ayağı. Ancak projenin temelini ikisinde öne çıkan hassasiyetler ve edebiyatlarının yapısına sinmiş zenginlikler oluşturdu. Proust ve eserlerinde yer alan dönem, şehir kültürü, farklı sınıflar arası ilişki biçimleri, ‘sosyeteye’ ya da ‘cemiyete’ ait olma ve birey kalabilme mücadelesi, sonuçları olarak her tür ve anlamda ‘kayıplar’, kayıp olanın peşinde gerçek ile kurgu arasında oluşan bir kişisel algının özgünlüğü, ‘uyku ile uyanıklık’ arasında olma durumu, kaybetmenin dayanılmaz boşluğunu kapatma yöntemleri (zamansal, tarihsel, kişisel) aşk, cinsellik, kadın olma, erkek olma, hepsi olma hali, kıskançlık, bunların topluma yansımaları, toplumsal dönüşümler, dolayışıyla veya bağımsız kişisel dönüşümler (ki bu kişisel olan dönüşüm toplumdan ne kadar kopuk olabiliyor, zaten romanların temel sorgulamalarından biri) yine kayıplar, hafıza, hatıra, anın kaybı…  gibi daha çok eklemelerde bulunabileceğim bir kültürel okuma yaptık. Buradan bir sahne filmi çıktı. Oyunun ilk bölümü olarak sunulan Proust filmini seyredip ‘Yok artık oyuna geldik, film seyrettirdiler’ eleştirisine katılmıyorum çünkü bu oyunun bir parçasıydı. Sinema perdesine yansıtılması kafa karıştırıcıydı sanırım ama oyunun bir parçası olan bir film nereye yansıtıldığıyla değerlendirilmemeli. Ama ‘sinema perdesi’ tercihinin tabi ki bilinçli yapıldığını da söylemek isterim. Çünkü oyunda ‘batılı olma’ durumu, Masumiyet Müzesi’ndeki Yeşilçam sineması göndermeleri, hep bir noktayı işaret ediyordu. Sinemasal bir gerçekte batılılaşma… ‘Artizt gibi’ giyinme ve davranma ve öpüşme.. ‘Gibi olma’ sanki ‘olma’ymış gibi… Batı kültürünün bizde ve daha birçok ülkede özümsenme biçimi sanki… Ve tabi halen Hollywood’la süren ekonomik ve politik boyutu da işin ayrı bir katmanı..

 

Bu projede çalıştığımı bilenler bana sürekli bir Proust-Pamuk karşılaştırması yapmaya çalıştılar.  Pamuk mu daha iyi, Proust mu…  Burada bir yarış yok. Bu algıyla projeye bakmayı baştan sorunlu görüyorum. Çünkü, Orhan Pamuk öncelikle çağdaş bir romancı. Pamuk tabi ki, Proust’u okumuş ve tabi ki geçmişteki diğer tüm yazarlardan aldığı gibi ondan da alacağını almış ve onu çok iyi özümsemiş bir yazar. Pamuk, bu kültürel donanımıyla, burayı, İstanbul’u yaşadığı yeri, buradaki kültürü kendi gerçeğinden ve (70-80’ler İstanbul’unun gerçeğinden) atmosferinden esinlendikleriyle anlatıyor.  Yani, Pamuk, burasını ve bugünü, dünya kültürüne eklemleyerek, yine önce kendinden, sonra da bizim kültürümüzden yola çıkarak, dünya kültürüne değer katan eserler üretiyor. Çünkü dünya medeniyetinin / edebiyatının dilini kullanmasını çok iyi biliyor. Bu dünya medeniyetine eklemlenmek, buradan katkıda bulunmak durumunu ben çok önemsiyorum. Pamuk’un çağdaşı olmaktan ve aynı kültürden olmaktan gurur duyuyorum.

 

Biz de dünya değerlerinden yola çıkarak, yine dünya seyircisine, birlikte (iki farklı ülkenin yönetmenleri olarak) bir şeyler üretmek istediğimiz için böyle bir projeye soyunduk. 

