A password will be e-mailed to you.

Ayça Telgeren ile Galerist’te izlediğimiz ve küratörlüğünü Elâ Atakan’ın yaptığı, “Tenden Daha Yakın” halen devam ederken konuşma fırsatı yakaladık. Sergi, sanatçının daha evvel de düşündüğü ve sıkça bahsettiği temas kavramı üzerine yoğunlaşarak bir “hatırlama coğrafyası” olarak kurgulanmıştı. Kağıt kesim, tuval üzerine akrilik, heykel ve video gibi pek çok farklı tekniği bir arada izlediğimiz sergide, sanatçının kendi saçlarıyla işlediği “Sonsuz” adlı işi oldukça ilgi çekmişti. Hem sergi üzerine hem “kaynağım kendi deneyimlerim” diyen Ayça Telgeren ile bireyleşme süreci, ahlak, internet, ve Hasanpaşa Gazhanesi’nin dönüşümü gibi hayatta temas edebildiğimiz pek çok konuda konuştuk.

 

Sergi metninde yaşam ile içten bir etkileşim kurmaya çalıştığınızı okudum. Nasıl kuruyorsunuz?

Böyle sorunca bana da ilginç geldi. Acaba nasıl kuruyordum? Sevgili Elâ Atakan’ın metninden bir cümle. Elâ, benim daha önce yazdığım metinlerden çıkarıp yazısının içine fevkalade bir şekilde yerleştirdi. Şöyle ki, sanatçının hep bir meselesi vardır ya neyle uğraştığıyla ilgili. Herkes kendi hayatta duruş şekli itibariyle o yeri doldurur, tanımlar; tanımladığı şey kimisinin aidiyetle ilgili sorunlar, politik sorunlar, göçle ilgili meseleler, gündelik gerçeklik veya tam dışında başka bir yerdir. Ben o kaynağın ne olduğunu tariflemeye çalıştım yani benim temel anlamda üretimimin kaynağı ne? Yaşam. Yaşamımın bütünü.

İçten iletişim kurma hikâyesine gelirsek, geneli anlayabilmek için özelden hareket ediyorum. Tek kaynağıma başvuruyorum: Kendi deneyimime, kendi kurduğum iletişimlere, kendi yaşadığım etkilere bakarak giriş yolunu buluyorum. Bir taraftan aradığım çok elle tutulur, somut değil daha ziyade olayların, şeylerin nasıl sirayet ettiği, nasıl tanımlanamayan, duygusal bir alan oluşturduğuyla ilgili oluyor. Dediğim gibi yola çıktığım kendim. Ben nasıl hissediyorum, ben nasıl yaşıyorum, olaylar karşısındaki duygum ne? Önce bunlara yoğunlaşıyorum. Ondan sonra anlamak için üzerinde çalışmaya başlıyorum ve o duygunun sadece bana mı ait yoksa insan olan ya da yaşayan her şeyin ortak paylaştığı bir şey mi? Bu sorular çerçevesinde ilerliyorum.

 

Kendi yaşamınızdan yola çıkmanız mı sizi “samimi” kılıyor?

Herkesin olayları ele alış şekli farklı aslında. Bir fincanın kırk kulpu var, nereden tutacağınız tamamen sizin nasıl bir varlık olduğunuz ile ilgili daha sonra deneyimleriniz, birikiminiz, durumlara karşı kendinizi hangi mesafede tutmayı tercih ettiğiniz. Bu yüzden hepsi birbirinden farklı, kıymetli yaklaşımlar. Ben bunu yapabiliyorum. Herkes yapabildiğinin üzerine, daha iyi kavrayabileceği alan üzerine gitmeli.

 

Belirli yaklaşımlar daha politik mesela. Bu yaklaşımlarla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Sanatın bir başka eksikliği doldurmaya çalıştığını görüyoruz. Bağımsız basın, haber alma özgürlüğü gibi alanların dolduramadığı boşluğu vazife edinmiş durumda. Değerlendirmeler yaparken bunları da göz önünde bulundurmak gerek diye düşünüyorum.

 

Sizce bu noktada kendi boynumu mu aşıyor. Yoksa kendini dönüştürüyor mu?



Vallahi bence sanatın ölçülebilen bir boyu yok. Olmaması gerekir.

