A password will be e-mailed to you.

Covid-19 salgını bütün dünyayı kısa bir sürede etkisi altına alarak ölümün, hastalığın, endişe ve korkunun hâkim olduğu bir süreç başlattı. Gündelik yaşamla ilgili alışkanlıklarımız birden değişmek zorunda kaldı. Virüsten uzak durmak için fiziksel mesafe ve hijyen çok önemli hale geldi. Her anlamda eşitsizlikler iyice belirginleşti. Öte yanda, bu süreç birçok alana etki edeceğe benziyor. Böylece günümüze ve geleceğe dair birçok şey konuşuluyor ve tartışılıyor. Biz de sanatçı, küratör ve yazar Rafet Arslan’la Corona ve sonrasını masaya yatırdık. Corona virüsüyle kendini açığa vuran distopyaya ve kara ütopyanın bunu değiştirmesindeki rolüne değindik. Herkesin uzun bir süredir üzerinde durduğu “Dünyanın iyi bir yer mi olacağı yoksa totaliter bir dünyaya doğru hızla mı ilerlediğimiz?” sorusunu irdeledik. Bütün bu olup biten bedene ilişkin; tini, teni, grotesk olanı ihmal etmedik. Tabii ki eşitsizliğin her zaman belirgin olduğu şimdi ise katlanarak arttığı çağdaş sanat alanını, oradaki ‘dayanışma’ ve ‘sınıf’ sorununu ve daha fazlasını konuştuk.

 

Ağır sorulara geçmeden önce evde günlerini nasıl geçiriyorsun? Üretimine ve ruh haline nasıl yansıyor içinden geçtiğimiz günler?

Benim günlerim geçen beş yıla çok benziyor aslında, sadece sokaklara vuramıyorum kendimi sıkça. Bildik bir his, tecrit. Çocukluğumdan beridir gelecek ile ilgili kaygı ve karşılaşılan tehditlere karşı refleks hep vardı, sıkıntı da hep bildik sıkıntı. Şimdi tuhaf bir eşitlenme hissi yaşıyorum, insan topluluklarıyla. Bu da kendi karanlığımdan çıkıp çağın karasına kafa yormaya yol açıyor.

Gündelik bir rutine oturuyor; yemek yap, bulaşık yıka, temizlik önemli. Kitap okumak çok zorlaştı ama sinema tarihine sık sık geri dönüşler yapıyorum. Salgın öncesine göre daha çok resim yapıyorum. Bİr de yazmaya yeniden başladım.

 

Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı konuşuluyor. Bir tarafta bu sürecin gelecekte olumlu yansımaları olacağı yönünde görüşler var. Diğer taraftan totaliter bir dünyanın bizi beklediği dillendiriliyor. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsun? Gelecekte bizi neler beklediği konusunda öngörülerin neler?

Unutmamalı; hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını sürekli söyleyenler, sizi daha kötüsüne alıştırmaya çalışıyordur. Adalet, eşit hak gibi kavramlar hiçbir zaman doğal işlemez, hep bir irade sorunudur. Bugün yaşadığımız bir çeşit sosyal Darwinizm deneyi. Öncelikle yaşlılar, yoksullar, hastalar, mülteciler dökülüyor. Yakın gelecekte sağlık fetişizmi üzerinden yeni biyo-politikaların gelişeceği, Uzak Doğu’daki üst teknolojik denetim uygulamalardan şimdiden aşikar. Big Brother şimdi termal kameralar, kan/doku örnekleri,hastalık tespitleri ile yeni yüzünü örüyor. Bu noktadan şimdiden uzayacağı malum salgın günleri ile salgın sonrası dönemi, iç içe giren ve birbirini belirleyecek iki süreç olarak okumalıyız. Ama ilk etapta temel dert, kitlelerin yaşamsal ihtiyaçları ki, kapitalizm buna dair bir garanti sunmaktan yoksun. Tamam evde kalalım da nasıl hayatta kalalım? Uzayan salgın/karantina, artan işsizlik, sosyal destek politikalarının cılızlığı daha şimdiden kıtlık dahil her senaryoyu tartışmaya açıyor. Buradaki ironi şu an devam eden sektörlerde ölüm riskiyle çalışanların, pek yakın gelecekte gıpta edilecek konuma gelmesi olacaktır.

