A password will be e-mailed to you.

Yıldız Doyran’ın sanatı üzerine çıkan kitabın editörlüğünü ve sanatçının 3 – 23 Mart 2022 tarihleri arasında Beşiktaş Belediyesi MKM Çağdaş Sanat Galerisi’nde yer alan sergisinin eş küratörlüğünü yapan Nilgün Yüksel ve Dilek Karaaziz Şener, sergi çalışması için bir araya geldiklerinde ortaya attıkları soru cevaplarla Doyran’ın sanatını serbest bir bölgede tartıştılar. Yıldız Doyran kitabında da yer alan söyleşiyi Sanatatak okurları ile paylaşıyoruz.

Doğa bir kelime olmanın ötesinde ne anlama gelir?

Nilgün Yüksel: Bugün birçoğumuzu öylesine söyleyiverdiği doğa kelimesi, yaşama dair her şeyi içinde barındırır. Modern zamanlarda her ne kadar bir kopuş söylemiyle hareket etsek de gerçeklik aksini gösterir. Doğa bir kelime olmanın ötesinde varlığın kendisidir.
Yıldız Doyran doğaya ait parçaları hiçbir müdahalede bulunmadan yerleştirmelerinde kullanır. Aslında bu tek bir an, küçük bir ayrıntı ile anlamın çoğaltılması üzerinden okunabilir. Eğer tek birim bütünün bilgisini taşıyorsa ayrıntı da bize anlama dair bilgi iletme gücüne sahip demektir.

Dilek Karaaziz Şener: Öncelikle “doğa” kelimesinin anlamına bakalım. Birincisi, “kendiliğinden var olan ve insan etkinliğinin dışında kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren, canlı ve cansız nesnelerden oluşan varlığın tümü”; ikincisi ise “insanlarca değiştirilmemiş, yozlaştırılmamış olan, doğal güzelliklerini koruyan, genellikle kent dışı yerler” olarak sözlükte doğa kelimesinin anlam karşılığını buluyoruz. İnsan için doğa, yaşam alanından kaçıp bir çeşit katharsis olarak sığınma ve arınma bölgesi gibi. Böylece bugünün insanı, esasında kelimenin anlamı dışında kendine özerk dünya olarak yeni bir bağlamı yaratmış oluyor. Doğal, fiziksel, maddi, kısaca tüm evren olarak tanımlayabileceğimiz doğa kendi yaşamsal sürecini yaşarken insan eliyle ciddi yaralar alıyor hatta birçok canlı varlığın yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu, birçoğunun da ortadan kalktığını günümüz dünyasında söylemek mümkün. Peki, ne yapmalıyız? İnsanoğlu iki ayağı üzerinden durup alet yapabilme fikrine vardığı günden beri gelecek kaygısı, hep bir sonraki zamana iz bırakma tasası içinde hareket ederken doğayı karşı karşıya bıraktığı tüm tehlikelerden nasıl koruyacaktır? Korumakta mıdır, diye bir soru da akla gelmiyor değil. Yine de keşmekeş cümlelerinden uzaklaşarak, doğayı kendi sürecine ve normal yaşam seyrine yeni baştan getirmek insanoğlunun bir vicdan görevi gibi. Son zamanlarda dağılan tüm dengeyi daha doğrusu doğayı korumak için dünya sanat ortamında birçok sanatçının gerek bireysel gerekse inisiyatif/kolektif olarak doğayı temel alan tematik proje, sergi veya sanatsal gösterilerle işler üretipdünya insanlarına geleceklerine ancak ve ancak doğanın korunması, dünyanın dengesinin sağlanmasıyla sahip çıkılabileceğini göstermek için çalışıyor.
Yıldız Doyran, uzun zamandır hep doğa merkezli resimlerle ve işlerle çıkıyor karşımıza. Doğanın sesi, doğanın rengi, doğanın çığlığı olmak için projeler üretiyor; sergilerinde özellikle doğadan kesitlerle farklı ve vurucu çok disiplini bir yelpazede bir çeşit “Mother Earth” sıfatıyla devamlı üretiyor. Amaç, doğayı sahiplenmek, farkındalık yaratmak ve doğadan gelen her şeyin bir gün yeniden doğa tarafından yeni baştan isteneceğini insanlara göstermek.

Nilgün Yüksel

Doğayla Özdeşlik ne demektir?

NY: Aslında tam da yazıldığı gibi okumak gerek bunu. Eğer yaşıyorsak ve deviniyorsak kendimizin ve bütünün doğasıyla hareket ediyoruz demektir. Büyük kentler, o kentlerin içinde özel, bazen steril alanlar yaratmış olmak doğayla özdeşliğimizi bitirmez. Biraz önceki kopuş kelimesine yabancılaşmayı eklemek gerek belki. Ama bu aynı zamanda kendimize ve yaşama da yabancılaştığımız anlamına gelir ki günümüz insanının şizofrenik açmazlarından biri de budur sanırım.
Doyran’ın yerleştirmelerine döneceğim. Bu yerleştirmelerde, birçok sanat yapıtında olabileceği gibi, biz sanatçının kişiselliğine dair bilgiler de ediniriz. Doyran’ı yakından tanıyanlar onun doğayla bir özdeşlik kurduğuna tanık olmuşlardır. Onun için doğadan bir parçayı sergilemek aslında kendinden olanı, özdeşlik kurduğunu göstermek anlamına gelir. Başka bir deyişle bedenin simgesel anlatımı diyebiliriz buna. Çünkü hayalgücünün ötesinde simgesel olarak bir ağaç kavuğunda, bir su birikintisinde eriyebilmek mümkündür.