 

Aslında ben Pamuk’u çalışa çalışa öğrendim. Başta Orhan Pamuk’un edebiyatını şimdiki kadar tanıdığımı söyleyemem.  Bu süreçte yalnızca eserlerini değil, hakkında çıkan neredeyse her şeyi okudum. Ve onunla ilgili çok düşündüm. İstanbul üzerine düşündüm. 70’lerin İstanbul’u üzerine. Kent kültürü üzerine, politik olarak İstanbul’un dönüştürülme projeleri üzerine…Bu kentin ‘kaybolmuş’ bilincinin ne olduğu üzerine… Kendimin, bu kentle ilgili yaşadığım ‘kayıplar’ımın ve hafızam üzerine… Bu kaybetme ve kayıp peşinde olma bilincinin ne kadar kendi adıma beni de tanımladığını fark ettim…

 

Proje sürecinde çok somut kayıplarım da var… Proje’ye başlarken, babamı kaybettim. Babam da ölmeden önce hastalığı nedeniyle hafızasını kaybetmişti… Oyunda Kemal’in babasının mekanlar arasında kaybolması ve ara sıra  ‘Ben kimim? Neredeyim…’ cümlelerini sayıklaması, aslında benim kulağımda çınlayan cümlelerden…  Geçen yıl gariptir, hep küpelerimin eşlerini kaybettim…! Kalan teklerini de -belki biraz tepkisel olarak- hep birilerine hediye ettim. Oyunu çalışırken bir ara ‘zaman’ kavramını kaybettim, abartmıyorum; saatler, tarihler birbirine karıştı. Bu, yalnızca bende de olmadı. Oyunun dekor, aksesuar, halı ve kostüm tasarımını yapan Yasemin Nur’un da başına geldi. Tarihleri ve saatleri not etsek de yanlış algılamaya başladık. 

 

Vefalı olmak hoşuma gidiyor, kültür böyle oluşuyor, bu topraklarda sanat üretmiş, kültürüne katkı sağlamış insanların bıraktıkları yerden başka bir alandan da olsa, devam etmek, ya da onlarla yan yana durmak, hoşuma giden şeyler. O zaman kültür ve sanat alanında emek veren biri olarak bana da düşen bir şey, bir sorumluluk var diyorum ve bir katkı değer üretebildim, diyorum kendi kendime. Sevim Burak ‘Afrika Dansı’ projesi, ve TAL”le ortak çalışmak, IBBŞT’de Ayşenil Şamlioğlu’yla Çağdaş Gösteri Sanatları Merkezi oluşturmak, ‘Irk Bitig’ şamanik fal metnini sahneye taşımak, hep bu eklemlenmeler adına da yapılmış çalışmalar. Sivil ve kültürel tarih böyle oluşuyor diye düşünüyorum, art arda, yan yana eklemlenerek.  Ama bu bir müze anlayışımı bilemiyorum. Müzeler hep ölü mekanlar gibi gelmiştir bana. Belki de bizim bu topraklardaki müze anlayışımız bana bu hissi veriyor. Orhan Pamuk gibi, çok farklı anlayış ve tasarımlarda müzelere de gittiğimi söyleyemem. Oyunda sahne tasarımını müze fikri üzerinden değil, ikinci el satış yapan bir depo mekan fikrinden yola çıkarak kurguladık. Bizim oyunda bir müze yok, hatta müze fikri bile yok. Daha çok, eski eşyaların toplandığı bir yığıntı var. Sahnenin tamamına baktığınızda. Tarih ve hafıza halen karman çorman, düzen yok. Değersiz bir mekan gibi satışa sunulmuş. Ama ışıkla mekanın belli bölgelerine fokuslandığımızda o alanda oluşan yaşam alanı hepimizin hatırladığı çok net ve çok değerli bir parça oluveriyor. O an her şeyiyle, oyuncuların öncelikle yarattığı ‘an’la  (yani yaşamla) biraz önce atık olarak gördüğümüz nesneler, eşyalar, depo gibi gözüken yer bir değere dönüşüyor. Tıpkı Pamuk”un ‘Masumiyet Müzesi’nde birçok objelerin birarada bir bütün halinde kurgulandığı kutuların bize kişisel olarak hatırlattıklarıyla, hafızamızda canlı bir hikayeye dönüşüyor olması gibi . Sahneler o anlamda kurgulandı daha çok. ’Müze’ olgusu, oyunu çalışırken başından beri benim için sorunlu bir alan, bir çatışma alanıydı. 