Aslında şu an hepimiz yoğun bakım ünitelerindeyiz; azımız solunum cihazına çoğumuz akıllı telefonlar ve Netflix ekranlarına bağlı olarak. Sistem ekonomik olarak çökerken, bizler teker teker ruhsal çöküşlerimizi yaşıyoruz. Kişisel gelişim furyasının şu an patlak vermesi de bu yüzden, kimse kendisi ile baş başa kalmak istemediği için. Fakat çıkışımız ben’den çok biz olabilmektedir ve bugün ne yapıyorsak ya da yapmıyorsak yarını şekillendiriyoruz ister istemez.

İçinde ütopya tahayyülü barındırmayan “hiçbir şey aynı olmayacak” söylemleri, daha fazla kapatılma, psikoz, bencillik, kıtlık ve yabancılaşma üretir. Bu yüzden yakın geleceğin sanal kapitalizmi ve öjenik faşizmine dair çokça fikir kafama üşüşse de, şimdi bu güne, anın çöküntüsüne dair sözler üretmek daha anlamlı geliyor.

“Kassandra gibi önlememiz mümkün olmayan bir kıyama karşı hep uyardık”

Bu yaşadıklarımızı distopik bir dünyanın kendisi olarak yorumlayabilir miyiz? Karaütopyacı kötümserlik bunun değiştirilmesinde ne kadar rol oynayabilir?

Aslında çoktandır o distopyanın içinde yaşıyorduk; salgın sadece aşırı, tersine çevrilmez bir yere çekerek felaketi görünür kıldı. Adına gündelik hayat dediğimiz ve tüketim kapitalizminin hız, beğeni, tüketim, iletişim çemberinde görünmez bir perde altına gizlenen sır şimdi açığa çıktı. Dünün kör bakışlar atma, bakıp görmeme rejimi artık iflas etmiştir. Şimdi herkes bu distopyanın farkında olmak ve hayatını bu gerçeklik sınırları dahilinde kurmak, yaşamak zorunda.

Kara Ütopyacılar kapıya dayananın hep farkındaydı; Sade’ın acı haykırışları, Rimbaud’un kıyamet imgesi, Benjamin’in felakete giden dünyaya yangın alarmı, Gerçeküstücülerin yıkım egzersizleri… Biz; mitolojideki Kassandra gibi hep önlememiz mümkün olmayan bir kıyama karşı insan türünü uyardık.
Şimdi de olası en kötü olasılıkları sıralayarak, kaçış çizgileri aramaya devam edeceğiz. Felaket engellenemez ama başka var oluşlar yoklanmaya devam edecektir.

 

Eğer hiçbir bir şey eskisi gibi olmayacaksa; bunu şu anın yarattığı büyük bir kırılmayla söylüyoruz. Burada sana göre neyin çöküşü gerçekleşiyor? Tabii bir şey çökerken bir şeylerin yükselmesi ya da başka şeyleri kendini açığa vurması kaçınılmaz olacaktır.

Küresel kapitalizmin yıkılabilirliği ilk defa görünür oldu, bu bir kazançtır. Fakat bu bilişi bir eyleyişe sürükleyecek iradeden şu an yoksunuz. Bu büyük bir paradokstur. Küresel sistem yanlış ve işlemiyor- tamam, ama yükselecek olan ne?

Daha fazla içe kapanma, millici dalgalar, totaliterlik, denetim ve baskı toplumlarına karşı ne yapılabilir. Ki biz şu an tek tek atomlara dek ayrılmış durumdayız. Tecrit koşullarında birlikçi idealler kurmak, ben’den bize giden kolektif tahayyüller kurmak da güçleşiyor. O zaman öncelikle olağanüstü halin bir an önce dağılmasına, salgının kontrol altına alınmasına yoğunlaşmalıyız. Bu açıdan kamuya basınç yapmak; onu akla, izana, bilime zorlamak mühimdir. Farklı toplumsal kesimler nasıl yaşayacağız, nasıl geçineceğiz, güvencesizlik nasıl aşılabilir gibi başlıkları tartışacak forumlar oluşturmak zorunda. Ki bu çabalar sadece tartışma boyutunda kalmamalı, survivor psikolojisinin bencilliğine karşı bir toplum bilincini pratiğe de dökmeliyiz.

Bugüne dair pratik görevleri yaparken; ayrıca sanatçıya, münevvere, düşünce insanına olası başka dünyaların imgesel ve teorik yansılamalarını yaratmak ve bunu her zamankinden yüksek sesle ifade etmek sorumluluğunun düştüğünü de unutmadan. Bizim sadece çağın kurbanları değil, özneleri olduğumuzu yeniden anımsayarak.

