A password will be e-mailed to you.

2022 yılında herkesin dilinde ve yıl sonu favori listelerinde istinasız o belgesel vardı. Hepimiz “Aşk, Mark ve Ölüm”e bayılmıştık.

Bir belgeselin bu denli ilgi görmesi de vaki değildi hani. Aslında çoğumuz yönetmenin ismine bir önceki işlerinden aşinaydı. Burada ya da farklı bir coğrafyada yaşıyor olsak da bize bizim hikâyelerimizi anlatıyordu; yıllar içinde büyüyen, değişen, dönüşen, hissedilen ve görmezden gelinen ortak acılarımızı, sevincimizi, neşemizi ve sosyo-kültürel mücadelemizi…

Yönetmen Cem Kaya’dan bahsediyorum elbette; şu sıralar Tarabya Kültür Akademisi’nin güncel konuk sanatçısı olarak İstanbul’da bulunması vesilesiyle kendisiyle bir araya geldim. Bir değil, birkaç neslin bam teline dokunan maharetli arşiv kazıyıcısı Cem Kaya ile belgesel çalışmalarını, “Aşk, Mark ve Ölüm”ün başarısını, yitip giden nesilden günümüz gençliğine dek uzanan “Almancılık” meselesini, göçmenliğin kültürel etkilerini ve gelecek projelerini konuştuğumuz çok samimi ve sıcak bir röportaj gerçekleştirdik.

Arzu Arda Deger ve Cem Kaya

Arzu Arda Deger: Sizinle yan yana gelmiş olmaktan dolayı çok mutluyum. Teşekkür ediyorum bu buluşmayı kabul ettiğiniz için.

Cem Kaya: Estağfurullah ne demek, ben teşekkür ediyorum.

A.A.D.: Sizi ilk olarak “Remake, Remix, Rip-Off” (Motör: Kopya Kültürü & Popüler Türk Sineması) belgeseli ile tanıdım. Uyarlamalar, esinlenmeler dünya sinemasının hemen her janrında sıklıkla başvurulan bir yöntem, hâlâ da yapılıyor ancak Yeşilçam, 60 ve 70’li yıllarda yabancı filmlerden araklama senaryolar kadar araklama müzik de çok kullandı; hani “üretkenliğini bu araklamalara borçluydu” dersek abartmış olmayız. Bu araklama – hâlâ çok özgün üretim ortaya koyamayan –  Türkiye Sinemasını sizce nasıl şekillendirdi?

C.K.: Ben “araklama” tabirini kullanmıyorum, “esinlenmek” diyebiliriz. Esinlenmek sanatta var zaten, tüm filmlerde var; Amerikan Sineması’nda da dünya sinemasında da. Yeşilçam’da daha özgür bir şekilde yapılabilmesinin sebebi günümüz telif yasalarının olmamasıydı. Araklama-çalma-çırpma gibi değerlendirmeler günümüzün değerlendirmeleri, çünkü o dönem içinde tamamen yasaldı, bir şey çalınmıyordu. Soundtrackler eğer eser sahibi o müziği gelip Türkiye’de kayıt etmediyse, “public domain” dediğimiz legal kullanıma açık bir durum doğuruyordu. Günümüzde ise yasal yöntemler kullanılıyor, lisanslanıyor artık, 2000’lerden sonra Türkiye’de de telif yasaları devreye girdiği için çalmak diye bir şey söz konusu olamaz.

A.A.D.: Evet şu an için böyle, Yeşilçam dönemi için söylüyorum bunu, herhangi bir izin alınmıyordu; sizin belgeselinizde Kunt Tulgar’la söyleşi yaptığınız kısımda kendisi de söyler: “Alırdık yabancı müzikleri, filmlerimize yapıştırırdık” diye…

C.K.: Evet, o dönem filmler sansür kuruluna gidip, devletten mühür  aldığında yasal bir hâle geliyordu zaten. Yani “Bu film Türkiye’de sinemalarda gösterilebilir” dendiği an yasal olmayan bir durum söz konusu olmuyordu.

A.A.D.: Peki sorudan kopmayalım isterim, esinlenmek diyelim, sorun yok. Bu durumun Türkiye Sinemasını şekillendirmede oynadığı role dair konuşalım biraz.

