A password will be e-mailed to you.

Genel yayın yönetmenimiz Ayşegül Sönmez depremlere, yangınlara, imparatorluklara ve onlarca cumhuriyet hükümetine rağmen ayakta duran Ayasofya’nın temellerine indi. Ayasofya nedir? Cami mi, kilise mi, bir damnatio memoriae mi, Instagram’e bir işgüzarlık bahanesi mi yoksa Marksist düşünür Terry Eagleton’ın iddia ettiği gibi bu çağın “kültüre karşı dinin zaferinin” son kalesi mi?

İlk Ayasofya: Sınıfsal ve cinsiyetçi bir meydan okuma

9. ve 12. yüzyıl arasındaki Bizans döneminde kadınlar, görsel sanatlarda çeşitli mecralarda ortaya çıkar ve farklı figür türleriyle farklı mesajlar verirler.

Bu kadınlara mükemmel örnek, Anicia İuliana olabilir. 524 ile 527 arası o güne kadar yapılmış en görkemli kilise olan Hagios Polyeuktos’u, Saraçhane’deki Aziz Polieuktos Kilisesi’ni yaptırır.

Bunun üzerine genç ve soylu sınıftan olmayan İmparator İustinianos, Tanrı’nın ihtişamına layık büyük bir anıt yapmayı bu yaşlı Roma soylusu kadının elinden almak üzere hareket geçer.

Ayasofya Kilisesi, pekala onun Anicia İuliana’ya, sınıfsal ve cinsiyetçi bir meydan okumasının sonucu olarak okunabilir.

Anicia İuliana, maalesef Ayasofya’yı görecek kadar yaşayamaz.

Bugün Ayasofya Camisi’nde elektronik yelken perdelerle üzeri bir kez daha kapatılan Serafim gibi Zoe paneli olarak da adlandırılan panel de, 1934 yılında Thomas Whittemore yönetimindeki Amerikan Bizans Enstitüsü tarafından tekrar gün ışığına çıkmıştı.

Her Zoe versiyonu yeni bir iktidarın izi

1849’da Sultan Abdülmecit’in emriyle Fossati Kardeşler tarafından restore edilmiş ve üzeri metal bir kapakla tekrar kapatılmıştı.

1934 yılında müzeye çevrilen Ayasofya Camisi’nde, kapatılmış mozaiğin üzerini açma, tamamlama ve temizleme işlemleri 4 yıl sürdü.

Zoe portresi, Güney galerinin doğu duvarında zamanında liturjilere katılan kadınlara ayrılmış ve daha sonra kilise konseylerinin toplandığı bir alanda yer alır.

İsa mavi cüppesiyle, İmparatoriçe Zoe ve İmparator Monomakos arasında oturur.

Elinde İncil vardır.

Ölçek olarak impator ve imparatoriçeye göre daha büyüktür.

Hemen onun yanındaki Zoe, sarı gri gözleriyle, pembe yüzü, yuvarlak yanakları, inci küpeleri, ufak ve narin yukarıya bakmaktadır.

Elinde Monomakas ile taşıdıkları kiliseye sunmakta cömert hediyeleriyle…

Zoe’nin üzeri 1934’ten çok önce defalarca uzmanlarca kesin olarak tam 3 kere daha kapatılıp açılmıştır.

Zoe’nin her versiyonu başka bir iktidarı görünür kılmak adına izler taşır.

İlk versiyonunda hangi kocasının resmedildiği hâlâ muammadır.

Bir Netflix dizisi gibi

Ayasofya’nın 6 kanatlı meleği Serafim

Zoe’nin üzeri her kapatılıp açıldığında iktidarla olan ilişkisinin mesafesi çizilir.

Panelin yenilenmesi sırasında tüm müdahaleler, imparatoriçe Zoe’nin uzun ve parçalı hanedanlığını bol sezonlu bir Netflix dizisi gibi dile getirir.

Tıpkı İustinianus ve eşi Theodora’nın Ayasofya’nın duvarlarına kazınmış isimlerinin baş harflerinin ardıllarınca tahrip edilmesi, silinmesi üzerlerinin kapatılıp yeni baş harflere mekan olması gibi…

Hamilerin dindarlığı, cömertliği ve gücüdür aslında binaya kazınan.