 

Masumiyet” ve “Müze’ birlikte tanımlanabilir mi? Bu birbirine karşıt durumların varolma biçimleri sanırım burada ve şimdi’ yaşananların bir tanımlanma biçimi. Masumiyet Müzesi fikri ve kendisi inanılmaz etkileyici. Müzede gezerken, şimdinin Istanbul’unda yaşarken yüz yüze geldiğim değişim karşında hissettiklerimi yakaladım. ‘Acaba ben de bir kurgunun parçası mıyım?’, ‘Hayatım, yaşarken çoktan müzelik mi oldu?’, ‘Çoktan rafa mı kaldırıldım?’ ‘Benim hayatım gerçek miydi, kurgu mu?’ ‘Kim benim geçmişimin gerçekliğine tanıklık edebilir’ gibi sorular içinde kendi döneminize, yaşamınıza mesafeden bakma, kutulanmış ve genelde çoktan unuttuğunuz detaylarla dolu müzede dolanırken, bazen gerçek kahraman olduğunuza, bazen de yaşayan bir hayalet olduğunuz hissine kapılıyorsunuz. Tüm bu gerçeklikle kurgu, şimdi ve hafıza, bir yere ait olma hissi ve yabancılık gibi hissettiğim karşıtlıkları oyuna yerleştirmeye çalıştım.

 

Ö.Ü.: Hikayede cinsiyet ayrımının, kadın ve erkek olarak toplumsal konumlanmanın hissedildiği çok yer var; bu durum size yön verdi mi?


E.K.: Tabi, kadın olmamdan ötürü de oyun da zorlandığım bir çok durum oldu. Pamuk, Kemal’i, şımarık, zengin, iyi eğitimli (yani donanımlı)  -batı ile doğunun arasına sıkışmış diyemeyeceğim tam tersine- pragmatik bir şekilde gerektiğinde batılı gerektiğinde doğulu gibi davranan (ya da kendi batı doğu algısındaki tanımlara göre bunu yapan), kolaycı, bir burjuva Istanbul Türk erkeğini ağzından hikayesini anlatıyor. Böyle bir karakterden gerçekten her zaman uzak durmuşumdur. Yani, etrafımda çok olan, bana çok tanıdık gelen ve çok uzak durduğum bir karakterdir. Sevmediğim bir karakterin hatta negatif tepkilerle dolu olduğum bir karakterin kendisine kurbanlar- özellikle kadın kurbanlar – seçerek nasıl ‘aşkı’ sonradan da ‘soyut aşkı’ bulma yolunda giderken nerelerde saplandığını anlatmak bana başta hıc de çekici gelmedi ve istemedim. Benim için bu nedenle de zor bir süreçti. Sevmediğin bir tarzın, belki de tepkisel çok şey ürettiğin bir tarzın anlattığı hikayeyi, onun sana hatırlattığı duygulara yenilmeden hikayeyi kendi gerçeklerinde görebilmek… Füsun’un perspektifinden oyunu çalışmaya başladım. Sürecin bir yerinde vazgeçtim. Çünkü Füsun’lar halen Kemallerin hikayelerinin içinde kendi hikayelerini yazmaya çalışıyorlardı. Bir Kemal perspektifi ve durumu var, ya ona karşı ya onun yanında, ya da sanki yokmuş gibi davranarak ya da varlığına her koşulda sorgusuz tam destek vererek vb… Dirensek bile hep bir yaslanma var. Kendimi de katıyorum tabi ki. Herkes aslında Kemal’in anlattığı hikayeyi yaşıyor… Ve bu hikayede Kemal’in aşk nesnesi olarak ‘unutulmazlar arasında’ bir kimlik kazanıyor ve hikayesi anlatılır olabiliyordu. Müzede bir Füsun heykeli var. Çok orantılı bir şekilde küpesi, kolyesi elbisesi ve ayakkabıları yerleştirilmiş. Sanki orada içinde bir zamanlar Füsun varmış da erimiş uçmuş falan ya da görünmez olmuş gibi duruyor. Bu heykel ya da enstelasyon beni çok etkiledi. Görmek istersen oraya bir yüz beden kurgulayabiliyorsun, istemezsen de o zaten yok deyiveriyorsun. 

