A password will be e-mailed to you.

Louise Bourgeois’in 28 Kasım’a dek Akbank Sanat’ta olacak Dünyadan Büyük sergisini Selman Akıl yazdı.

Akbank Sanat’taki “Dünyadan Büyük” olarak adlandırılmış Louise Bourgeois sergisini görmek için yola çıktığımda biraz heyecanlandığımı itiraf etmeliyim doğrusu. Eserlerinin orijinallerini göreceğimden ve kendisine önceden beri sempati duyduğumdan dostluğu ve yardımseverliği sembolize eden o dev örümceğinin imgesi yol boyu kafatasımın içinde onun ismiyle çakan parlak bir şimşeğin ardından canlanıp oradan oraya gezinip durmaya başladı.

Savaşmaktan ve şahit oldukları göz ardı edilmiş gerçekleri dile getirmekten çekinmeyen kadınlar bende her zaman dostluk hissi uyandırır.

Dostluk evet. Ölü sanatçılarla da ayrıca dost olmak mümkündür. Onlar orada olmadıkları için artık eserlerinin karşısına geçip onlarla böylece sohbet edersiniz. Sanatçıyı daha önce hiç tanımamışsanız eserin sizde uyandırdığı ilk etki üzerinden bir tanışma faslı başlar, yok tanıyorsanız önceden, sohbet daha derin nitelikte ve sağlam bir samimiyette bir nehrin akışı gibi bir yön bulup ritimle ilerler. Louise Bourgeois da apaçık bir şekilde eserlerinde kendini anlatan ve bu anlattıkları üzerinden onunla eserlerinde sohbet edebileceğiniz bir sanatçı. Hatta siz daha söze başlamadan bile galeri ve müzelerden artık hiç ayrılmayacak hayaleti önünüze atılıp o sanat yaparak güçlenmiş parmaklarıyla eseri işaret ederek: “ Bu problemin şekli nedir?” diye bir soru sorarak eserin içindeki şıklar üzerinden sizinle entelektüel oyunlar oynayabilir.

Peki, kimdir Louise Bourgeois ve neden artık hayaleti müze ve galerilerden hiç çıkmayacak?

1911 yılında üç çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak Paris’te dünyaya gelir. Sanatçının anne ve babası eski halı tamirciliğiyle uğraşmaktadırlar. Sanatla ilintili ilk üretimleri de bu işle başlar: Henüz on yaşındayken atölyelerinin halı tamircisi orada olmadığı zamanlarda onun yerini alıp halılar üzerinde özellikle ayak desenleri başta olmak üzere çeşitli desenler çalışır. Liseyi bitirdikten sonra Sorbonne’da matematik eğitimi almaya başlayan sanatçı bir taraftan da Académie Ranson, Académie Julian ve L’Ecole du Louvre gibi akademilere gidip gelir.

Bu matematik ve geometri eğitiminin eserlerinde etkilerini görebiliriz; özelikle “hassas” eserlerde denge unsuru olarak kullanılırlar. Sanatçı matematikte bir kariyere neden devam etmediğini ise şöyle açıklıyor:

“Dayanılmaz aile gerginliklerinde meydana gelmiş kaygılarımı ifade edebilmem için bana onları değiştirebileceğim, yok edebileceğim, yeniden yapılandırabileceğim biçim alanları gerekiyordu.”

Louise Bourgeois, 1938 yılında Amerikalı sanat tarihçisi Robert Goldwater ile evlenip bir yıl sonra da Amerika‘ya yerleşir. O yıldan itibaren ömrünün sonuna kadar artık yaşayacağı yer Amerika olacaktır. Sanat hayatına da Amerika’da başlar. Amerika’ya gelmesi her ne kadar sanatçı için bir tür Fransa‘dan kaçış olarak görülebilecek olsa dahi ilk çalışmalarından bazılarının oraya dönük bir özlem duygusuyla Paris’te bıraktığı kişilerin heykelleri olması önemli bir ayrıntıdır.

Aynı zamanda “Dünyadan Büyük” sergisinin önemli eserlerinden Femme Maison’unun da aynı duyguları yani vatan hasreti ve yalnız bir kadının yardım çağırışını temsil ettiğini söyler

Louise Bourgeois. 1949 yılında ilk kişisel heykel sergisini gerçekleştirir. Ama 1950’li yıllar boyunca pozisyonu hep marjinal kalır. Eserlerinde çok büyük etkisini gördüğümüz psikanalizle de bu yıllarda ilgilenmeye başlar. 1960’lı yıllarda temaları hep aynı kalsa da malzemelerini çok daha çeşitlendirir.

