A password will be e-mailed to you.

Josh Mond imzalı James White yılın çarpıcı keşiflerinden. !f İstanbul’da izleyiciyle buluşan film bir yandan zorlu bir kanser vakasını izlerken, diğer yandan da zorunlu bir yetişkinliğe geçiş hikayesi anlatıyor.

Hiç düşündünüz mü, sinemamızda neden kanseri konu edinen filmler yok denecek kadar azdır? Bir şekilde, bu amansız hastalık, daha gelişmiş (en azından ekonomik anlamda) ülkelerde olduğu kadar dert edilmiyor bizde. Oysa Sağlık Bakanlığı her yıl 150.000 yeni kanser olgusu teşhis edildiğini ve bu sayının gitgide arttığını söylüyor. Yani kanser ne yazık ki can yakıcı bir mesele ve pekala sinemacılarımız tarafından da ele alınabilir. Ama hemen bunun üzerine şunu da hatırlıyor insan: O kadar çok mesele görmezden geliniyor ki memleketimizde. Yeni kuşak bazı yönetmenleri dışarıda tutarsak, birçok önemli isim hâlâ kendi kişisel kimlik bunalımlarının peşinde, ki bu da acı ama yüzleşmemiz gereken bir realite. Hâlâ kimliğini bulmaya çalışan bir ülke görünümündeyiz ve bunun arkasında 12 Eylül gibi ciddi travmaların olduğu da aşikar.

Konuya geri dönelim ve ilk yönetmenlik denemesi olan James White ile önce Sundance’de, ardından gösterime girdiği bir çok festivalde övgüler alan Josh Mond’a odaklanalım. Daha filmi izlerken net bir şekilde sezilen bir şey var: James White’ın hikayesi kişisel deneyimlerden yola çıkmış olmalı. Bazı sahneler o denli içten, dürüst ve sahici ki, ancak başından böyle bir olay geçmiş birisi yazabilir bu sahneleri diyorsunuz. Nitekim genç yönetmen Josh Mond gerçekten de annesini kansere kurban vermiş biri ve James White da çok bariz şekilde onun bu travmayla başa çıkma yolu. Filmi çekmek acılarını ne derece dindirmiştir bilemeyiz ama öncelikle başrol oyuncularının performanslarına yaslanan ve yarı izlenimci, yarı cinema verite tarzıyla izleyiciye çok fazla alan tanımayan James White kolay kolay hazmedilemeyen, ama gücü, etkisi de yabana atılmayacak bir indie drama.

Kameranın bir bile terk etmediği ve filmin yaklaşık yarısında yakın plan yüzünü izlediğimiz James White’ı (Christopher Abbott) ilk gördüğümüzde babasının öldüğü günde olduğumuzu anlıyoruz. Kısa bir süre sonra da babasının aslında onu ve annesini çok erken bir yaşta terk edip gittiğini ve başka bir kadınla evlenip yeni bir aile kurduğunu öğreniyoruz. 20’li yaşlarının başlarında olan James henüz hayatta kendisine bir yol çizememiş, ama ailesi olarak bildiği annesinin de kanatlarının altından pek çıkmaya niyetli gibi görünmeyen bir genç. Biraz olsun uzaklaşmaya kalktığındaysa gerisin geri annesinin yanına dönmek zorunda kalacaktır zira kadının kanseri yeniden nüksetmiş ve tüm vücuduna yayılmıştır.

Hazmedilmesi her ne kadar zor olsa da James White bütünüyle karanlık bir film değil. Hele sonlara doğru anne ile oğulun banyoda geçirdikleri bir sekans var ki acı ve mutluluğun keder verici ama bir o kadar da yükseltici etkilerini derinden yaşıyorsunuz. Tabii bunda Abbott kadar yıllarca Sex and the City’nin Miranda’sı olarak izlediğimiz Cynthia Nixon’ın alabildiğine güçlü oyunculuğunun payı çok büyük. Filmin başından itibaren hastalığın çeşitli evrelerini büyük bir maharetle bize aktaran Nixon neden yıl boyunca ödüllere boğulmamış, anlamak zor.

 

Mesele tek başına kanser ve annenin ölümü değil elbette. Ne de olsa filme adını veren James White, kanserden ölen anne değil. Josh Mond kendi travmasından hareketle böylesi bir acının insan üzerinde ne gibi etkileri olduğunu, bununla nasıl başa çıkması gerektiğini, ama neden çıkamadığını, hayatın insanı hangi durumlarla yüzleşmek zorunda bıraktığını ve bu yüzleşmelerin hangilerinin kolay, hangilerinin imkansız olduğunu, hiç hazır olmadığı halde bir anda nasıl büyümek zorunda kaldığını anlatıyor filminde. Duygu sömürüsüne saplanmadan, duygularla fazla oynamadan ama izleyiciyi zaman zaman sıkıca yakaladığı boğazından öyle kolay kolay bırakmadan sürükleyen, kafasından bastırıp aşağıya iten ama nefes alması gerektiğinde de merhamet eden bir film James White

Daha fazla yazı yok
2024-05-03 09:43:33