D.K.Ş. Doğaya özdeşlik ve doğala özdeşlik, günümüzde, bu iki kavram birbirine karışmış durumda! Çoğu zaman, doğal ile doğa, özdeşlik denilince aynı bağlamda okunuyor. Şehirlerde insan kendine özerk yaşam alanlarında steril (arınık), buna “korunaklı” demek de mümkün sanırım, daha küçük ölçekte ve de aslında müdahale edip, kontrol edebilecekleri alanlar yaratmış durumda. Bu konuda sana katılıyorum Nilgün. Çok haklısın tespitlerinde. Fakat sorun alan yaratmanın ötesinde çoğunlukla ki bu benim görüşüm, doğayı kendi kontrolüne alma güdüsünün sonucu olarak bu “arınık yeni doğacıkların” oluşturulduğunu düşünmekteyim. Ne zaman ki Paris’te saray ve soylu sınıfın yaşadığı fildişi kulelerinden (saraylarda, şatolarda) doğa rasyonalizmin etkisiyle biçimlendirilmeye başlandı, işte o andan başlayarak parklar, bahçeler ve benzeri alanlar insanın otoritesini doğaya gösterip sözünü dinlettirip, müdahale iplerinin kendisinde olduğu oyun alanları yarattı. Tarımla uğraşmak da bir bakıma doğanın ehlileştirilip insanoğlunun sözüyle hareket eden alanlar açma çabasına örnektir. Fakat burada doğa uzun zaman yine kendi doğal yaşam sürecinin kurallarına göre hareket etti, ta ki üretilen ürünler giderek artan nüfusa yetmediği veya yiyecek sadece otorite mekanizmasının kontrolüyle alınıp, kullanılıp, kontrol altında tutulacağı ve tüketileceği bir hal alana kadar. Sonra ne oldu? Sonrasında ise ne doğala özdeş, ne de doğaya özdeş denilen bağlam “doğal” kalmadı, insanın emrinde daha doğrusu komutasında bir hale evirildi. Kendimizle birlikte doğaya da yabancılaşmaktayız. Bu yabancılaşma gittikçe artmakta ve geleceğe ait doğa “doğala özdeş” sıfatıyla taşınmakta.
Doyran’ın işleri geleceğe doğayı tam anlamıyla anımsatacak veya bire bir taşıyacak izler üzerinde yoğunlaşmaktan yana bir tavırdır. Anımsamaya ve anımsatmaya yönelen üslubunda çağdaş sanatın medyumları sanatçının yapıtlarına daha özgür bir anlık açmayı sağlar. Anımsama çoğunlukla doğadan nesneleri seçerek yapıtın temeline yerleştirme eylemidir. Küçük bir malzeme, örneğin gül gibi, canlıyken başka bir anlamı ve anımsamayı kurudukça ve soldukça da daha başka bir anımsama ve anlam olarak belirir.

Doğa Bir Giz midir?

NY: Kuşkusuz doğa bir gizdir. Evet, insanlık uzaya gitti ve denizlerin derin noktalarına kadar ulaştı. Ancak hala ulaşabildiği yerlerin bir kısmının bilgisine sahip. Belki buna okyanustaki balık demek daha doğru. Bilgilerimiz, görüş alanımızla sınırlı ve asla sonsuza kadar çözemeyeceğimiz bir gizin parçasıyız.
D.K.Ş. Kuşkusuz doğa “gizil” bir dünyadır. İnsanoğlu, doğanın giz sandığını hala daha açamamıştır. Aristo’nun doğa felsefesi oluş ve değişim içinde olan tözleri inceler. Bu ne demektir? Doğada değişim ve oluşum içerisinde olan varlıklar vardır.
Doyran’ın gerek yüzeylerinde gerekse enstelasyonlarını incelediğimizde kendi varlıklarına özgü de bir gize sahip olduklarını görürüz. İşte bu noktada sanatçının giz veya gizemleri de doğanın gizlerine karışır. Kıbrıs’a dair fotoğraflarını incelediğimizde iç içe geçmiş birçok gizil sandığın kapağını aralamak geçiyor içimden. Her bir fotoğrafın teması doğadır. Sanatçı doğanın gizini çözmek için bitkilere odaklanır. İşte bu noktada doğa kesitleri her bir detayla artık kendi gizlerinden öteyegeçerek, başka bir dünyanın kapılarını aralar. Kapıların arkasında artık sanatçının düş dünyası ve an birikimi vardır. Hepsini birden izleyici algılamaya çalışsa da bu oldukça zorlu zihinsel bir süreci gerektirir. Doğadetaylarda kendi giz ağına sanatçıyı takar; sanatçı ağların arasından geçerken kendi tuzak düşlerini bu defa izleyiciye gönderir. Bu tuzak detaylardan çıkabilmek için kuşkusuz doğanın gizlerine yolculuk yapmak gerekiyor. Kısaca doğanın gelişimi ve değişimi içsel bir ilke olmasına karşılık bir o kadar da gizli kuytular içerir. Doyran’ın işlerinin teması doğa ilkesi ise onu yaratan sanatçının düşleri ve düşünceleridir. Doğa ve sanatçı sarmaşık kolları gibi birbirine geçmiştir. Ucunu bulmak için kaynağına, kaynağına inmek için de gizlere ihtiyacımız vardır.
NY: Bir şey daha eklemek istiyorum burada. Keşfedilmemiş olan ve bilinmeyen üzerinden bir okuma aslında bu. Belki genelde sanat yapıtı özelde Doyran’ın çalışmaları üzerinden bizi böylesine düşünsel egzersize götüren kavramlardan biri giz. İmgenin ve anllamın her seferinde çoğalması da bu olsa gerek.
Doğa anlatılabilir mi?

“Yıldız Doyran, uzun zamandır hep doğa merkezli resimlerle ve işlerle çıkıyor karşımıza. Doğanın sesi, doğanın rengi, doğanın çığlığı olmak için projeler üretiyor; sergilerinde özellikle doğadan kesitlerle farklı ve vurucu çok disiplini bir yelpazede bir çeşit “Mother Earth” sıfatıyla devamlı üretiyor. Amaç, doğayı sahiplenmek, farkındalık yaratmak ve doğadan gelen her şeyin bir gün yeniden doğa tarafından yeni baştan isteneceğini insanlara göstermek.”

