A password will be e-mailed to you.

Hale Tenger, “Nerden Geldik Buraya” sergisi dâhilinde Salt Galata’da oluşturduğu evde ‘kalıcı’ geçmişin, anıların kapısını aralıyor. ‘80’li yılların ağırlığını tam da Cizre’de ölülerin buzlara sarıldığı, ürkütücü bir milliyetçiliğin sesinin kornalar, ırkçı saldırılarla arttığı günlerde konuşuyoruz.

 

 “Sandık Odası” sergisinin oluşumu on sekiz yıl öncesine dayanıyor. “1997’de San Antonio’da ArtPace’e davetli olarak gitmiştim, orada gittiğimde yaptığım bir proje bu. Aslında New Museum’da Enclosures adlı bir sergi olacaktı. Enclosures bir şeyin başka bir şeye sarması, iç içe olması gibi anlamları olan bir kelime ya, oraya düşünmüştüm bu sergiyi fakat oradaki sergi başta on on iki sanatçıylaydı sonra müze renovasyona girdiği için üç sanatçıya düştü. Bana verilebilecek mekân daha ufaldı. Dolayısıyla oraya başka bir proje yaptım, zaten ArtPace’e gideceğim belliydi, bunu da Art Space’e yaptım. Enclosures lafının uyandırdığı bazı çağrışımlar vardı. Dan Cameron’un beni bu Enclosures sergisine davet etmesi de 4. İstanbul Bienali’nde “İçeri girmedik çünkü hep içerdeydik/ Dışarı çıkmadık çünkü hep dışardaydık” işini görüp çok beğenmesiyle oldu. Zaten bu içerdelik, dışardalık; ne kadar içerdesin ne kadar dışardasın, dışarda veya içerde olmak mümkün mü?”

Demet Elkatip: Sandık Odası’nda yarattığın ev halinin sahiciliğinden, eşya seçiminden, detaylardan bahsedebilir misin biraz?

Hale Tenger: Domestik bir mekân, üç oda iç içe, tam bir ev. Fakat kurgusu biraz -hani etnografya müzelerinde mizansenler kurarlar- öyle. 1800’lerde Hollanda evi şöyleydi, yok Güney Almanya hayat şekli şöyleydi gibi. Fakat onlar biraz kuru kuru, sırf bilgi vermek üzerine kuruludur. Benim yaptığımda biraz öyle bir mizansenin içine giriliyor fakat artısı, kullanılmakta olan bir yer hissi yaratmayı seviyorum ben. Yani sadece karşıdan bakılan değil de içine girip dolaşıldığı için o sırada kullanılan bir yere girilmiş izlenimi veriyor. Üç mekân var; ilk yemek odasıyla başlıyoruz, sonra yatak odası sonra sandık odası. Ama izleyici girdiği şekilde de geri çıktığı için mecburen tekrar yemek odasından geçerek dışarı çıkıyor.

Orada da önemli olan kullandığım ses kaydı; ‘80 darbesinden sonra ilk birkaç ay içindeki bir radyo haberleri, onun arkasından futbol maçı ve bunlar çok yüksek volümlü; rahatsız edici ve tiz bir şekilde yemek masasının olduğu holü dolduruyor. Aynı zamanda floresan ışıklı aydınlatılmış, soğuk, itici ve rahatsız edici bir mekân.

Beş kişilik bir yemek yenecek belli ama masa duvara yapışık, beşinci kişi köşede eğreti olarak oturuyor. Bir rahatsızlık ve tuhaflık, iyi organize olamama hâli, bir de tabii bu çok yüksek sesli radyoya maruz kalarak bir yemek yeme durumu. Oradan yatak odası, çalışma odası gibi olan yere geçince mekân bir yatak odasına nazaran daha abartılı bir büyüklükte, yamuk koridoru olan bir duvarla dar uzun bir alandan sonra birdenbire daha geniş bir mekâna girilmesi ama yine oldukça karanlık ve izleyiciyi sadece bir masa üstünde bir çocuğun ders çalışması, okuma yazma öğrenmesine yöneltiyor.

Gene floresan ışık, başka detay yok odada, işte bir saat var, tik takları var, ilk odadaki gürültü patırtı daha az geliyor ikinci odaya. Nispeten oradan hafif bir soyutlanma var. Sonra da üçüncü odaya geçiliyor. İçerideki küçük soyunma/sandık odası. Birdenbire sıcak ışık, renk bombardımanı, pırıltılar, renkler… Çok daha sıcak bir atmosfer.

Aslında orası bu üç mekânın içinde en dar, en klostrofobik olacak yer fakat diğerlerinin soğukluğuna, iticiliğine nazaran da en sıcak ve davet edici mekân. Orada artık sessizlik hâkim.