 

Yeni bir başlangıç yaşanacaksa nereden başlamalı sorusu bu süreçte peşimizi bırakmayacağa benziyor. Endüstriyel hayvancılığın aldığı boyutu düşününce ilk önce oradan başlamak gerektiğini düşünüyorum. Oradaki çığlıkları susturamadığımız sürece kısa vadede büyük felaketlerle baş başa kalacağız.

Tek tanrılı dinlerin hâkimiyetindeki uygarlık tanrının evlatları olarak insan merkezli bir dünya imgesi yaratmıştı. Kapitalizm bu fikri biraz laikleştirerek, sebil olarak doğa fikrini son noktasına dek götürüp, gezegenin endüstriyel olarak yağmalama safhasını başlattı. Geldiğimiz noktada artık doğa ve insan türü yan yan devam etmesi imkansız bir çift haline geldiği herkesçe aşikar bir aşamaya ulaştık pandemiyle. Ama bir şeyin görülür olması ile idraki arasında bir mutlak uzaklık vardır. Salgın öncesinde de vegan, vejetaryen, çevreci hareketler yükselmekte ve endüstriyel hayvancılık sorgulanmaktaydı. Bu bilinç salgın sürecinde kuşkusuz daha da artacaktır. Biliyoruz; insanın insana yapılan sömürü, zulme bakışı daha kördür. Hayvanda, ağaçta, derede yani sessiz ötekilerde kendi insanlığımızı yeniden keşfetmektir mesele.

Ama bu sistem ve süreç sorunu, bir anda Hayao Miyazaki filmlerindeki idrake ermeyecek insan türü.
Tüm dünyada Covid-19’a karşı geliştirilmeye çalışılan aşılar önce hayvanlar üzerinde denenecek ve ardından Kongo toplumu üzerinde. Bu noktada ütopyanın yarını değil anı ve hatta geçmişi kurtarmak olduğu unutulmamalı. Önce sokakları kaplayan aç hayvanlar ile başlayacağız.

“Ten şimdi yeniden Orta Çağ karanlığı misali lanetleniyor”

Sanatının ana konusunun “tin” olduğunu söyleyebilirim. Tin hep bastırıldı. Belki de bu günleri yaşamamız bu bastırılıştan kaynaklanabilir. Tin ile ten arasındaki o kısa mesafe bundan sonra daha mı açılacak yoksa kapanacak mı?

Tinin bastırılışı, tıpkı doğanın ya da özgürlüğün bastırılışı gibi sür-git sistemin normalidir. Tinin alarmı, Alman romantiklerden beri, uygarlığın eleştirisi olarak bastırılmış bir gürültü gibi hep dipten yükselmiştir. Bugünün felaketi kuşkusuz dünden biriken ve ödenmemiş kefaretlerin sonucudur.

En basiti modernin en belirgin figürleri flaneur/flanöz, derivé denilen sokaklarda boşta sürüklenme eylemlerinin bile nostaljisini yaşadığımız bir gerçeklikteyiz. Ki ritüel, rave ya da orji deneyimlerinde hep kalabalık ve kargaşa ile iç içedir. Oysa an da kimseyle temas etmemiz, sokağa çıkmamızın öğütlendiği bir gerçekliğin tam göbeğindeyiz.

Ten şimdi yeniden Orta Çağ karanlığı misali lanetleniyor, sosyal izolasyon günlerinde. Evlerinin tecritinde yalnızlığına gömülen bireyler tine dönecekler, kendi idrak kapasitelerince. Tinsel ışık ne derece ışıldarsa, insanın rönesansı o derece öne alınır ve bir umut olarak yaşamda anlam ve ütopya yeniden büyür. Tin ve tenin birliği, Fourier’den beri insansal ütopyanın yatağıdır. Bu noktada ete dönüş ve hatta Freud ve onun gayrı meşru çocuklarına dönüş mutlaktır. İnsan bilinci sosyal izolasyonu aşacaktır ve pandemi sonrası arzunun patlamaları hissedilecek.

 

Tam da tarihin bu anında grotesk olan nedir? Mesafe ve hijyenin arttığı bu günlerde grotesk olanın dönüşü nasıl olacaktır?

Grotesk olan sanırım şu an gündelik hayatın kendisi. Mesafe sonsuza dek sürdürülebilir bir şey değildir ve hijyen ile sapkınlık birer ikiz. Bu noktada sanatın daha sık en karasından mizahı kuşanması gerek. Gündelik bir groteske dönmüşse, sanatın işi onu yadırgatmaktır.