 

Bu çok kızdığım ama yaşadığım toplumda var olduğunu bildiğim, kadın ne yaparsa yapsın, varlığının istendiğinde görünür olduğu ve ne şekilde görünür olabileceğinin de belirlendiği, istenmediğinde de ne kadar orada olsa da ‘yok’ olarak tanımlandığı bu durumu sahnelemenin en iyi yöntemi; aslında Kemal’in hikayesini tamamen dibine kadar onun Kemal’in gerçekliğinde anlatmak, ama ayrıca o anlatıya parallel sahneler kurgulamak olduğunu düşündüm. Tek bir hikaye dinlesek de, çok farklı davranışlar, tepkiler ve varoluşlar söz konusuydu.  Görünürle görünmeyenleri yan yana koymanın güçlü bir eleştiri oluşturacağını düşündüm ve sahne metnini bu fikir üzerinden yazdım. Paralel sahnelerde kadın karakterlerin yaşam detayları ve ilişkilerindeki konumları sahnelendi., Farklı eğitim ve ekonomik olanaklardan gelen, farklı nesillerden kadınların aynı zamanda ve aynı toplumsal koşullarda kendi gerçeklerinde nasıl varolduklarını belli öneriler üzerinden oyuncularla da çalışarak kurguladık… 

 

Öncelikle, tabi ki kendimde, sonra da çevremdeki kadınlarda gördüğüm öfkeyi sorgulamak istedim. Uzlaşı ve uzlaşma kültürü, konuşabilmek, soru sorabilmek, yaratıcı diyalog neden gerçekleşemiyor? Toplumsal değil, iki seven insan arasında bile… Bir de tabi; ‘ne olursa olsun idare eden’, ‘sisteme (evine/ düzene) yaslanmış, asılı kalmış yaşamayı tercih eden, evliliği garanti bir hayat, ekonomik kurtuluş olarak bakan, çevresini oluşturan insanların imajına eklemlenmek için yaşayan, hep bir ‘mutluluk’ oyunu oynayan, yitik, korkak, saklanan, öfkeli insanlar olduklarını fark etmeden hiç bir hedefi, sorusu, heyecanı olmadan ‘istikrarlı’ yaşamayı tercih eden ve bunla çelişen, herşeyi de vahşice yok etmek için her türlü yola başvurabilecek kadar gözü dönmüş olabilen ya da hep çaresiz, güçsüz ve bakıma muhtaç olarak kendine yer edinmeyi tercih eden, ya da gizli angajmanlar, kumpaslar, dalavereler, dedikodular, oyunlar oynayarak karşısındakini ‘konuşmadan, bir şey demeden’ kontrol etmeye, yönlendirmeye çalışan kadınlar var. Oyunda onların Kemal karakterini nasıl beslediklerini, onun hikayesini nasıl renklendirdiklerini ve sevgisizlik içinde kendi kendilerinin ve çocuklarının hayatlarını aslında nasıl yok ettiklerini göstermek istedim. 

 