NY: Çağımızın muhteşem çelişkisine gelmek istiyorum tam burada. Sır olan hepimize hem korkutucu hem de çekici geliyor. Öte yandan bilginin, anlatının sınırları öylesine karışmış durumda ki, her şeyi görebildiğimizi sandığımız flu bir alanda yaşıyoruz sanki. Görmenin tam fiziksel karşılığına değinmek istiyorum. Sürekli görüyoruz. Issızda yaşayan biri gibi değil, kafamızı çevirdiğimiz her yerde, sokakta, işte, evde, bilgisayar, telefon başında sürekli görüyor, izliyoruz. Belki bu yüzden bir süre sonra görmek anlamını yitiriyor, anlatı uzak bir geçmişi çağrıştırıyor. Sözel ve yazınsal anlatı bir zamanı da çağrıştırıyor öte yandan. Yerinde kodlanmış bir görsel anlatı ise tam tersi bir çağrışım yaratıyor bende. Tek bir görüntüyle, bir anda anlatmanın çağrışımı bu. Zamanı esnetmenin şimdi, burada demenin bir yolu sanki. O yüzden Doyran’ın doğanın nesnesini sanat nesnesine dönüştürmesini önemsiyorum. Bu çalışmalarda sadece işaret ediyor çünkü. Tek bir işaretle birçok çağrışım yaratıyor. Sanat tarihinde uzun zamandır kullanılan, hazır, buluntu nesneye işaret, doğanın bir parçasına işaret ve kendi işlerinde sıkça sorguladığı dönüşüme işaret. Bu yüzden doğa elbette ki anlatılabilir.

Dilek Karaaziz Şener

D.K.Ş. Soruya soruyla yanıt vermek istiyorum. Yıldız Doyran’ın doğayı anlatma “çabası” var mıdır? Hepimiz gibi sanatçı da bilgiye öncelikle görerek ulaşıyor. Aristo’ya yeniden bir gönderme yapalım ve “bilgi öncelikle görme duyusu ile kavranır” diyelim. Hepimiz görerek bilgiyi topluyoruz, yorumluyoruz, yeri geldiğinde de kullanıyoruz. Bilgiyi toplamak için öncelik nedir bakmak, görmek ve sonrasında da algılamak. Düşünce işin içine girdiğinde deneysellik başlıyor. Doğa bu şekilde kendi sürecinde doğallığını gerçekleştiriyorsa insan kendi için veya doğaya meydan okumak ve otorite kurmak adına ne yapacaktır? Anıtsal ibadet mekânlarıyla başlar her şey, sonrasında da evrendeki bilgi gizemi çözüldükçe teknolojinin ağlarına takılır insan. Teknoloji geliştikçe doğanın gücüne erişme ve doğayı yönetimi altına alma arzusu sistemlerin odağı olmaya başlar.
Bu nedenle soruya soruyla yanıt vererek Doyran’ın sanatsal teması, pratiği ve en önemlisi de malzeme seçiminde doğayı bire bir anlatma çabasının ötesinde sistemlerin yıkıcı, kırıcı ve yok edici doğa kıyımına bir başkaldırı bağlamını vurgulamaya çalıştığını söylemek mümkündür benim düşüncelerime göre. Doğayı anlatmaktan öteye geçiş yaparak Doyran’ın izleyiciyi doğayı yeniden yaşamaya bir çağrıya odaklandığını sorgulamaktayım eleştirel bağlamda son zamanlarda. Şüphesiz doğa her dönemde farklı sanatçıların kendi yaşam koşullarına, siyasi yapılanmaya, kültürel değişimlere rağmen anlatımcı bir yapıyı benimsediklerini biliyoruz. Bugün ise anlatımcı olmak yeni öyküler yazmakla mümkün olacaktır ki hikâye anlatımcısı kimliğiyle sanatçının yeniden yeniye ve yeniden kaynağına dönmesi için uyarı mesajlarını izleyiciye aktardığını düşünmekteyim.

Fotoğraf Kavramsal Bir Araç Olabilir mi?

NY: Fotoğrafın tek başına sanatsal bir ifade aracı olmasının dışında kavramsal bir anlatıma dönüşmesi sanat tarihinde tanık olduğumuz bir şey. Yıldız Doyran’ın doğa ayrıntılarını belgelemek amacıyla yaptığı fotoğraf çalışmalarına da bu açıdan bakıyorum. Bu çalışmalar her ne kadar tek başlarına estetik bir sanat nesnesi olarak da değerlendirilebilse de temel olarak sanatçının ulaşmak istediği nihai hedefte süreci anlatan, çoğu zaman belirli bir projenin eskizlerine, düşünsel alt yapısına dönüşen anlatılar.

 İsimsiz, Fotoğraf, 2007

D.K.Ş. Aklıma Enis Batur’un bir yazısı geldi. “Fotoğrafın İhaneti “adlı yazı David King’in The Commisar Vanishes adlı çalışması üzerineydi. King’in çeyrek yüzyılda yaklaşık 250 bin fotoğrafı tıpkı bir dedektif titizliğinde çalışıp ciddi bir bellek kaydı oluşturmasından yana Batur’un etkileyici diliyle yazıyı okuduğum günden bu yana hep anımsıyorum. Kuşkusuz Susan Sontag’ın Fotoğraf Üzerine adlı kült kitabını da hemen paranteze almak istiyorum. Sontag’ın kitabında giriş yazısındaki şu sözleri anımsayalım: “Fotoğraflar, bize yeni bir görsel şifre öğretmek suretiyle, bakılmaya değer olan şeyler ile kendimizde onları gözlemleme hakkını bulduğumuz şeylere ilişkin görüşlerimizi değiştirip genişletiyorlar. Fotoğraflar bir dilbilgisi ve -daha da önemlisi- bir görme etiği oluşturuyorlar. Son olarak da fotoğraf çekme girişiminin en görkemli sonucunun, bize bütün dünyayı -bir görüntüler antolojisi şeklinde- kafamızın içine sığdırabileceğimiz duygusunu kazandırmak olduğuna dikkat çekmek gerekiyor”.
Doyran’ın tam da yapmak istediği budur. Fotoğraf çalışmalarıyla kendi belleğinden izleyicinin belleğine bir görüntüler örüntüsünü ışınlamak istiyor. Şimdi sözü Batur’un yazısının son cümlelerine bağlayacağım; “saptayan ve saklayan fotoğraf” ve “saptayan ve saptıran, böylece saklayan fotoğraf”. Fotoğrafın bu iki gerçeklik biçimi arasında Doyran’ın gördüğü gerçeklikle izleyicinin fotoğrafta görme biçimi arasında farklılıklar vardır. Sanatçının baktığı gerçek detaylarla daha bir çoğalarak izleyiciye kavramsal boyutta düşünsel bir pratik sunuyor. Görülen biçim ile gerçek biçim arasında gören gözün düşünsel boyutu yer değiştirir. 22 Mayıs – 30 Haziran 2018 tarihleri arasındaki Girne Art Rooms Gallery’de açılan Çi: Yaşam Enerjisi sergisini anımsayalım. Sergideki küçük ölçekli ve sadece bir duvara yerleştirme pratiği olarak konumlanan her bir “kare” formlu fotoğraf sanatçının gördüğü şifrelerle izleyicinin kendinde olanları yani gizil kalmış duyumları gözlemleme deneyimi yaşatıyordu. Bu fotoğraflarla doğaya bakmak veya doğadan bir kesiti alıp “ikon/laştırmak” gibi kestirme bir yol mantığı ile okumaya çalışmak doğru bir mantık olmayacaktır. Temel olarak sanatçının ulaşmak istediği nihai bir sürecin dilbilgisi kurallarını çözümlemek gerekecektir. Saptayan ve saklayan fotoğraf kavramsal boyutuyla izleyenin düşünce yönünü saptırmakta ve yeni bağlam arayışlarıyla doğayı yeniden yorumlayan gözün gördüğünü izleyenin baktığıyla bağlanan yeni bir kavrama doğru yola çıkmaktadır.

