A password will be e-mailed to you.

Cannes sokakları dünyanın her yerinden buraya akın etmiş insanlarla dolu. Daha doğrusu doluydu demek lazım zira geçen pazar gününden itibaren bu sıradan sahil kasabası bir anda boşaldı, ıssızlaşıp kederli bir hal aldı. Gerçi pazar günü ben artık Cannes’da değildim ama yıllar önce bir- iki kez festivalin hemen ertesinde orada bulunmuş olduğumdan nasıl bir duygu olduğunu çok iyi biliyorum, anımsıyorum.

Hele bir de yağmur yağıyorsa…

1. gün

16 Mayıs Çarşamba günü saat 17.00 civarında Nice Havalimanı’na iniş yaptığımızda havada bir yağmur sıkıntısı hissetmenin dışında moralimizi aşağı çekecek hiçbir şey bulamıyoruz. Üstelik tam alandan çıkarken oraya Londra’dan geldiğini tahmin ettiğimiz (aynı sıralarda Londra uçağı da inmişti) Terry Gilliam’ı görüyoruz. Yetmiyor bir de üstüne son Oscar’lı Gary Oldman… Hadi Gilliam neyse de, Oldman küçük bir ordu eşliğinde hareket ediyor alan çıkışında ve yine de durup birilerine imza dağıtıyor, tüm o koşuşturmacasına rağmen. Starlık zor zanaat deyip kendi çıkışımıza yöneliyoruz. Aynı uçakla geldiğimiz Yekta Kopan, Ali Özbatur ve Nuray Muştu ile birlikte  Cannes’a doğru yola koyuluyoruz.

Cannes’a varış, trafiği de katarsak, yaklaşık 40 dakika sürüyor ve hafifçe atıştıran yağmura fazla takılmadan çok yakında olduğunu tespit ettiğim otelime yürüyorum. Burası (Hotel Montaigne) yıllar önce bir kez daha kalıp çok sevdiğim bir otel ve tesadüfen de olsa tekrar buraya döndüğüm için mutluyum. İlk gün pek filme girecek halim olmadığından yemek için Mehmet Basutçu ile buluşuyorum ve onu saat 22.00’de başlayan bir filme uğurladıktan sonra kısa bir tur atıp otelime dönüyorum. Sabah erkenden kalkacağım.

2. gün

Saat 08.00’de kahvaltı, 08.30’da film… Matteo Garrone‘nin Dogman‘i benim için bu yılın ilk filmi oluyor. Filmi her ne kadar 2008 tarihli Gomorra kadar sevmesem de beğeniyorum ama başroldeki Marcello Fonte’ye resmen hayran kalıyorum. Henüz ilk filmimle bir ukalalık yapmak da istemiyorum ama bana En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alabilirmiş gibi geliyor (ve hakikaten alıyor da, bileğinin hakkıyla).  Daha sonra filmin basın toplantısına giriyorum. Garrone ve Fonte’yi canlı canlı görüp dinlemek istiyorum ve filme dair bir kaç not aldıktan sonra otelime dönüp gazetem Cumhuriyet için yazımı yazmaya koyuluyorum.

21.30’da başlayacak basın yemeğinden önce Lübnanlı sinemacı Nadine Labaki’nin Altın Palmiye yarışındaki yeni filmi Capharnaum‘u izleyeceğim.

Öğleden sonra Esin (Küçüktepepınar) ile buluşup Unifrance’ın terasında biraz sohbet ediyoruz. O birazdan Vincent Lindon ile son filmi En Guerre üzerine bir söyleşi yapacak ve ardından Terry Gilliam’ın The Man Who Killed Don Quixote filminin özel bir gösterimine katılacak. Ben de gideyim istiyorum ama sadece Gilliam ile söyleşi yapacaklara özel bir gösterim olduğu için hiç şansım yok.

Akşama doğru trenden önce bir şeyler yemek üzere Le Crillon’un önündeki masalardan birine oturmuş Basutçu ile karşılaşıyorum. Kendisi ise artık bayrağı bana devrederek Paris’e dönüyor. Vedalaşıp ayrılıyoruz ve ben de Labaki’nin filmine kadar vakit öldürmek için biraz dolanıp Festival Sarayı’ndaki Terasse des Journalistes’e (Gazeteciler Terası) çıkıyorum. Festival Sarayı’nda bunun gibi bir çok teras var ve kimse kendine ait olandan başkasına giremiyor. Kapılarda görevliler var ve taşıdığınız  yaka kartına bakarak, hatta üzerindeki kodu ellerindeki cihaza okutarak sizi alıyorlar.