Daha sonra üzeri silinen, kapatılan onların yerini alan yeni hamiliklerin yeni harfleri, portreleri, “başları”dır.

Gözden düşen iktidarın portrelerinin yok edilmesi ve imparatorluk portrelerinin ardıllarınca kullanılması geleneğinin Yakın Doğu ve Roma’da uzun bir geçmişi vardır.

Uygulama olarak yasalara, 5. yüzyılda geçer hatta.

Çoğunlukla bir tasvir veya heykelin sadece başını yok etmek yeterli olur.

Amerikan Bizans Enstitüsü şefi Thomas Whittemore, Zoe ve kocasının yüzünün yok edilip tekrar yerine konuşunu, onların saltanatını silmek dolayısıyla tahrip etmek arzusuyla açıklar.

Bu, onların ortasında oturan İsa’nın neden yenilenişini açıklamaz.

Yeni imparator yeni İsa tasviri gerektirmiş olabilir, belki de tek açıklama budur.

Ayasofya’nın 6 kanatlı meleği Serafim de 1453 yılından itibaren kapatılır. Özel bir sıvayla.

600 yıl sonra tekrar gün ışığı

Erol Akyavaş’ın, bir zamanlar çektiği “seküler” nü’sü

1849 yılında Abdülmecit’in restorasyon emriyle Fossati Kardeşler tarafından üzeri açılır. Temizlenir. Onarımları yapılır. Tekrar metal bir kapakla örtülür.

Ta ki İstanbul 2010 yılında kültür başkenti olana kadar. O zaman tam 600 yıl sonra tekrar gün ışığı görecektir.

Mustafa İzzet Efendi’nin dev, celi hüsn-i hat örnekleriyle birlikte görünecektir üstelik. Birbirlerinin üzerini kapamadan açıkta kalacakları günler nihayet İstanbul bir kültür başkenti olduğunda gelmiştir.

Bugün bu yazıyı yazmama nedeni Instagram’in @sanatatak hesabında yayınlanan Erol Akyavaş’ın 1970’li yıllarda Ayasofya içinde çektiği nü’yü kaldırması. Bu iptalin, bu yaptırımın, görünmez iktidarları ya da görünen iktidarların görünmeyen boyutlarının tahrip/silme arzusunu ifşa etmesi.

Sonradan “dindar” Erol Akyavaş’ın, bir zamanlar çektiği “seküler” nü’sü, kiliseden camiye sonra müzeye şimdilerde tekrar camiye çevrilen Ayasofya’nın en az Zoe kadar bol sezonlu sürükleyici bir diziye rahatlıkla konu olabileceğinin bir sembolü.

Türkiye modernlerince “dindar” olduğu için dışlanan Erol Akyavaş’ın bir zamanlar “seküler” olduğuna da kanıt öte yandan.

Ve kanıtın Instagram tarafından silinmesi başlı başına bir “olay”.

“Instagram görseli siler”

Akyavaş’ın nü’süne evsahipliği yapmaktan alıkonan Ayasofya’nın içinde fotoğrafta yer alan uzun bacaklı mükemmel kadın bedeni her nü gibi aslında “başsız”dır ancak Ayasofya’da Zoe gibi, “baş”ı varmış muamelesi görür.

Instagram görseli siler.

Kültürün içi müzeyse din dışı olan nü’dür.

Tarih dışı kılınan da.

Ayasofya bir camii olduğu andan itibaren ise kültür dışı mıdır? Bir türlü kültürleştiremediğimiz?
Ayasofya, tekrar cami olduğunda kendi damnatis memoriae’sini kuracaktır. Neyi hatırlayıp hatırlatıp neyi unutacak unutturacaktır?

Damnatis Memoriae, Latince hatıranın lanetlenmesi anlamını taşır. Hatıradan çıkartma olgusudur.
Roma senatosundan vatan hainleri için uygulanan bir yaptırımın adıdır. Bir tür resmi onursuzlaştırma.

Marksist düşünür Terry Eagleton’ın iddia ettiği gibi bu çağın “kültüre karşı dinin zaferinin” son kalesi Ayasofya camisi midir?

Bu soruya 2005 yılında da yanıtlar arandı.