“Çalışmalarda kullandığı gül motifleri, Hz. Ali’nin kılıcı Alevi kültüründen tasavvufa kadar birçok çağrışımı üstünde taşıyan imgeler. Eserler yan yana geldiğinde önce Pir Sultan Abdal’ın iyi bildiğimiz o dizelerini hatırlatıyor: “Şu ellerin taşı hiç bana değmez / İlle dostun bir tek gülü yaralar beni beni beni””

Bir Araştırma Alanı Olarak Doğa ve Kültürün Sınırları Nerededir?

NY: Temsil söz konusu olduğunda biz sınırların birbiri içinde kaynadığını görüyoruz. Özellikle de günümüz sanatında. Yıldız Doyran’ın kabak liflerinden oluşturduğu sünger çalışmaları bu sınırların tam anlamıyla birbirinin içine geçtiği işler. Bu çalışmalarda sanatçı, bire bir göstermek yerine farklı temsilleri bir arada toplamayı tercih ediyor. Öncelikle malzemeye değinmek gerek zira doğrudan doğanın parçası kabak liflerine müdahale ediyor. Bazı işlerinde olduğu gibi nesneyi olduğu gibi göstermek yerine onu dönüştürüyor ve Anadolu’ya dair kültürel ögelerle harmanlıyor. Çalışmalarda kullandığı gül motifleri, Hz. Ali’nin kılıcı Alevi kültüründen tasavvufa kadar birçok çağrışımı üstünde taşıyan imgeler. Eserler yan yana geldiğinde önce Pir Sultan Abdal’ın iyi bildiğimiz o dizelerini hatırlatıyor: “Şu ellerin taşı hiç bana değmez / İlle dostun bir tek gülü yaralar beni beni beni”. Ali’nin kılıcı ise kuşkusuz Adalet’e dair bir gönderme. Anadolu Alevilerinin yaşamda barışçıl haksızlıktaisyankâranlayışları birkaç imgeyle yüzyıllar ötesinden çıkıp tekrar belleğimizde canlanıyor. Bozkırlardan Anadolu’ya taşınan, bu topraklardaki kültürle doğayla yeniden biçimlenen cana saygı duyma, doğayla birebir olma, yoldaşını koruma, aşkla yanma öğretisi liflerin arasına yerleşiyor. Suyun ve havanın geçirgenliği ile dönüşen bu malzeme doğanın ve kültürün geçirgenliği ile kendini yeniden anlamlandırıyor.

İsimsiz, Tuval üzerine akrilik, 2020

D.K.Ş. Tüm bu düşüncelerinle esasında tutku ve en önemlisi de aşkın ön plana çıktığı bir sanatçı modeli olarak yorumladım Yıldız Doyran’ı. Zaten böylesine derin bir tutkuyla doğayla bağ kurması çok disiplinli bir kulvarda ve geniş malzeme yelpazesinde her işinin hakkını vererek ilerlemesine ve sonuca ulaşmasına olanak tanıyor. Doğayla baş başa geçen saatlerden, günlerden, aylardan ve yıllardan bahsediyoruz. Yürümek ve dolaşmak edimiyle değil aynı zamanda doğayla konuşmalarıyla hem fizik olarak hem de ruhen bir bileşme söz konusu sanatçı için. Doğa ve kültürün sınırlarının sanatçının yapıtlarında nerede başladığı, nerede kesişip ayrıldığı konusunda belki daha çok konuşmamız gerekiyor. Fakat esas konu Doyran için doğada olmak ve doğayla bütünleşmek bir yaşam kültürüdür. Kültür çok yönlü bir kavram ve Terry Eagleton’ın da belirttiği gibi kültür üzerine bütün halinde bir sav ortaya koymak oldukça güç. Şu bir gerçek ki “kültür” toplumlar ve sistemler için hayati bir önem taşıyor. İşte bu noktadan Doyran’ın doğa kültürüne dair kişisel notlar da buluyoruz. Yaşamını doğanın sesine ve varlığına dair duyumlara adamış bir yol görmek çok mümkün. Doğanın notları ve notaları sanatçının ruhuna sızmış ve bütünleşmişler.

Kültürel Ortaklaşma Sanatta Nasıl Ortaya Çıkar?

NY: Özellikle serviler, kültürün gösterimi ve kültürün ortaklaşması üzerinden okunabilir. Ağaç motifi bir yaşam kaynağı olarak hemen her kültürde karşımıza çıkıyor. Yaşam ağacı da diyoruz buna. Sadece coğrafyaya göre adı değişiyor. Örneğin Orta Asya’daki “kayın” ağacı Anadolu’da serviye dönüşüyor. Mitolojik anlatımlarda yaşamı dünyaya taşıyan ağaç Anadolu’da servi olup “hu” sesiyle salınıyor. Gövdesinin dik duruşu doğruluğun ve Elif harfinin sembolü. Bütün bunlara eklenecek birçok simgesellik barındırıyor ağaç. Bugün sanat tarihinde ağaç motifinin sıkça karşımıza çıkması tesadüf değil. Yaşamın kaynağı olmasının yanı sıra yaşam – ölüm birlikteliğinin de sembolü çünkü. İnanışlarda iki dünya arasındaki geçiş kapısı. Jung’un ortak bilinçdışı teorisi üzerinden okursak büyümeyi, erginleşmeyi de sembolize ettiğini söyleyebiliriz. Yüklendiği simgesel anlamlarla bilmenin ve kabullenişin; simgesel ölümün ve yeniden doğumun bir gösterimine dönüşebilir bu sembolik anlatım.