 

D.E: Sergiyi her izleyenin kafasında oluşturabileceği bir hikâye sunuyorsun adeta, odalar arası akan durgun/ bildik hayatlar…

H.T: İlk yemek odası gene böyle aile içi bir hal, disiplin içinde bir yemek yenilmesi… İkinci oda o çocuğun okuma yazmayla, eğitim sistemiyle disiplin edilmek üzere hayata başlanması, onun nasıl hayatımızın içine geçmiş bir sistem olduğu, hatta belki de ömür boyu devam ettiğiyle ilgili. Bir de ‘97’de bu sergiyi ilk yaptığımda ilkokul kitaplarının hâlâ benzer şekilde olmasına çok şaşırmıştım. Sergide sayfaları açık olan birkaç kitap var, onlar benim için önemli.

Bir tanesi, “Kıyafet inkılabından sonra Türk milletinin görüntüsü böyle oldu” yazıyor; Atatürk, Latife Hanım filan. Oradaki o “görüntü” lafı çok önemli benim için. Yine okul kitabında mahkemelerin bağımsızlığı diye bir sayfa açık. Türkiye’de hiçbir zaman mahkemeler bağımsız olamadı. Orada da öyle bir referans var. Başka bir okul kitabında padişahların saraylarda nasıl yaşadığı anlatılıyor.

O diğer iki kitap sergiyi ‘97’de yaptığımda da aynı türde sayfalar olan kitaplardan. Ama öbürünü ekleme koydum. Çünkü tekrar bir ihtişam ve bir saray yaşantısı merakı geldi. Üçüncü mekân, kişinin artık daha birey olabileceği, kendi dünyasıyla, belki kendi yaratıcılığıyla baş başa kalabileceği bir yer. Ama sonuçta sosyal olanla bireysel ve politik olanın nasıl iç içe geçtiği ve bunların üzerimizde kurduğu örgüler söz konusu. Örgüler, örüntüler, nasıl yaşıyoruz, evimize gittiğimiz zaman ne kadar hakikaten evimizde olabiliyoruz, ne kadar dışarda kalıyoruz? Ben mesela bugün de hiç iyi hissetmiyorum kendimi, işte dünden beri haber takip etmekten ev ev olmadı, uyku uyku olmadı bana.

 

D.E: Serginin hazırlanma süreci, eşyanın, kıyafetlerin temini nasıl oldu?

H.T: İş hiç ortada olmadığı için sıfırdan başladım. Eşyanın çoğunu, neredeyse tamamını eskicilerden satın aldık. Ben İzmir’den annemin evinden bir tane puf getirdim. Annemden bir iki kıyafet getirdim. Merve Elveren bir açık çağrı yapmıştı, çok fazla cevap olmadı ama bir iki kişiden çok sayıda kıyafet geldi. İki yüz küsur kıyafet var. Epey bir kısmını eskicilerden aldık.

Perdeler yeni ama eski havalı olsun diye ona göre kumaşlar bulundu. Bazı iskemlelerin kaplamaları yoktu, onların kumaşları da eskiymiş gibi oldu. Eski bir halı bulundu… Birkaç aylık bir çalışmayla eşya toplandı.


D.E: Sergiyi gezerken en çok aklıma takılan bu kadar zaman geçmesine rağmen bir şekilde her şeyin aynı kalabilmesi, aynı atmosferle bugün de karşılaşmamız mümkün…

H.T: Çok ilginç bir şey. Bir gün burada işi kurmak için geç saate kadar çalışmıştık. Karanlıkta eve doğru gidiyorum. Radyoda TRT2 açık, haberler başladı, aynı benim kullandığım 80’lerdeki haberler gibi, o TRT sesi; şu kadar terörist etkisiz hale getirildi, serginin adı da “Nerden Geldik Buraya” ya. Nereye geldik, bir yere gidiyor muyuz? Dönüyoruz dolaşıyoruz aynı yerlerdeyiz.

 

D.E: Çıkışı olmayan bir labirent gibi. Söyleşinin sonunda yaz başında New York’ta açılan sergiden de bahsedelim istersen biraz.

H.T: Mayıs ayında sergilendi New York’ta. O da 4. İstanbul Bienali’ndeki “İçeri girmedik çünkü hep içerdeydik / Dışarı çıkmadık çünkü hep dışardaydık” adlı işim. Mari Spirito karşıma gelip, “Bu işi yine yapalım,” deyince ilk tepkim, “ O iş yok,” olmuştu. O iş sadece bienaldeydi çünkü orada bulduğum bir bekçi kulübesini kullanmıştım. Bulduğumda kulübenin camları bile takvim yapraklarıyla kaplıydı. Şelaleler akıyor, göl ve güneş manzaraları… Sonra düşün taşın, Spirito çok altımdan girdi üstümden çıktı, ikna etti beni. Önce tersanelerde filan çok kulübe aradım, ama anladım ki aynı kulübeyi istiyorum, burada demonte edilebilir şekilde yaptırdım. Sonra altı ay kadar üzerinde çalıştım. Bayağı uğraşıp eskittik. Spirito sergi için New York’ta bodrum katında bir mekân ayarladı. Kulübe yine dikenli tellerle çevrildi ve ‘95’tekine çok yakın bir şekilde sergilendi. İş sonra Vehbi Koç Vakfı’na gitti. O tür işleri saklamak bizim için neredeyse imkânsız.

Daha fazla yazı yok
2024-05-14 21:11:33