2005 yılında rahmetli Okwui Enwezor’un küratörlüğünde gerçekleşen Venedik Bienali’nde yaşanan krizde tam da. İzlanda Pavyonu, bir cami olarak açılır açılmaz…

Sanatçı Christof Büchel, 2005 yılında İzlanda Pavyonu olarak tahsis edilen sergi mekanını ibadete uygun bir cami olarak açıp adına da “Cami/Mosque” ismini verdiğinde.

Herkesin bir damnatio memoriae’si var

Christof Büchel, “Cami/Mosque”, 2005, Venedik Bienali İzlanda Pavyonu

İtalyan güvenlik güçleri pavyonda güvenliği sağlayamayacakları, islam karşıtı uçlar bunun sanat olamayacağı, islamcı radikaller kutsallarına yapılan böyle bir saldırıya izin vermeyecekleri gerekçeleriyle pavyonun kapatılması için harekete geçtiler.

Herkes kendi damnatio memoriae’si için savaştı.

Sanatçı, “cami, ibadet yeri işlevini gören bir sanat eseridir” dedi.

Bir sanatçı olarak sanatın ne olabileceğini söyleme hakkını savunurken sanatın ne olacağını söyleyen, onu tarih ve kültür dışı kılan tüm güç odaklarını görünür kıldı.

İzlanda Pavyonu’nda pavyonun kapatılmasına çok az kala bir grup Müslüman namaz kıldı.

Artık “cami” bir ulusu temsil eden bir pavyonun sergisi olmakla birlikte tek bir anlam, sanat ve kültür tarifini saymayan, farklı taraftarlara, seküler materyalist, dindar, demokrat bir mekan olmuştu bile. Krizden hatırlanan Enwezor ve Venedik Bienali ekibinin suskunluğu ve kayıtsızlığıydı bir de.

“Barışlandırılmayan topraklarda laiklik bir hümanizma olabilir mi?”

Anayasa profesörü hukukçu Bakır Çağlar, Laiklik temalı 1994 tarihli Cogito’ya şöyle yazmıştı:

“Ancak barışlandırılamayan mekanlarda, laikliğin bir barışlandırma tekniği olarak kullanılması onu ister istemez aktifleştirir ya da militanlaştırır. Türkiye’de laikliğin temel problem budur. Ya da farklı bir şekilde söylendiğinde barışlandırılmayan topraklarda laiklik bir hümanizma olabilir mi?”

Seculare, sekülerliğin kökeninin dünya işlerine ilişkin, dinin öbür dünyaya yönelik demek olduğunu aklımızda tutarak kültürün 20. yüzyıl boyunca Tanrı’nın yerini almayı bırakın “Tanrısızlık”ı ilan ettiği modernist serüvende artık laiklerin değil dindarların örneğin barışlandırılamayan bir mekan olarak Ayasofya’yı “barışlandırma tekniği” olarak aktifleştirmesi ve bunu militanca değil elektronik yelkenlerle bir kapatıp bir açarak yapmaları bir milattır.

Çünkü tıpkı doğa ve kültür gibi kültür ve din de artık iç içedir. Kapitalizmin dışı yoktur. Ve öte yandan bu kapatıp açma Ayasofya’nın tarihinde doğasında vardır.

Dolayısıyla bugün Ayasofya, 20. yüzyılın sonundan kalma Kültür ile Din arasındaki çekişmeli maçın sahası, iki takımın ayrı taraftarlarını taşıyan dev bir stadium’dur.

Herkesin bir diğerinin hatırasını açıkça bir “maç”lığına, bir süreliğine rahat rahat lanetlediği hatta hatıradan çıkarttığı bir onursuzlaştırdığı bir stadyum.

Doğu ve Batı, kültür ve din, kutsal ve gündelik olanın taraftarlarının kendi sembolleriyle doldurduğu ve boşalttığı bir stadyum.

Ve bu eğer bu stadyumda birileri barışlandırma tekniği kullanıyorsa bunların içinde bunu en “militanca” yapan Instagram’dır sosyal medya ve onun kapsadığı sonsuz alan ve güçtür…

 

İLGİLİ HABERLER

“Ayasofya’nın yeniden müze haline getirilmesini talep ediyoruz”

“Ayasofya müze statüsünü dünya varoldukça korumalıdır!”

Daha fazla yazı yok
2024-05-03 21:35:34