D.K.Ş. “Servi” ağacının Sanat Tarihi’nde özel bir yer var. Her coğrafya da ve zamanda yolculuk yapan ve yaptığı yolculukta da anlamı çok da fazla değişmeyen ender sembollerdendir. Sembolik öğeler sanatın her dalında ve zamanında her daim karşımıza çıkıyor. Doyran’ın servileri bana yaşamla bir olabilme gücünü hissettiriyor. Servi Ağacı, toplumsal inanç değerlerimizde insan hayatının doğumdan ölüme kadar var olma çabalarını ve vahdetin yani bir olmanın da sembolüdür. Her mevsimin zorlu şartlarına rağmen ayakta kalabilen ve yeşilliğini koruyan ender ağaçlar arasında servi. Bereketi simgelemesi ve bir Hayat Ağacı göndermesi fikrine katılıyorum ve fakat daha da öteye geçmek ve servinin Doyran için seçilmiş bir ağaç olabileceğini söylemek istiyorum. Neden servi? Neden her mevsime meydan okuyarak ayakta kalabilen bir ağaç? Yaşamın zaman katmanları mevsimler gibiyse eğer her zorluğun altından yine kendi olarak çıkabilen bir sanatçıyla karşı karşıyayız belki de. Bir alt satır okumasına bu seçilmiş ögeyi daha iyi anlayabilmek için ihtiyacımız var. Ağaca yüklenen ritüellerle dolu sayısız anlam yükü satır satır okunan bir Yıldız Doyran’ı bize getirecektir.
Sanatçı bir seçim yapmış ve servi ile yaşamının paralel bir evrende bir araya getirmiştir. Ortak alanları yaşam kültürü üzerine kurulur ve servi sanatçıyı, sanatçı da serviyi okumaya başlar. Bir mum alevi gibi göğe doğru köklerini torağın altında bırakarak ki bu demektir ki kökenlerinden uzaklaşmakta ve göğe doğru tıpkı bir mum alevi gibi yükselmektedir. İşte yeni bir oyun başladı bile simgenin başka bir simgeyle yer değiştirmesi ve başka başka oyun alanlarına izleyiciyi götürmesi… Hepsinin birleştiği nokta yaşamdır ve bu yaşama dair kültürel notlardır. İmgelemin gücünü tartışmak mümkün müdür?

 

Kültürün ve Sanatın Teklik ve Çokluğu Bizi Nereye Götürür?

NY: Teklik ve çokluk kavramlarından söz ederken tamanlamıyla fiziksel olan biriciklik ve çokluğu ele alıyorum. Sadeleşmek, yığmak, kendine özgü olmak ve başkasından, ötekinden bir parça taşımak. Tek bir öğeyi göstermekle birçoğunu aynı anda göstermek benzer sonuçlara götürüyor bizi. Her kültürün kendine özgü olduğu gibi bir diğerine de dokunduğu fikri çok yabancı değil. Bir şeylerin üzerini kazıdıkça ortaklaşmalarımızın daha çok farkına varıyoruz. Sanatta da bu geçerli sanırım. Tek bir ağaç ya da çok ağaç temsili göstermek biricikliğin ve temasın temsiline dönüşüyor. Üstelik bu, yaşamın her anında geçerli. Bir ovadaki tek bir ağacın ya da ormanın benzer duygular uyandırması gibi.

D.K.Ş. “Çokluk” dediğimizde doğayı daha çok duyumsuyorum. Doğa, bütününden (çokluğundan) tekil olanı taşıyor Doyran’ın çalışmalarına. Çokluk kavramı ise doğadan gelen tekillikle başlıyor. Kavram kendi içinde çoğalıp sanatçının düşüncelerini yansıtıyor. Sanatçının imgesinin oluşum süreci esasında bu soruda beni en çok ilgilendiren yön olmaktadır. Ne gördü, ne düşündü, ne çizdi veya çizmek istenenle çizilen arasına ince bir çizgi koymak mümkün müdür? Doyran’ın her sergisi veya sanatçıyla atölyesinde geçirdiğim, onunla sohbet ettiğim veya daha da önemlisi sessizce yaratı anlarına tanıklık ettiğim süreçlerde aklımda peş peşe dolaşan sorular hep bunlar oluyor. Kültür, sanat, teklik ve çokluk gibi kavramlar söz konusu olduğunda da Kris ve Kruz’un “Bir sosyolojik sorun: Sanatçı Muamması” yazısı aklıma geliyor. Yıldız Doyran’ın çevresini özellikle atölyesinde saran esrarlı perdeyi aralamak istercesine, atölyenin bir köşesindeyken, uzanıp sessizliğimi bozmak ve onun düşüncelerinin arasına sızma hissi beni ele geçiriyor. Yüzeye dokunuşu, sonra yerinden kalkıp hemen yan masadaki mısır koçanlarına, kabak liflerine uzanışı ve yeniden aklına düşen düşüncenin etkisiyle sandalyesine oturup fırçayı eline almasını uzun uzun seyrediyorum. Şimdi bu an için tanıklık yaparken tüm bu yapıtları yaratan sanatçının doğasını sorgulayabiliriz. Oldukça psikolojik bir yaklaşım içerisinde olduğumun farkındayım. Fakat böyle düşünmeme sebep olan en büyük etken tekillikten kavramsal bağlama geçişte Doyran’ın çoklukla hareket etmesidir. Örneğin tek bir malzeme (doğadan gelen bir fragman) örneğin gül diyebiliriz, kendi esas doğasından çıkarak sanatçının evrenine doğru evirilerek çoğalmaktadır. Bunun tersi de söz konusu doğal olarak tabi ki senin de belirttiğin gibi tek bir ağaç biricikliğin sembolü olarak onun çalışmalarının ana temasına dönüşebiliyor. Ama genellikle çoklukların tek bir fragmandan çıkarak beni ele geçirmesini seviyorum. Zaten sergilerinin ana teması birçok malzemeyi içererek çok katmanlı bir dişilin içinde çıkmıyor mu karşımıza?