Terasın güzelliği tüm kenti görebilmeniz ve bira, şarap, meşrubat gibi şeylerin bedava olması. Bu arada lafı gelmişken belirteyim, Festival Sarayı gerçekten de dev gibi bir yer. Dışarıdan bakılınca çok anlaşılmıyor belki ama içinde bir tanesi çok büyük (2300 kişi kapasiteli) olmak üzere 4 büyük salon var. Filmlerin galaları Grand Theatre Lumiere salonunda yapılıyor ve diğer salonlarda ya basın gösterimleri yapılıyor ya da diğer bölümlere (Un Certain Regard örneğin) ait filmler gösteriliyor.

Uzatmayalım terastan sonra filme geçiyorum ve neredeyse tamamı derme çatma bir teneke mahallede geçen Capharnaum‘u izliyorum. Büyük ölçüde biri 12 diğeri 1 yaşında iki çocuk üzerine kurulu filmi “misery porn” (fukara edebiyatı) olarak niteleyenler de çıkıyor doğrusu ama ben bir hayli etkileyici buluyorum. Hem oyunculuklar (12 yaşında Zain cidden çok iyi, büyüdüğünde bu işe devam ederse ne olur düşünemiyorum bile) çok başarılı hem de görüntüler ve montaj. Daha ne olsun.

Festival Sarayı’nın 150 metre yakınındaki Agora’da düzenlenen basın yemeğine 20 dakika rötarla girdiğimde beni boş buldukları ilk yere oturtuyorlar. Solumda bir Amerikalı (Roger Friedman), sağımda ise bir Rus (Ivan, soyadını anımsamıyorum maalesef) gazeteci oturuyor. Sıcakkanlı bir adam olan Roger, “Biz güzel bir kadın istemiştik ama sen geldin” diyerek karşılıyor beni ve hemen masadakileri tanıştırıp (şunlar Alman, şunlar Hintli vs) sohbete koyuluyoru benle. Yemek servisi de başlıyor ve ben yaklaşık 150 – 200 kişilik davetteki tek Türk olduğumu görüp şaşırıyorum biraz.  Az sonra Festival Başkanı Pierre Lescure ve “Biraz sessizlik” lütfen diyerek lafa giren Thierry Fremaux’yu mikrofon başında görünce daha bir emin oluyorum bulunduğum yerin seçkinliğinden. Üstelik yemekler de harika…

Yemeğin ardından gece yine kısa bir tur atıp daha önceki yıllarda Yekta ile birçok kez gittiğimiz ve adı bir süre önce Byzance olarak değiştirilmiş bara gidiyorum. Bol bol fotoğraf da çekiyorum elbette ve sosyal medyayı da ihmal etmiyorum. Byzance’ta tam da tahmin ettiğim gibi Yekta’yı buluyorum ve yanlarına çöküyorum. Masada birkaç tane de genç sinemacı var ve onlarla bir sohbete koyuluyoruz hemen; hayaller Cannes gerçekler Yeşilçam minvalinde… Hepsi de pırıl pırıl gençler gerçekten ve memleketin hali biraz ışık verse çok iyi işler yapabilecekler gelecekte, en azından hissiyatım bu yönde.

Ahlat Ağacı görücüye çıkıyor

3. gün

Sabahın ilk filmi Yann Gonzalez’den: Le Couteau Dans Le Coeur. Maalesef kötü çıkıyor film ve başrolündeki Vanessa Paradis’ye rağmen basın toplantısını pas geçiyorum. Sahildeki Türkiye pavyonuna geçmeden önce bir şeyler içmek için WiFi Cafe’ye giriyorum ve tesadüf bu ya, Michel Ciment’ın karşısındaki koltuğa oturuyorum! Bilenler bilir Ciment mesleğimizin en büyük isimlerinden. Fransız sinema dergisi Positif‘in editörü olan Ciment yıllardır festivali takip ediyor haliyle ve daha önce de buralarda onunla karşılaşmışlığım, söyleşmişliğim var. Telefonda birisiyle -muhtemelen dergiden biriyle- konuşan Ciment günün filmleri için kaç yıldız verdiğini dikte ettiriyor ve Gonzalez’in filmine resmen sıfır yıldız veriyor. Daha önce izlemiş olduğunu anladığım Ahlat Ağacı‘na ise 4 yıldız vererek beni iyice heyecanlandırıyor.