 

Bir röportajınızda “En temel anlamda yayılmaya çalışıyorum, temas etmeye…” diyorsunuz. Temas meselesine daha önce de sıkça değinmiş bir sanatçısınız. En sonunda sadece bu kavram üzerine bir sergi fikri nasıl oluştu?

Temas üzerine bir sergi fikri oluşmaya başladığında Elâ da röportajları, yazıları okuyup iyice bir baktıktan sonra “Sen zaten hep temas üzerine çalışıyormuşsun, bu sefer merkeze koyuyorsun.” demişti. Bu da hakikaten bir başkasının dönüp bakmasının bir hediyesi diye düşünüyorum. Aynı hassasiyette olduğun için sana da teşekkür ediyorum. Şöyle ki, hakikaten yapabildiğimizden daha fazla bir şey değiliz. Yapılarımıza göre değişse de benim için üretim aşaması devredebildiğim bir şey değil. Kendim tariflemek, dokunmak, yontmak istiyorum. Temas anını yaşamak istiyorum. Kağıt kesme işlerinde de böyle. Hepsi aslında bir çeşit desen. Nasıl çizim yaparken çizgi, senin bütün varlığını ele verir öyle. O an ne yaşadığını iyi bakan bir göz okur. Tereddüt mü var, sıkıntı mı var, kendinden mi sıkılmış, endişesi mi var?

Bahsettiğim şey röntgen değil spesifik olarak çözümlenemez ama sezgisel olarak ne olduğuna dair bir farkındalık olur. Hangi duyguyla çıktığını gayet güzel görürsünüz. Ben bunu çok etkileyici buluyorum. Çünkü eser, kendini tamamladığı andan itibaren sanatçısından kopmuş vaziyette yolculuğuna devam ediyor. Bu titreşimler aslında o yolculuğu bir şekilde devam ettiriyor. Derdim, bir duyguyu aktarmak; titreşimlerin eser üzerinde kalıcı olmasını istiyorum. Elle yapılan işlerde oluşan hatalar, olmayan mükemmelliğin izlerinin okunabilir olmasını umuyorum. Çünkü sevdiğim başka bir işe baktığımda ben onları okuyabiliyorum. Beni etkileyen şey o oluyor.

 

Her anlamda temas edebilmek istiyorsunuz…

Tabii ki. İster kelime anlamında ister metafor anlamında olsun. Anlıyor, kavga ediyor sevebiliyoruz. Hayatımızda olsun istiyor, üzerine düşünüyoruz. İlla sevgi, sevmek değil. Pozitif ve sıcak olması gerekmiyor, bizi rahatsız ettiği zamanda içimizdeki bir yerle iletişime geçmiş oluyor. Temas, tensel, fiziksel olmasının yanında bütün dünyayı anlama, kavrama organlarımızla kurduğumuz bir iletişim.

Jerome David Salinger, “Çavdar Tarlasında Çocuklar” adlı dokuz öyküden oluşan kitabında, insanlar arasındaki görünür görünmez bağlardan bahseder. O bağlar nörolojik bağlarımız. Fiziksel olarak ne kadar uzaklaşsak da bizi birbirimize bağlayan devasa bir örüntü var. Temas kavramını destekleyen şeylerden bir tanesi bu örüntü bana kalırsa. Çünkü o bağı, beraber fakat ayrı ayrı okuduğumuz bir kitabın içerisindeki bir paragrafta kurabiliyor, yetiştiğimiz toprakta…

 


Sergi bir bütün olarak bana, çeşitli hatıralarla, hazlarla örülmüş bir bedeni anımsattı. Siz ne şekilde düşündünüz?

Bir beden olarak adlandırmadık ama o şekilde bir akış istedik. Elâ ile bayağı üzerine düşündük. Galerist’inde mekanı kullanma deneyiminden yararlandık. istedik ki hareket etmenin bir metni olsun, yavaş yavaş daha mahreme doğru ilerleyelim sonra tekrar oradan çıkarak başa saralım. Videoya kadar ilerleyip sonra geri dönüp her şeye farklı bir perspektifle bakarak mekan terk ediliyor. Bahsettiğin etki hakikaten yapmayı istediğimiz bir şeydi. Ne güzel, sen şimdi bu soruyla geliyorsun. Sevindim.