 İsimsiz, Tuval üzerine akrilik, 2008

NY: Tam burada dişil vurgusu tartıştığımız konuyu özetleyen bir hal aldı sanki. Dönüp dolaşıp tekil çoğul üzerinden doğurganlığa, yaratıma ve çoğaltmaya geliyorum. Doyran’ın yapıtlarında birçok açıdan bunun izini sürmek mümkün. Yaratıcı zihinden çıkan çoklu üretim, bir süre sonra kendini doğurmaya doğru evriliyor onun çalışmalarında. Yerleştirmeden çıkan bir parçanın fotoğrafa, ondan başka bir parçanın tuvale yerleşmesi gibi. Belki bu yüzden tek başlarına ilettikleri anlam yanlarına aldıkları her doğurganlıkta kendini çoğaltıyor.

“Her manzara, her doğa kesiti bir bakıma öznel bir Yıldız Doyran portresidir. Neden böyle bir çıkarıma gidiyorum biliyor musunuz, çünkü her daim sanatçı ile muhiti arasında sıkı bir etkileşim vardır.”

Aynı Eserler Üzerinden Makro ve Mikro Bakış Açısını Yakalamamız Mümkün mü?

NY: Teklik ve çokluk fikrine makro ve mikro bakış açısını da ekleyebiliriz ve elbette ki bunu aynı eserler üzerinden yakalamak mümkün. Yıldız Doyran’ın özellikle ayrıntılara odaklanan işlerini ele almak istiyorum burada. Kadraja giren sazlar, yaprak parçaları, yakınlaştıkça mikro evreni gösteren ayrıntılar. Parça bütün ilişkisinde ayrıntının bütüne referans verdiği çalışmalar bunlar,bir başka açıdan mikro görüntüler sanat eserine dönüştüğünde makro bir anlatımı barındırıyor. Görmek için yakınlaştığımız her ayrıntıyı izlemek için bu kez uzaklaşmaya, mesafeye ihtiyacımız var. Doğanın kendisine, temsiline, yakınlaşmaya ve uzaklaşmaya dair çift anlamlar barındırıyor çalışmalar. Bakış açılarımızı, nereden baktığımızı, algımızı yeniden harekete geçmeye zorluyor.

D.K.Ş. Tıpkı teklik ve çokluk kavramları gibi… Mikro ve makro bakışla sanatçının tüm işlerine hem yakınlaşıp hem de uzaklaşmakla farklı düşünsel boyutlar elde etmek mümkün oluyor.

Katmanlar Resme ve Yaşama Dair Ne Anlatır?

NY: Aslında bakış açılarından söz ederken katmanlardan da söz ediyoruz. Bunun dışında Yıldız Doyran’ın yapıtlarında salt plastiğe özgü katmanları da buna eklemek gerek. Planların üstüste binmesiyle çalışıyor çünkü. Resim zaman zaman kendi üstüne kapanıyor sonra ansızın şeffaf geçişlerle ardındakini açık ediyor. Tamamen kapalı ve hafif aralanmış kapılar gibi düşünüyorum bunu. Aynı yüzeyde ardını görmemize izin veren ve vermeyen yapılar yüzeyde hem gelgiti hem derinlik duygusunu yaratıyor. Öte yandan yaşama dair olanı da anlatıyor katman fikri. Hepimizin açık ettiği ve gizlediği anları, kendimizde ve dünyada görüp göremediklerimizi, ansızın derinleşen sonra yüzeye çıkan duyguları, anlatıları çağırıyor. Plastik dilde yüzeyde aranan dengenin yaşamdaki karşılığı olsa gerek bu. Biraz bilinmez, biraz beklenmedik, biraz merak uyandırıcı ve çoğu zaman yeni sorulara açılan sessiz bir sorgulama hali…

“Gitmek ve kalmak veya daha doğrusu göç etmekle göçmeden direnmek arasında ince bir çizgide yol alırız. Hepimiz için böyledir yaşam. Peki, bizim Yıldız Doyran için de aynı olmamış mıdır? Yaşamının hep bir yerlerinde gidişler, gelişler, yeni bir mekân, yeni bir ortam ve yeni bir yaşam inşa etmemiş midir? Yaşamöyküsü o kadar değerli ki bazı sanatçıların bizler için, neden diye soracaksın ve hemen sana kırılma noktalarının yapıtlarına yön verdiğini söyleyeceğim.”

D.K.Ş. Yaşamda veya yaşarken hepimiz böyle değil miyiz esasında? Bazen kapanıyoruz bazen de açılıyoruz. Bazen karanlık bazen aydınlık hepimiz için yaşam. Bazen de hiç beklemediğimiz bir sürprizle yeniden yeniden yaşıyoruz veya yok oluyoruz. Doyran’ın resimlerini hepimizin yaşamına benzetiyorum. Pentürel hazzın yanı sıra yüzeye bırakılan her iz zaman zaman kalınlaşıyor zaman zaman da incecik tıpkı saydam bir tabaka gibi dağılıyor. Saydamlıklara dikkat ettin mi hiç? Kalın boya tuşlarından daha belirgin bir halde yüzeye yerleşiyor. Aslında saydam tabakalar kalınlıkların üzerini örtüyor. Bazı izler kolay kolay örtülmez, örtülemez ve hep bir kabuk gibi kaplar insan yaşamını… İşte bu izler için kendimize farklı yol haritaları veya başka başka ortamlar edinme çabasına girişiriz. Gitmek ve kalmak veya daha doğrusu göç etmekle göçmeden direnmek arasında ince bir çizgide yol alırız. Hepimiz için böyledir yaşam. Peki, bizim Yıldız Doyran için de aynı olmamış mıdır? Yaşamının hep bir yerlerinde gidişler, gelişler, yeni bir mekân, yeni bir ortam ve yeni bir yaşam inşa etmemiş midir? Yaşamöyküsü o kadar değerli ki bazı sanatçıların bizler için, neden diye soracaksın ve hemen sana kırılma noktalarının yapıtlarına yön verdiğini söyleyeceğim.