“Herkesi saran bir mesleksiz kalma endişesi mevcut”

Sorularımı sanat alanına çevirmek istiyorum. Kuşkusuz bu dönemin çağdaş sanat açısından da birçok etkileri olacak. Neler bekliyor çağdaş sanat alanında bizleri?

Burada yaratıcı bireyin sanat üretimi ile onu görünür ve sürdürülebilir kılan sanat sektörünü ayırarak düşünmek gerekir. Salgının devamı demek, bildiğimiz şekliyle sanat piyasasının yok oluşuna denk gelir. Sanatçılar, yazarlar, galericiler, küratörler böyle bir süreçte diken üstünde ve herkesi saran bir mesleksiz kalma endişesi mevcut. Dijital sergiler, sanal turlar vb yapılabilir ama sanat ile ilişki her şeyden önce deneyim üzerine kuruludur, bir aura meselesidir ve bu sanal bir varoluşa müsaade etmez.

Salgının devamı sanat emekçileri için acı ve geleceksiz günlerin habercisi. Bu noktada resmi ve özel kurumların, koleksiyonerlerin sanat alanına gönüllü ve yaşamsal bir desteği gündeme gelmelidir (misal destek alımları, destek fonları, kooperatif modelleri vb). Zira, kamunun böyle bir derdi olmadığı ve olmayacağı açık. Bu alarm sinyali şimdiden alınmalı, çünkü daha salgının 40. gününe varmadan sanatçılar kira ve borçlarını ödemeyecek hale geldiler.

Şu an ben atölyede kendim için, kendim olmaya devam etmek için üretiyorum. Devam edebileceğim kadar edeceğim.

 

Öte yandan bu süreçte birçok kültür sanat kurumu arşivini erişime açtı. Çok değerli yayınlara ve belgelere ulaşma fırsatı yakaladık. Fakat toplumun birçok kesiminde olduğu gibi “dayanışma” ve o dayanışmayı büyütecek herhangi bir adım göremedik. Bireysel ve kurumsal olarak “dayanışma” mesajı ve somut örnekler neredeyse az. Şimdi ve gelecek için dayanışmayı tesis edecek hamleler yapmamız gerekmiyor mu? Yoksa dayanışma büyük bir yalandan mı ibaret?

Dayanışma sıkça altı doldurulmayan sihirli bir sözcüktür. Aslında bugüne dek herkes kendi gibilerle, kendi mahallesiyle dayanıştı. Şimdi çok zor bir sürecin henüz başındayız ve pratiğin kendisi de en net turnusol kâğıdı. Her şeyi pratikte beraberce check edeceğiz.

“Şimdi belki konforla sanat yapanlarla, tırnağıyla kazıyanlar eşitlenir”

İnsanlar olağan hale dönmesini istiyor bu sürecin. Doğal olarak endişe ve ölüm korkusu hâkim herkeste. Ekonomik olarak sancılı bir süreçten geçiyoruz. Öte yandan da olağan olarak bildiğimiz de ‘sorunluydu’. Varoluşun kendini kurması anlamında büyük bir baskılanma mekanizmasıydı. Birileri için işler yolunda giderken büyük bir kesim için birçok sorun mevcuttu. Tam da bu noktada bu geçiş sürecinde sanat nasıl bir tavır takınacak? Olağana geçişi yumuşatan bir hâl mi alacak yoksa başka türlü bir seyir mi izleyecek?

Kuşkusuz, şimdi olağan olarak andığımız süreç de çok sorunluydu. Bulunduğum alan üzerinden hareket edersem hep belli ağlar, güç alanları ve kast sistemleri mevcuttu. Fakat bu olgu sanat camiası içinde herkesin bildiği ve konuşulması tabu haline sokulmuş bir mantalite halindeydi. Bu sancının köküne inmek gerek; bunun için öncelikle cumhuriyetin kültür politikalarından bugüne nasıl gelindiğini sorgulamalıyız. Bu mecrada Ece Ayhan’ın “sarışınlar” üzerinden yazılan tarih dediği şeyi anımsamalı. Sanatın bir geçim kapısı olmamasını bir meziyet olarak kabul etme mantığı onun üreticisini belli sınıf, eğitim ve çevre ile sınırlı işlerliğe sıkıştırmaya tekabül eder. Bu konumda olmayan sanatçı ikinci ve hayatını geçindirecek iş ile sanat pratiği arasında sıkıştırılır ya da sürekli fon/rezidans avı peşinde olmaya mahkum edilir.