1980’li yıllarda artık iyice tanınır ve genç sanatçılar için bir referans durumuna gelir. 1982 yılında elinde penise benzer “Filette” (Küçük Kız) adlı eseriyle fotoğrafçı Robert Mapplethorpe tarafından çekilen fotoğrafı tanınması adına o zamana kadarki kariyerinin doruk noktası olur.

Louise Bourgeois’nın eserleriyle sohbet etmek için karşılarına dikildiğinizde her şeyden önce size sanatçının çocukluğunu anlatırlar. Louise Bourgeois’nın anlatırken objektif ve samimi olmaya çalıştığı çocukluğu onun en önemli temasıdır. Çünkü burası Bourgeois için onun tüm probleminin şekillenmeye başladığı zaman ve mekândır. Bu problem aynı zamanda modern olanın en büyük problemlerinden biri olan ödipal kompleksin travmalar dünyasıdır. Ödipal kompleksi modern zamanın bu denli önemli bir problemi kılan onun psikanalizin kurucusu Freud için tüm ahlaki yapıları, bilinci, hukuku ve tüm sosyal ve dinsel otorite biçimlerini belirtiyor olması ya da gerçekten böyle olmasıdır.

Louise Bourgeois’nın hayatında ve çalışmalarında ödipal kompleksin bu denli önemli olmasının ve bu doğrultuda sürekli farklı formlarda ve içeriklerde eser üretmeyi obsesyon haline getirmesinin sebebi babası ve babasının aile içinde sembolize ettikleridir. Sert bir mizaca sahip olan Louise Bourgeois‘nın babası çapkın ve metres sahibi bir adamdır. Louise Bourgeois bunun aslında kendisi için o kadar da yargılanacak bir durum olmayabileceğini söyler fakat bu durumu onun için katlanılamaz kılan şeyin de babasının metreslerinden birinin Louise‘in İngilizce öğretmeni olarak on yıl boyunca aile ile birlikte yaşamış olması olduğunu söyler.

Louise Bourgeois’nın eserlerinin büyük bir bölümü bu duruma göndermede bulunur. Fakat yukarıda söz ettiğimiz tüm problemin bu olduğunu söylemek haksızlık olur. Çünkü bu sadece küçük Louise‘in problemi değildir. Küçük Louise’in travmalarından yola çıkarak psikanalizde kadının dolayısıyla da erkeğin konumlarının yeniden yorumlanması ve yeniden biçimlendirilmesidir asıl problem. Louise Bourgeois için de aslında görsel dili kullanarak psikanalizi kadının konumu ve perspektifi üzerinden yeniden yazıyor ya da en azından bunu deniyor diyebiliriz. Bu nedenledir ki unutmanın ve geçmişten kurtulmanın gerektiğini düşünmesine rağmen sürekli geri dönüşlerle obsesyonlarını her seferinde farklı biçimlerde, farklı vurgularla yeniden yaratıyor. Bir bakıma kendini kurban ediyor.

Örneğin bir yerde dilsel yapıya, başka bir yerde unutmanın kendisine, başka bir yerde sembolün gücüne, başka bir yerde mekân ve beden temsillerine vurgu yapıp onları yeniden üretiyor. Böylece kendini ve kadını travmalardan sıyırıp özgürleştiriyor. Sergiye dönecek olursak serginin en büyük eksikliği “Heykel beni gerçekten özgürleştiren tek şey.” demiş olan Louise Bourgeois’nın heykellerinin sergide yer almaması.

Sergiyi tanıtırken sergi küratörü Hasan Bülent Kahraman 1997’de sadece bir eserle İstanbul Bienali’ne gelmiş olan Louise Bourgeois’nın bugün bu sergisinin açılmasının Türkiye’de çağdaş sanatın gelmiş olduğu yüksek seviyeye işaret ettiğini söylese de bizce Louise Bourgeois gibi bir isim ve İstanbul gibi bir şehir için eksik bir sergiydi. 54 eserin yer aldığı serginin hazırlıkları 2,5 sene sürmüş.

Serginin en önemli eserleri “Femme Maison” (Kadın Ev) ve “Sainte Sébastienne” ve bence “What is the shape of this problem?” ( Bu problemin şekli nedir?) gibi görünüyor.

Öylesine heyecanla gittiğim sergide girişte dev örümcek “Maman” (Anne) heykelini ya da diğer heykellerini görmemiş olsam da “Bu problemin şekli nedir?” eserini keşfetmiş olmak beni biraz olsun tatmin etti. Son olarak sanıyorum ki bu problemin şekli nedir? sorusunun cevabı eserin kendisi yani sanattı. Ve şeklin yani sanatın içindeki de hayatın kendisi.

Louise Bourgeois’nın hayatı. Dünyadan Büyük sergisi 28 Kasım’a kadar Akbank Sanat’ta olacak.

Daha fazla yazı yok
2024-05-03 21:29:42