İsimsiz, Fotoğraf, 2007

Giyinmek mi Soyunmak mı? Sanatçı bir büyücü müdür? Büyücünün Örtüsü ile Doğanın örtüsü arasında ne fark var?

D.K.Ş. Büyü olarak tasvir veya sanatçının büyücülüğü konuları hep tartışılagelmiştir. Canlılarla karıştırılan sanat yapıtlarına dair anekdotları hep inceliyoruz. Bu anekdotlar üzerinden de yorumlamalar yapıyoruz. Sanat yapıtına her daim bir canlı gözüyle bakılan dönemlerde belki bu çeşit büyücü sanatçı, büyü olarak tasvir kavramlarının etrafında dönülmüş ve izleyiciyi etkileme yolunun doğayı ne kadar gerçekçi tasvir ederse sanatçı o kadar etkili olacağını sanat tarihi örnekleri bize göstermektedir. Mağara resimlerini yapan da klanın önde geleni ve “büyücü” sıfatıyla özdeşleşen sanatçı değil miydi? Yıldız Doyran’ın işleri söz konusu olduğunda ise bir şeyin başka bir şeyin yerine geçme gibi “büyüsel” bir bağlamı olmadığını düşünüyorum. İşlerin tema ve içeriğine yerleşen doğa kendi gerçekliğinin yerine geçmek için değil de birtakım anımsamalar dizinini izleyiciye duyumsatmak için vardır. Fakat doğanın her geçen gün insan tarafından yok edildiğini, dönüştürüldüğünü ve genetiğine dair oyun alanlarının oluştuğunu düşünerek Doyran’ın “anımsamaya” yönelik tavrının bir büyücü edasına dönüşerek aklımızın algı dalgalarıyla oynayarak bir çeşit büyü tavrının olduğunu söylemek de mümkün. Sanatçının doğaya olan tutkusu ve inancının da bilincinde ve farkında olarak tüm işlerin doğa temelli bir vücudu yeniden inşa etmesinde bilinçli ve anlamı geniş bir tavrın olduğunu söylemek gerekiyor.
“Giyinmek” ve “soyunmak” kavramlarından daha çok “yakınlık” ya da “benzerlik” kavramlarına yakın durmak istiyorum. Bunun nedeni ise yakın zamanda okuduğum bir metinden kaynaklanıyor. Kris ve Kurz’un “Büyü olarak tasvir” adlı metninin etkisini bu soruyu yanıtlarken üzerimde hissettim. Sonuç olarak Doyran’ın büyüsel yanını ne kadar doğaya uzak esasında o kadar yakınlıkla tanımlamak istiyorum. Macro ve micro yaklaşımları için de aynı şeyi söylemem gerekiyor. Örneğin resimler yakınlık ve uzaklık dediğim bu can alıcı kırılmayı benim düşüncelerimde daha da enerjik bir hale dönüştürüyor. Doyran simgeyle simgelenene oldukça yakından bakmakla ve bu yolla resimlerini betimlemekle gerçek olanla (doğayla) simgenin (doğa tasviri) birbirinin yerine geçmesini sağlamaktadır. Bu bir büyü ise ki sanırım söz bu bağlamla bağlanmaya doğru yol almaktadır: “Evet, Doyran gerçek bir büyücüdür!”.

İsimsiz, Tuval üzerine akrilik, 2021

NY: Aslında bu soruya çok keskin bir yanıt vermek geldi içimden. Evet, sanatçı büyücüdür. Sanat tarihi üzerine bunca kafa yorduktan sonra hala şaşırmanın ve etkilenmenin tek açıklaması gibi bu. Sanırım bu da yaratının gizine ilişkin olsa gerek. Bununla birlikte son cümlelerini ele almak istiyorum.
“Doyran simgeyle simgelenene oldukça yakından bakmakla ve bu yolla resimlerini betimlemekle gerçek olanla (doğayla) simgenin (doğa tasviri) birbirinin yerine geçmesini sağlamaktadır.”
Aslında bu cümle giyinmek, soyunmak; çıplaklık, örtü kelimelerini de karşılıyor. Bu yakından bakış örtüyü kaldırmak anlamına geliyor benim için. Hem simgenin örtüsünü aralayıp mikroya doğru yol almak hem de sanatçı olarak olabildiğince çıplak kendini ortaya koymak. Son noktada ise bir değiş tokuş fikrine geliyorum kaçınılmaz olarak. Bir önerme olarak sanat yapıtı sanatçının yaşamla yaptığı anlaşmanın karşılığı gibi. Her iki anlamda da ikame fikriyle özdeş bu benim için. Hem yakın bir bakışla yerine koyma hem uzak bir bakışla ayağa kaldırma. Öte yandan örtü fikri de bir özdeşliği çağrıştırıyor. Sanatın kaynağına ritüel ve şaman fikirlerini koyduğumuzda bilinçaltımızın derinlerinde yatan bu özdeşlik fikri daha net ortaya çıkıyor. Şaman örtüsüyle, yaratımı doğuran ritüeliyle örtünün ve yaratının bir parçasına dönüşür aslında.
Doyran’ın yapıtlarına bakarken çoğu zaman bu bir olma hali geçerli benim için. Çoğu zaman onun yapıtları temsilin aslına dönüşürken sanatçının deviniminden de parçaları taşıyorlar.

“Osmanlı’nın XVI. yüzyıl minyatürlerinde de manzara topografik ve detaycı anlayışların ürünlerini verir. Zamanla doğa sanatçıların bakış açılarında farklı bir boyuta geçer. Tutkulu doğa betimlemeleri, insan figürünün daha çok doğanın içine yerleşmesi ve hatta doğanın (manzaranın) figürün önüne geçmesi yeni deneyimlerdir. Osmanlının batılılaşma sürecinde ise minyatürlerde başlayan doğa betimleme anlayışı yerini asker ressamların tutkulu (insansız) manzara tasvirlerine bırakır.”

Günümüzde Manzara Resmini Nasıl Okuruz?