Şimdi belki de belli bir konforun garantisiyle sanat yapanlarla, sanatçı olmak için tırnağıyla kazıyanlar salgının yarattığı ortamda eşitlenebilirler. Bu açıdan sanat endüstrisi krizden, daha farkındalığı açık, kapsayıcı, fırsat eşitliğini gözetebilen bir algıya çıkmalıdır diyebiliriz. Ama bu temenninin kendisi de fazlaca naif bir konuma denk gelir. Unutulmamalı ki dünyada da “sanatın icadı” denen şeyin tarihi çokta eski değildir; sanat sektörü tekelci kapitalizm ile iç içe gelişmiştir. Bugün tarihsel avangart diye andığımız akımlar dahil marjinal beğenisi gelişkin burjuvazi desteğiyle yaşamıştır. Bu noktada sanat sektörünün devamı konusu burjuvanın tercihlerine göre şekillenir.

Ama bunun dışında yaratıcı birey hayatta kaldığı sürece üretmeye, eyleme devam edecektir. Bu süreçte sanatçılar artık daha komünal birliktelikleri tartışmaya, alternatif ekonomi, sürdürülebilir var oluşları sorgulamaya başladılar. Fakat sosyal mesafenin uzun erimde devamı sanatçıların kolektivist çabasının düşte kalmasına neden olacaktır. Bir çeşit paradoks ne yazık ki.

“Yeni rönesansı doğuracak karanlık çağın içindeyiz”

Bu sürecin yeni birlikteliklere ve “manifestolara” yol açabileceğini düşünüyor musun? Yeniden avangardın tarih sahnesine çıkacağına dair ipuçlarını görebiliyor musun?

Süreçte mutlaka yeni manifestolar ortaya çıkacaktır. Biz yaşlı dünyanın insanları geleceğe işaret fişekleri yollayabilir ve tarih bilincinin uyanmasına dair ikrarlar sunabiliriz. Fakat mevzu yeni avangard’lar ise 2000 ve sonrası doğan, gözünü küresel ve dijital bir dünyaya açmış kuşakların yeni bir kopuş yaratma potansiyeli var. Ben 10 yılı aşkın zamandır içinde doğum sancısı çeken bir yeni rönesansı doğuracak karanlık çağın içinde olduğumuzu söylüyorum. Ömrümüz yettiğince bu şafağın emarelerini göreceğiz..

 

‘Sınıf’ meselesi birçok alana etki ediyor. Ama ben şunu sormak istiyorum: Çağdaş sanatta değerli çalışmaların yanında neredeyse bir “sınıf meselesi” yokmuş gibiydi. Burası es geçilen bir alan halindeydi. Uzak duruluyordu çoğunlukla. Şimdi ve gelecekte yeniden ‘sınıf’a dönme yaşanabilir mi?

Ben şahsen üretiminde sık sık sınıf meselesi, sanat-emek piramidi üzerine imge üreten biriydim, benim için durum değişmez (ki bu konuda yalnız da değilim kuşkusuz) . Umarım bu konuyu sempatik liberal bir şemsiye içine alıp görmemiş birçok arkadaşımız düşünecektir. Ya da hayat hepimizi buna mecbur edecek- ne yazık ki.

 

Yaşam kapitalist düzende suni teneffüslerle diri tutulmaya çalışılıyor. Ölüm öteleniyordu. Unutturuluyordu. Bu da iyi yaşam adına olan arzunun sönümlenmesi de demekti aynı zamanda. Ölüm olgusu uzunca bir süreçten sonra bu kadar küresel bir hale gelmemişti. Sayıya indirgendiği bir dönemde “ölüm” bize ne anlatıyor? Uzun yaşamanın sayıya indirgendiği dönemlerde yaşamın bize ne anlattığı gibi?

Ölüm hep sırtımızdaydı, şimdi bununla yüzleşiyoruz ve bundan kaçış yok. Ölümün sayıya indirgenmesi basit bir animalist yaklaşım, sanki bizden ırak olursa, bize hiç bulaşmaz konforunu hâlâ içinde saklayan. Oysa, bu bir ouroboros metaforudur, nasıl yaşadığın nasıl öleceğin, nasıl var olduğun sorunsalı gibi. İnsan her sabah sormalıdır, kimim, nerden geldim, nereye gidiyor menzilim.

Başka bir varoluşlar mümkün. Hâlâ…

 

İLGİLİ HABERLER

Corona: Cesur Yeni Dünya’da Karmaşa

ÖNCE ÜTOPYA HAYAL ETTİREN BİR DİSTOPYA YAZARI: GEORGE SAUNDERS

Daha fazla yazı yok
2024-05-03 00:35:58