Füsun’un Kemal’e çocukluğundan beri yaşadığı ‘sıradan’ taciz olaylarını anlattığı bir bölüm var. İşte filanca babasının arkadaşı gel kucağıma otur demiş, ve adamın eli hep kızın kalçasında durmuş, yok köşede biri mıncıklamış, otobüste biri ellemiş, yok sokakta ‘arkadaş olalım mı’ diye peşine takılmışlar, birisi açıp göstermiş kaçmış falan. Bunların bir kaçı eminim her kadının başına gelmiştir, bu toplumda. Füsun bunları sevgilisine anlatıyor ve erkeklerden korunmayı kendi yöntemleriyle nasıl öğrendiğini de aktarıyor o arada. Yani, aşk yaşadığı erkeğe, yaşadığı erkek tacizlerini anlatıyor. Bu sahneyi prova ederken, sahne kendi gerçeğini kendi ele verdi. Ve ben ortaya çıkandan Emre olarak çok etkilendim.  Füsun’u oynayan Iza bana soruyor: Tüm bu taciz olaylarını Kemal’e nasıl bir duyguyla aktarmalıyım? Deniyoruz. Ben once, “çok sıradan bir şeylermiş de, sen de onları halletmişsin, artık bir önemi kalmamış gibi oyna” falan diyorum . Çalıştıkça, 18 yaşına kadar bu kadar taciz olayıyla karşılaşmış bir kız olan Füsun’da aslında çok derinde büyük bir öfke birikmiş olacağını biraz da farklı bir kültürden gelen bir oyuncunun tepkilerini dikkate alarak idrak ediyorum. Peki bu birikmiş bu öfkeyi, en yakını olan bir erkeğe, sevgilisine nasıl anlatabilir, sorusunda takılıyoruz. Ve işte o inanılmaz sahne çıkıyor, sonrasında. Oyunda en sevdiğim sahnelerden biri. Füsun gazoz şişenin içindekini, önce biraz komiklik olsun diye Kemal’in yüzüne püskurtüyor, ve Kemal’in rahatsızlığından zevk aldığını keşfediyor. Ve tabi, hikayesini anlatmaya devam ettikçe karşısındakini aşağılayan, ve aşağılanmasından zevk alan ve giitikçe daha şiddet içeren bir tavır ortaya çıkıyor. Sahne neredeyse ruhu acı çeken birinin kendi acısını tanımlayabilmek için sevdiğinin canını yakmaya ve aşağılamaya kalkması ve seyirciye ‘Kimse yok mu’ diye bağırdığı çaresiz çığlığıyla sona eriyor. Füsun Kemal’in karşışında soyunuyor ama yaraları ortaya çıkıyor… Yarasına dokunursan da, karşısındakini tırnaklıyor. 

 

 

Ö.Ü.: Orhan Pamuk yazım ya da prova aşamasına dâhil oldu mu?


E.K.: Başında yazıştık, ona ne yapmak istediğimi aktardım. Aynı zamanda iznini almak için. Bana projeyi desteklediğini yazdı. Daha sonra da hiç dahil olmadı.

 

Ö.Ü.: Bu kadar çok okunmuş ve sevilmiş bir romanı ve bu kadar değer verilen bir yazarı ele alırken, ‘sahneye’ taşırken okurunun beklentisi ve karşılaştığında ortaya koyacağı tepkisini düşündünüz mü? Başınızdan neler geçti?


E.K.: Bunu düşünmemeye çalıştım. Bu durum beni ve sahne yorumunu daraltırdı. Ama Orhan Pamuk’u, ve Istanbul ve Hafıza konseplerini Polonya’da düşünür olmak, herşeye, kendime, bize dışårdan bakmak olanağı verdi. Oyunculara karakterleri tanımlarken, yaşananları aktarırken, ben kendimle ve hikayemizle çok yüzleşme fırsatı yakaladım. Bu açıdan benim için çok değerli bir deneyim oldu. 

 

Örneğin,12 Eylül dönemini tamamen ‘uyku ile uyanıklık’ arasında yaşanan bir kabus’ gibi sahneledik. Füsun’un kocası Feridun’u ve Füsun’un babasını onu sorgulayan sıkı yönetim askerleri olarak görüyor, ya da Kemal öyle algılıyor… Birbirlerini sıkıştırıyorlar, bedenen üç erkek birbirinin nefes almasını engelliyorlar, yüzlerinde gülen ve ağlayan tiyatro masklarıyla… Kemal’le eğleniyorlar, bir yandan. Ya da bu travma, Kemal’in içindeki korkusu ya da kompleksi gibi dışa vuruyor. Politik dilde ve medyada riya ve yalanla dolu bir duruma tanımlamak için sürekli kullanılan ‘Bir tiyatro izledik’ gibi tiyatronun değerini indirgeyen ve adileştiren üsluba aslında sarkastik bir gönderme yapmak istedim. Orhan Pamuk’un tamamen atmosfer olarak sunduğu ve bence çok ironik olarak Kemal’in ‘biz hiç bulaşmazdık, sokakta olan bitene’ tavrını, bugünkü ‘Gezi’ olaylarının görüntüleriyle verdik… Oyunda çok zamansal olarak üst üste bindirmeler var. 

 

 

Devamı yakında …


Daha fazla yazı yok
2024-04-28 05:58:11