Türkiye pavyonuna girdiğim anda dış tarafta bir kalabalık olduğunu fark ediyorum. İç bölüm boş ama dışarıda Ahlat Ağacı‘nın ekibi toplaşmış ve yapımcı Zeynep Atakan’ın söylediklerini dinliyorlar full konsantre vaziyette. Oyuncular Hazar Ergüçlü, Bennu Yıldırımlar, Doğu Demirkol, Serkan Keskin, Öner Erkan, Murat Cemcir, Akın Aksu (aynı zamanda senaristlerden biri kendisi), Ahmet Rıfat Şungar, Özay Fecht, Tamer Levent, Kadir Çermik, Kubilay Tunçer gibi isimlere ek olarak Ebru Ceylan, Gökhan Tiryaki gibi kamera arkası isimler de orada ve yıllardır burada galalara katılan Zeynep Atakan o gün kırmızı halıda neler yapılacak, saat kaçta içeri girilecek, nerede alkış beklenecek gibi detayları anlatıyor. Toplantı sonrası Zeynep bana akşam için davetiyemi veriyor (yaşasın!) ve ben hemen eğer buruşukluklar varsa diye smokinimi banyoya asmak üzere hemen otele gidiyorum.

Kırmız Halı’ya dakikalar var ve ben sevgili Yücel Özeke’nin katkılarıyla Cannes’a getirdiğim smokinimle (benim smokinim ne yazık ki üzerime olmuyor artık ve Yücel kardeşim bir başka smokin buluyor sağ olsun) sıranın en önlerinde bekliyorum. Galadan bir-iki saat önce Cannes’a gelen Erkan Abi (Erkan Aktuğ) tam karşı sırada bekliyor ve birbirimize el sallıyoruz. Nihayet 18.10 civarında bariyerler açılıyor ve kırmızı halı bir anda kalabalıklaşıyor. Sonra ünlü merdivenler, sonra dev salon ve sonra salona en son giren film ekibi… Alkışlar, alkışlar, sessizlik, karanlık, ve nihayet…

Sonra kısa bir karanlık ve Nuri Bilge Ceylan‘ın adıyla birlikte yeniden alkışlar, alkışlar, alkışlar. Sonra jenerik bitene kadar sessizlik ve yeniden alkışlar, alkışlar, alkışlar… Dakikalarca herkes ayakta alkış tutuyor ve NBC ve ekip bir öne bir arkaya, bir balkona, bir yanlara selam verip duruyor. Film beğenildi, buna şüphe yok. Çıkıştan itibaren herkes hangi ödül gelir onu konuşuyor. Kimi En İyi Yönetmen diyor, kimi En İyi Oyuncu. Altın Palmiye arzulayanlar da var ama NBC bir önceki filmiyle bu ödülü aldığı için çok da bunun mümkün olamayacağını düşünüyor ekseriyet. Bense kadınların ve politik mesajların bir hayli öne çıktığı festivalde belki Ahlat Ağacı‘na bir Jüri Özel Ödülü çıkar diye düşünüyorum ama maalesef yanılıyorum.

Filmden sonra Arte teknesinde düzenlenen partide neler yaşandı, Kerem Ayan hangi parçaları çaldı gibi mahrem detaylara girmeyeceğim elbette. Sonrasında Erkan Abi ile gittiğimiz ve film ekibinin de katıldığı Byzance buluşmasını da anlatacak değilim tahmin edersiniz. Her şey gayet güzeldi ve sevgi saygı çerçevesinde cereyan etti diyeyim yetsin.

4. gün

Bugün son gün artık. Sabah bir filme gitmek niyetinde olsam da biraz fazla uyumayı tercih ediyorum ve Ahlat Ağacı‘ nın 11.00’deki basın toplantısına katılmak üzere Festival Sarayı’na gidiyorum.  Nitekim ekip dışarıda yapılan ve photocall denilen fotoğraf çekiminin ardından salona geliyor ve NBC, Zeynep Atakan, Doğu Demirkol, Ebru Ceylan, Akın Aksu, Murat Cemcir ve Gökhan Tiryaki onlar için kurulan geniş masaya; Hazar Ergüçlü, Tamer Levent, Bennu Yıldırımlar ve ekipten birkaç kişi daha bizler gibi basına ayrılan sandalyelere oturuyor. Yaklaşık 45 dakika süren ve NBC’nin dünyanın dört bir yanından gelen gazetecilerin sorularını yanıtladığı toplantının ardından hep birlikte Majestic Beach’e (Majestic Otel’in sahildeki iskelesi ve lokantası) geçiyoruz. Orada NBC söyleşi verdiği birkaç gazeteci ile fotoğraf çektiriyor (biri de benim elbette) ve relaks bir ortamda oyuncular ve ekiple sohbetler ediliyor. Ama ben artık çıkıyorum. Ben yolcuyum bugün. Saat 15.00’te bir otobüse atlayıp Nice Havalimanı’na gideceğim ve 18.00’deki uçakla memlekete döneceğim. Dönüş yolunda, biz uçaktayken de ödül töreni yapılacak ve iner inmez ilk iş telefonumu açıp Ahlat Ağacı‘nın ne kazandığına bakacağım. Ama hikayenin o kısmını siz biliyorsunuz zaten…

Daha fazla yazı yok
2024-05-03 01:22:33