Temas “Nasıl hatırlıyorum?” sorusuna verdiğim cevaptı

Sergide çok farklı temasları bir arada izliyoruz. Aile bireyleriyle ilgili hatıralardan gelen anlar ve daha erotik temaslar…Birbirini neredeyse tabulaştırıp yıkacak kadar farklılar. Bu ikilikten bahsedebilir miyiz?

İki yönlü bahsedebiliriz. Birincisi, nasıl hatırlıyorum sorusu. Temas aslında, altını çizip yanına tırnak koyduğum “Nasıl hatırlıyorum?” sorusuna verdiğim cevaptı. Olayları değil ama hatıraları, duyguları… “Nasıl hissettiğimi nasıl hatırlıyorum?” üzerine gelişti. Farkına vardım ki dokunma anı ve oradaki ortak niyet paylaşımıyla hatırlıyorum. Zihnimde önde gelenler üzerine bir seçki oluştu. Aile ve erotizmin bir arada olması ise, bugünkü gündelik siyasetin gelişimine baktığımızda, sadece Türkiye değil dünyada da fena halde çuvalladığımızı düşünüyorum.

Belki siz öyle yetiştirilmediniz ama biz, geleceğin çok daha parlak, özgürlükçü, daha demokratik olacağı ve bunu birlikte inşa edeceğiz düşüncesiyle büyüdük. Doğal akış bu olacaktı yani. Biz bunu aşağı yuvarlanan bir tekerlek olarak algıladık ama öyle olmadığını görüyoruz. Modernleşme, çağdaşlaşma denen kıyafetin içine alamadığı veya dışarıda bıraktığı çok şey var. Bunun üzerine bir parça kafa yormaya başladığım zaman ciddi sıkıntılar gördüm. Toplum hayatının ekonomik olarak nasıl düzenlendiği, insanların nasıl birimlere dönüştüğü, birimlere dönüştürebilmenin koşulları, nelerden vazgeçmemiz gerektiği, mahremiyet duygusu, tuhaf yasaklar evreni, ailenin tanımı, sadakatin tanımı, bedenin mülkiyetinin tanımı bütün bunlara baktığımda insana uymayan şeyler olduğunu gördüm.

Georges Bataille okumalarımda da benzer şeyler üzerinde durduğunu gördüm. Sezgisel olanın altında yatan başka bir şey var. Biz bunu yapısal olarak ikiye ayırdık; ayıp, ahlaki değil veya kabul edilebilir diye. İyi budur kötü budur. Tanımlar çok net bir şekilde konuldu. İşin hukuki boyutundan bahsetmiyorum ama toplumsal yargının oluştuğu süreler zarfındaki alanlar çok sıkıştı ve aslına bakarsan bence bugünkü insanlığın karanlıkta kalan tarafını çok büyüten bir şey. O yüzden bugün ne yazık ki daha kötücül bir dünyayı yaşıyoruz. Belki de hep böyleydi ama artık görünür hale geldi. Bizi birbirimize bağlayan görünür görünmez bağlardan bir tanesi de internet ağı. O akışla başka bir yüzle, kendi yüzümüzle karşılaşıyoruz aslında; olabileceklerimiz ve olamayacaklarımızla…

“Bizi ne bastırıyorsa o oluşuyor”

Ayça Telgeren, Muğlak, 2019

Georges Bataille’ın Gözün Öyküsü kitabından esinlenerek oluşturduğunuz iki önemli işiniz var. Biri “Muğlak” diğeri “Adalar”. Metinde Bataille’daki ahlaksızlığa bakış açısının, kötülükle ilişkisinin insanın özünde bir yerden geldiğini düşündüğünüz yazıyor…

Karanlık demek daha doğru. Kötülük olarak tanımlayan toplum. Gözün Öyküsü, çok farklı yaşlarımda okuduğum bir kitap, yirmilerimde ilk kez okumuştum, otuzlarımda tekrar bir baktım. Yakın zamanda yumurta kabuklarının nerede geçtiğini düşünürken Gözün Öyküsünü hatırladım ve kitaba geri döndüm.

Ursula K. Le Guin gibi birçok yazar da bahseder: Gölgelerinizle barışmadığınız sürece aydınlıklarınıza kavuşmanın imkanı yoktur yani oraya hiç bakmamak sürekli çok ahlaklıymış gibi yapmak, sadece kurallar çerçevesinde kendini tanımlamak. Yasak olduğu için mi bunu yapmıyorum yoksa yapmamam mı lazım? Orada bir tercih vardır. Kendi potansiyelinizi de görürsünüz. Dersiniz ki benim yaşamda durduğum yerin burası olması gerekiyor veya bunu yapmamayı tercih ediyorum. Seçebiliyor olmak gerekiyor. Aksi takdirde dinler vs. oluşuyor… 

Aslında bizi ne bastırıyorsa o oluşuyor.