D.K.Ş. Galiba bu soruyla Sanat Tarihçisi kimliğini iyice ortaya çıkarmak ve söze tarihsel bir süreçle başlamak gerekiyor. Nedir bu manzara resmi dediğimiz olgu ve ne zaman, nasıl, nerede başladı? Manzara resminin Uzakdoğu ve Doğu toplumlarının özellikle tasvir sanatında önemli bir yeri olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz. Bu genelleme oldukça normal çünkü toplumların, ülkelerin geçmiş zamanda doğa olan tutkusunun günlük/sanatsal üretimlerine yansıması kadar doğal bir şey olamaz sanırım. İnsan iki ayağı üzerinde durmaya başladığı zamandan başlayarak hep doğayı incelemiş kendi doğası dışındaki bu evreni anlamaya ve yorumlamaya çalışmıştır. Rönesans dönemine baktığımız da ise manzara natüralist bağlamı ile sanatçıların tutku ile bağlandıkları bir yön kazanmıştır. Osmanlı’nın XVI. yüzyıl minyatürlerinde de manzara topografik ve detaycı anlayışların ürünlerini verir. Zamanla doğa sanatçıların bakış açılarında farklı bir boyuta geçer. Tutkulu doğa betimlemeleri, insan figürünün daha çok doğanın içine yerleşmesi ve hatta doğanın (manzaranın) figürün önüne geçmesi yeni deneyimlerdir. Osmanlının batılılaşma sürecinde ise minyatürlerde başlayan doğa betimleme anlayışı yerini asker ressamların tutkulu (insansız) manzara tasvirlerine bırakır. Zaman geçtikçe de akademik anlayış özellikle İstanbul manzaraları, saraylar, köşkler ve havuzların resmedildiği yeni bir sürecin izlerini sanat öykümüze armağan edecektir. Günümüzde doğa çağdaş sanatçının duyarlı yaklaşımıyla geleceğe aktarılması ve dünyanın yaşam sürecinin korunmasına yönelik daha çevreyle ilgili (çevrebilim) korumaya yönelik yaklaşımlara kendini bırakmıştır. Doyran’ın manzara resmi diyeceksek eğer Pentürel işlerine doğayı betimlemek ve resmetmekten daha içsel bir dünyanın varlığını gördüğümü daha doğrusu duyumsadığımı söylemeliyim. Bu dünya sanatçının ta kendisidir. Her manzara, her doğa kesiti bir bakıma öznel bir Yıldız Doyran portresidir. Neden böyle bir çıkarıma gidiyorum biliyor musunuz, çünkü her daim sanatçı ile muhiti arasında sıkı bir etkileşim vardır. Kullandığı simgeler (servi, çeşitli bitki türleri, gül, mısır koçanı, sünger lifi ve hatta tezek ) doğayla aynıdır ve fakat bir o kadar da farklıdır. Hepsi Doyran’ın biyografisinden fırlayan portre fragmanlarıdır. Teknik, malzeme farklılaştıkça doğayı kendi biyografisine katma çabası bir amaca dönüşür sanatçının işlerinde… Doğa dönüşümlere uğrayan bir tema oldukça her bir yapıt Doyran’ın portresine dönüşme ve karakterine bürünerek onu virtüözlük sıfatına yükseltmeye doğru akmaktadır. Yine aynı şekilde manzara temaya dönüşerek her bir çalışmanın “özel” hikâyesinin olduğunu bize apaçık gösterir.

İsimsiz, Tuval üzerine akrilik, Orhan Karadoğan Koleksiyonu

NY: Yıldız Doyran’ın yapıtları üzerinden bir okuma yapacak olursak ben buna bir kavramsallaştırma açısından da bakıyorum. Çünkü Doyran’ın düşünüş şekli buna oldukça yatkın. Genel bir kavram etrafında dönerken onu farklı birimlere ayırıyor. Sonra uzunca bir süre o birimler üzerine kafa yoruyor. Seriler, dönemler halinde çalışmasının da nedeni bu olsa gerek. Bu bağlamda yerleştirmelerinde tuvallerine kadar kesintisiz izleyebildiğimiz dil birliği de her daim ilgi çekici benim için.
Öte yandan Doyran’ın çalışmalarını farklı zamanlarda ve yerlerde izleyen iki sanat tarihçisi olarak benzer görüşlere varmışız sanırım. Onun çalışmalarına baktığımda sadece yapıta değil sanatçıya dair olandan da izler bulurum ve zaman zaman bunların birer soyut sanatçı portresi olduğunu düşünürüm.

Dilin Ortaklığı Ne Anlama Gelir?

D.K.Ş. Sanatın öyküsünde “dil ortaklığı” değil de “tema” ve dönemlerin “üslup” birlikteliği söz konusudur. Diller üstü olan ise sanattır. Herkese her dönemde her sistemde ve her durumda hitap edebilecek büyüsel bir gücü vardır.
NY: Dilin ortaklığında doğrudan yukarıda sözünü ettiğim cümleler geliyor benim alkıma açıkçası. Doyran’ın böylesine farklı anlatım biçimlerine kullanarak yapıtlarını birbirleriyle konuşturması bir adım ötesinde alımlayıcı ile diyaloğa geçmesi bir şekilde geniş bir alanda anlaşılır bir iletişim dili yarattığının göstergesi.

 

Özel Hafıza Sanat Eserine Ne Kadar Yansır?

D.K.Ş. Sanat Tarihi sanat yapıtında “özel” hafıza ile ne zaman ve nasıl ilgilenmeye başlamıştır? Bize hep öğretilen (klasik eğitim ağına yakalandığımızda) yapıtın “kolektif” belleği olduğu değil miydi?

NY: Klasik eğitim özel hafızayı kolektif bellek içinde eritiyor. Bizim o özel hafızaya ulaşma olanağımız imkânsız olduğu için de bu yansımaları asla bilemeyeceğiz. Bununla birlikte her eserin o hafızayı taşıdığı da bir gerçek. Ve elbette anlatılanlardan yakalayabildiklerimiz kadar yorumu çoğaltabiliyoruz.

 

Bir Yapıt Kaç Yapıt Eder?

D.K.Ş. Peki ben bir soru sorayım hayal gücünün sınır var mıdır?
NY: Sanırım bu soru bir sonsöz niteliğinde. Sahiden hayal gücünün bir sınırı olabilir mi?

Daha fazla yazı yok
2024-04-29 19:14:34