 O yüzden iki arada olma durumu var sanki. Hiç yaşamıyormuş gibi servis etme…

Doğuştan kötüler ve iyiler, onlar ve bunlar, sürekli cepheleşmeler, bizdenler, sizdenler….

Bütün kültür öyle var edildi.

Bütün kültür öyle var edildiği için birbirinden korkuyor… Filmlerde bile bütün dramatik kurgu oradan kurulduğu için çok seviliyor ve besleniyor çünkü korkuyu yönetmek çok kolay. Bu anlamda yapılacak şeyler, sistemin üzerine düşen görevler dışında bence bireysel olarak herkesin kendine dönüp tekrar yüzleşmesi, aklı ele alması yani kendini edilgen değil etken bir birey olarak tanımlaması gerekiyor ki bu da sorumluluk alarak eyleme geçmektir. O yüzden karar veren ve verdiği kararı uygulayabilen, seçimler yapabilen bir varlık haline gelmek gerekiyor.

Mesela Güney Afrika’da ayrılıkçı yönetim ortadan kalktıktan sonra hiçkimse Apartheid yanlısı olmadı veya İkinci Dünya Savaşı sonrasında Nazi suçluları yargılanırken hepsi bize verilen görevi yapıyorduk dedi. Sistem ne yapıyor, seni bir devlet memuru haline getirdiğinde bana verilen görevi yerine getiriyordum dedirtiyor. Aslında yüzlerce çocuğu öldürdün… Ben de buradaki iradeye bakmak, o ikililik ile yüzleşmek, kendi gölgemizle karşılaşabilme cesareti üzerine bakmak istedim.

Muğlak” bunun üzerineydi sanırım.

 Aslında tam da o duyguyla formu aradım. Formu yaparken de aynı şeyi sürekli tartışarak ilerledim. Etkinlik ve edilgenlik üzerine, hem bir taraftan ampute bir el oldu; gitar çalan bir arkadaşım “bütün işe yararları ortadan kaldırmışsın, en çok kullanılan parmakları kesip atmışsın.” dedi. Hakikaten gitar çalarken en az kullanılan iki parmak, tabii ben öyle bakmamıştım ama herkesin algısı farklı işte. Bir yandan sakat kalmış bir yapı. Ona rağmen tehditkâr bir tavır içerisinde veya oraya konulmuş az sonra kalkmak üzere olan bir kuş olarak da algılayabilirsin. Tamamen o aradalıkla ilgili aradığım bir formdu.

Serginin bir tür hatırlama coğrafyası yarattığı yazıyor metinde. Sizi bu coğrafyaya iten neydi? Bir hafıza kaybı olayı yaşadığınızı duydum.

Bir ev kazası oldu. Ufak bir sıkıntı oluştu hafızamla ilgili. Bu arada ben zaten hiçbir zaman hafızası güçlü bir insan olmadım. İlginç şeyleri hatırlarım, hatırlamam gereken şeyleri hatırlamadığım olur. Bu yüzden çok defter tutmaya çalışıyorum. Onlar da bir yere kadar devam eder. Sonra kaybederim, unuturum falan. Gerekçelerden bir tanesi de, var olan donanımımızla bu kadar veri akışını kaldırabilecek yeterlilikte değiliz. Kullandığım bütün fotoğraflar analog fotoğraflar, çok iyi miktarda aile fotoğrafı arşivine sahibim. Dedem de babam da fotoğraf çekiyormuş. Bir sürü bakabileceğim fotoğraf olduğu için şanslıyım. Onların yirmi katı kadar da bilgisayardaki bellekte duruyor.

Bu ana tutunmak açısından daha hızlı geliyor bize ve yetersiz kalıyoruz aslında. Windows 95 ile bugünün donanımını kullanmaya çalışıyoruz sanki. Hem akan bilginin hem imajım yarattığı tanımlanan ve tanımlanamayan etkinin altında ciddi bir şekilde eziliyoruz. O yüzden seçimler yapmamız gerekiyor. Ben nefes alabilecek alanı orada buluyorum.  Hayat sadece kendi tercihlerimiz değil başkalarının tercihleri ile kendi tercihlerimizin kesişmesinden oluşan kısmi tercihlerle örülü bir akış. Hafıza kaybı hikâyesi ise zaten çok iyi olmayan hafızamla ilgili bir dönem ciddi sıkıntı yaşadım işte o zaman yazmaya başladım: Ne yedim, ne yaptım, kiminle görüştüm, kime neyin sözünü verdim?

Hayatta karşılaştığımız bir takım travmaların da böyle bir rolü oluyor. Yani hayatta başıma gelen her şeyin bir sebebi var diye hissetmiyorum. Kutsal bir amaç uğruna bu haller oluşmuyor ama biz başımıza gelen o şeyleri anlamlı hale getiriyoruz.

 

Ayça Telgeren, Sonsuz, 2019

Saçlarınız ile dokuduğunuz “Sonsuz” adlı bir işiniz var. Saçlar ile dokuma yapma deneyiminden, üretim sürecinden bahsedebilir miyiz?

Benim ailemde kadınlar örümcek gibidir. Arakne karakteri vardır ya, ören, diken, dantel işleyen, çeyiz yapan. Benim bir çeyizim vardı. Anneden kıza aktarılan çeyizler, bohçalardan, dantellere, masa örtülerinden, yatak örtülerine, mutfak takımlarından bilmem nelere bir kadın kültürü aktarımı aslında. Bunların hepsi şimdi bende toparlandı. Anneannemden kalanlar, babaannemden kalanlar, annemden kalanlar, halalarımdan kalanlar… Ben bir yığının içindeyim yani. Bunların hiçbirini de kullanmıyordum; öyle bir hayat yaşamadığım ve yaşamayacağım için bir dağ gibi karşımdalar; çok kıymetliler çok güzeller ve ben onlarla bir şekilde buluşmanın yoluna arıyorum. Kullandığım kumaşlar, kenarları işlenmiş pamuklu kumaşlar; dolap örtüsü aslında yani kıyafetlerin altına koyulsun, üstü kapansın diye yapılmış…

 

Siz bir şekilde onları içselleştirmenin yolunu arıyorsunuz sanırım.



Evet. Bir de atamam, atılacak şeyler değiller, bir şekilde diyalog kurmaya çalışıyorum. Hikâye aslında onun üzerine, sadece o da değil nesneler üzerinden aslında ailenle ve kendinle diyalog kurmaya çalışıyorsun. Kendi bulunduğum toplumla ve yaşayışla ilişki kurmaya çalışıyorum. Böyle bir seriye başladım ve o fotoğraf kadrajı da benim çektiğim bir fotoğraf. Ailemden seksenlerinin sonuna gelmiş bir çiftin birbirlerini hatırlarken, birbirlerini hissederken, hayattayken son el ele tutuştukları anın görseli. O görseli bir şey yapmak istiyordum. İlişki nasıl bir emek ürünü ise bu da öyle bir emek ürünü olsun istedim. Fotoğrafı direk kullanmayı da düşündüm ama fotoğraf bunu sağlayabilecek bir özellikte değil. O kadrajın, o eylemin sürekli düşünülerek hissedilerek bir nesneye dönüşmesi gerekiyordu.

 

Saçınızda sürekli hissettiğiniz, dokunduğunuz bir şeydi…

Evet… Bir de onu üç günde oturup evde yapmadım. Hep çantamın içinde yanımdaydı. Anneanneme giderken, kardeşim arabayı kullanırken ben oturup işlemeye devam ettim. Hep aile ile ilgili yollar gidip gelinirken, yolda işlenmiştir.

 


Size dönersek, hem pratiğiniz hem işlediğiniz konular düşünüldüğünde düş dünyasından daha somut, gerçekçi bir dünyaya geçmiş gibi duruyorsunuz. “Bir bakıp çıkacağım” mı yoksa devam mı?

Çok güzel! Evet, bir bakıp çıkacağım. Bedene geri dönüş, eve geri dönüş gibi… Belki akademi kökenli bir sanatçı olmamdan kaynaklıdır. Şöyle ifade edebilirim temel kaygımı, form her zaman için bir araç aslında. O esnada yaşadığın şey neyse, ifade etmeye çalıştığın neyse o formu ortaya koymak için kullandığın teknikte bir araç oluyor. Kıymetli araçlar, kendilerine ait atmosferleri var, kendilerine ait durdukları yerler var. Bunlar çok önemli ama üç gün sonra başka bir medyum ya da başka bir teknik arzu ettiğim anlamı aktarabilecek şeye cevap veriyorsa tabii ki onu kullanacağım. Yani aslında birçok şeye “bakıp çıkıyorum.” Belki biraz daha bunun üzerine devam ederim, daha henüz bitmemiş meseleler var ama mutlaka başka bir şeye evrilecektir.

Propaganda nesnesine dönüşmüş sanat beni korkutuyor

Gündemden uzak kalmaya çalıştığınızı okudum. Buna gerçeklikten kopma diyorsunuz hatta. Bir dönem politika ile de uğraşıyormuşsunuz, sanatınız ve politikayı neden birbirinden ayırmayı tercih ediyorsunuz?

Bir propaganda nesnesine dönüşmüş sanat beni çok korkutuyor. Bunun kısır örneklerini bütün dünya tarihinde de yaşadık. Sanat bir şeyin “sözcüsü” olmaya başladığında vasfından çok şey yitiriyor bana kalırsa. Sadece sanat yitirmiyor, toplum içerisinde sanatın durduğu pozisyonda çok ciddi bir eksilme var. Kendi adıma, bir şeylerle ilgili söz söyleyebilmek için süreçlerin demlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Hepimiz bunu yaşadık, Gezi sürecinde kimse bir şey üretmedi. Hepimiz sokaktaydık, hepimiz daha aktif bir şekilde hayatı deneyimliyorduk. Oradaki tavrın neyse, senin tutumunu belirliyor.

Bir de gündelik siyasetin akışı o kadar hızlı ve sürekli manipüle ediliyor ki bunun içerisinde kaybolmayacak gücü bulamam. Sürekli siyaseti takip edip, üzerine eyleme geçme noktasında, o donanımda değilim. Öyle bir şey için her şeyi bırakıp sadece o işi yapmam gerekiyor ki bunu da yaşadım. Her zaman söylerim, aslında hepimizin hayatı politik bir tercihtir. Ben yapmayı en iyi bildiğim ve en çok sevdiğim alanın içerisinde durmak, burada üretmeye devam etmek, bu alanda bir şey yapmak için gayret etmek noktasına geldim. Tabii bugün hepimizin siyaseten durduğumuz yer, pozisyonlarımız çok net tanımlanmış vaziyette. Bana kalırsa, bugün üreten her sanatçı siyaset yapıyor. Bugün, üretmek, gülümsemek, barış istemek her şey politik.

 

Hasanpaşa Gazhanesi’nin kültür sanat merkezine dönüşmesiyle ilgili bir sürece dahilsiniz hatta buradan bir görüşmeye gideceksiniz. Süreçten bahsedebilir miyiz?

Hasanpaşa Çevre Gönüllüleri ile 2006 senesinden beri diyalog içerisindeyim. 2000 senesinden beri Hasanpaşa Gazhanesi alanının bir kültür sanat merkezine dönüşmesi için çalışıyorlar. Mahalleden 6000 kadar insan toplayıp başvuruda bulunuluyor. Böyle bir talep ilk kez oluyor, Türkiye’de bunun üzerine yapılan bir çalışma bildiğim kadarıyla yok. Yerel taleplerle böyle bir yapının oluşması, işbirliği içerisinde alan ile alakalı çalışmaların yapılması, bir proje çizilmesi, kitap oluşturulması derken çok uzun bir süreç başlıyor.

Ben 2006’da katıldım. Geçen sene değil evvelki sene öğrendik ki nihayet içine girmiş olduğumuz bir mücadele sürecinin kazananı olmuşuz; ilk defa. Uzun zamandır siyasi, bürokratik engeller yüzünden alan o şekilde terk edilmişti. Endüstriyel kültür mirası vasfını da giderek yitiriyordu. Dönüşeceği alana bina yapılacakken şu an STK olarak tek muhatap olduğumuz için Büyükşehir Belediyesi’yle görüşmelerimiz var, ön keşif sürecindeyiz. Bu yüzden çok mutluyum. Hatta o dönem Anadolu yakasında üreten bir grup sanatçı olarak 216 diye bir kolektifimiz vardı. Bellek defterleri yapmıştık. Hasanpaşa Gazhanesi üzerine de bir çalışmamız vardı.

İnternet bir demokratikleşme alanı

Son olarak, “Bizi birbirimize bağlayan görünür görünmez bağlardan bir tanesi de internet” dediniz. İnternet üzerinden kurduğumuz temaslarla ilgili düşünceleriniz neler?

İnternet üzerinden yayılma hikâyesi korkulan bir şey çünkü bu ölçekte yayılmak çok büyük bir güç. İnternetin gücü hakikaten hafızalarımızın alamadığı bir noktada. Bana kalırsa şu an onunla ne yapacağımızı çok iyi bilmiyoruz. Ben olumlu senaryolar üzerinden bakmaya çalışıyorum. Sürekli dijital mi analog mu tartışması yapılıyor. Bedenimizi terk edip bir veriye dönüşüp sistemin içine atlayabilecek miyiz? Yoksa zayıf ve yetersiz bedenimizde mi kalacağız? Sürekli bir ikilik yaratılıyor ama ikilik olmak zorunda değil.

Belki daha arada başka yollar vardır. İkisinin birbirine yaklaştığı, ikisinin birbirinin yetersiz, eksik yönlerini tamamladığı bir tutum izlenecek olabilir. Sonuçta telefonumuzdan dinlediğimiz müziğin yanı sıra hala analog sistemlerin ses kalitesi ile yaşadığımız deneyimi arıyor ve istiyoruz. İkisi birbirinin muadiline dönüşmüyor. O yüzden ben öncelikle kendi küçük dünyamızın sınırlarından kurtulduğumuz için mutluyum çünkü kendi dünyamızın sınırları bireysel olarak kabul ettiğimizin ötesinde erkin tanımladığı sınırlar. Başka bir senaryoda, üzerinde yaşanılan toprağa saygı duyulan, yaşamla daha anlamlı ve birbirine saygılı bir gelecek kurmanın temel enstrümanlarından birisi olduğunu düşünüyorum.

Bir yandan da bilgilerimiz satın alınıyor. Heveslerimizin kurbanı haline geliyoruz. Bize sunulan, bize ait olmayan ve hiçbir zaman olmayacak olan kurgu hayallerin peşinden koşmaya çalıştığımız başka bir taraf var. Tartışılacak çok fazla şey var. Matbaanın icadını örnek verebilirim. Ben internetin yeryüzüne kattığı silkeleme gücünü ona benzetiyorum. Matbaanın icadından yüz sene sonra entelektüel bilgi yayılabilir hale geldi. Ondan evvel iki temel bilgi yayılabiliyordu; bir, dini propaganda iki, pornografi. Tabii artık bu süre kısaldı, bir yüzyıl değil. Yaklaşık yirmi senedir internet yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı.

Şimdi bir uzvumuz olup olmadığını vesaire tartışıyoruz. Bunlar kötü değil sadece kullandığımız şeylerin işlevleri değişiyor. “Eskiden her şey daha güzeldi.” diyerek trajik algılamamak gerek. İnternetle birlikte nesillerde birbiriyle daha rahat diyalog kurabiliyor, daha yaşsız bir nesil yetişiyor. İkimiz rahatlıkla arkadaş olabiliyoruz. Bir demokratikleşme alanı ayrıca, çok sınırlı azınlığın elinde bulunan enstrümanlara kolaylıkla herkes ulaşabiliyor. Eskiden bilgiye ulaşmak için evinizde veya işyerinizde, kasabanızda bir kütüphane olması gerekiyordu. Nerede doğduysanız o coğrafyaya mahkumdunuz. Bu, elimizdeki açık ve verimli enstrümanın her şeyi çözeceği anlamına gelmiyor ama en azından ihtimalleri oluşturuyor.

Ben ihtimallere inanıyorum. Bütün yaşamda da, yapıların içerisinde de… Ancak o zaman başta bahsettiğimiz, seçim yapma şansımız var olabilir. O zaman bir iradeye dönüşebilir, yaptığımız şeylerin sorumluluğunu alabiliriz.

 

İLGİLİ HABERLER

Ayça Telgeren’in sergisi bugün açılıyor

Bu bir çağrıdır: Je Suis Charlie

Daha fazla yazı yok
2024-04-29 17:14:35