C.K.: Yeşilçam dediğimizde aklımıza hep bu “araklanmış” hikâyeler gelmesin. Özgün işler de yapıldı. Yavuz Turgul sineması, Zeki Ökten sineması, Yılmaz Güney sineması, Türkan Şoray’ın özellikle yönetmen olarak yaptığı işleri söyleyebilirim. Bunu çeşitlendirebiliriz, mesela Canan Gerede’yi de ekleyebiliriz. Ve şöyle bir şey de var; bir hikâye Türkiye’de çekileceği zaman buraya göre adapte ediliyordu. Yani buranın örf adetlerine göre değişiyordu hikâyeler. Osmanlı’ya kadar gidebiliriz, Avrupa’dan romanlar da Türkleştiriliyordu başlangıçta. Senarist Bülent Oran derdi ki “Adaptasyon yapmak, sıfırdan yazmaktan daha zordur” Sıfırdan yazdığınızda zaten buraya uygun bir şey yazıyorsunuz ama adaptasyonda buraya uymayacak olan şeyleri değiştirmek zorunda kalıyorsunuz.

Şu meşhur “Dünyayı Kurtaran Adam” filmi için “İşte bakın hem Star Wars’tan parça kullanmış, hem Indiana Jones’tan müzik kullanmışlar” diyorlar. Tamam kullanmış ama Star Wars da aynısını yapmış; Akira Kurosawa ile mahkemelik olmuşlar “The Hidden Fortress”in senaryosu yüzünden. 2. Dünya Savaşı filmlerinden almış, Tom Ford’un westernlerinden almış; hatta sahneden sahneye geçerken kullanılan kaydırmalı geçişler falan “Flash Gordon”dan alınma.  “Star Wars”ın avantajı prodüksiyon olarak parası çok olduğundan bunu cilalayabilmesi. Bunu yargılamak için söylemiyorum, hepimiz esinleniyoruz.

A.A.D.: Zaten anlatılmayan hikâye kalmadı değil mi, mesele onun nasıl anlatıldığıyla ilgili.

C.K.: (Güler) Evet biraz öyle.

“Irkçılığa Maruz Kaldık”

A.A.D.: Türkiye’den Almanya’ya göç eden bir ailenin çocuğu olarak Almanya’da doğup büyüdünüz. Aileniz ve o dönem iş bulma umuduyla giden ilk nesil için çok daha farklıdır ama göçmenliğin siz ikinci nesil üzerindeki etkileri neler? Sizin kültür anlayışınızı nasıl şekillendirdi?

C.K.: Biz ya orada doğduk ya da genç yaşta oraya götürüldük. Anne babalarımıza kıyasla bizim için daha zordu, çünkü bizim kararımız değildi Almanya’ya gitmek. Evet, ekonomik gerekçelerle gitti onlar da ama başka bir yere gitmenin kararını vermişlerdi. İlk başta ırkçılığa maruz kaldık. Ben 1976 doğumluyum, 80’lerde çocuktum, Almanya’da yabancı işçilere karşı büyük bir düşmanlık vardı. Bunu sokakta, okulda her yerde hissediyorduk. Bu bizim için büyük şansızlıktı, Türkiye’de yaşasaydık bununla karşılaşmayacaktık. Diğer taraftansa çok kültürlülük önemli bir şey, iki dili de bilmek güzel. Benim jenerasyonumda anneanneye, babaanneye bırakılan çocuklar çok fazlaydı. Almanya’da doğup büyüyen ve Türkiye ile çok az temasta olan nesiller daha çok üçüncü ve dördüncü  nesil. Biz ikinci neslin yine de bir bağı var. Özellikle 70’lerde Türkiye’nin içinde olduğu siyasi atmosferden uzaklaşmak için de aileler çocuklarını Almanya’ya götürdü.

A.A.D.: Kültürel anlamda Alman yaşıtlarınızla bir yarış var mıydı aranızda, bir an önce Almanca şarkı öğreneyim ya da film izleyeyim gibi…

C.K.: İç içe büyüdük o kültürle. Alman televizyonunu da izlerdik, Türk videotekinden VHS kasetler de gelirdi. Ayırt etmedik, ayrıca benim bulunduğum yerde -Almanya’nın güneyinde büyüdüm ben-  Amerikan askerleri vardı, askeri üs vardı. Şehirde Amerikan askerlerinin etkisini ve izini çok net olarak görebiliyordunuz. Onların American Forces Network diye bir radyoları vardı, orada çok farklı müzikler çalardı. Alman radyosunda bulamayacağımız, Türkiye’den dinleyemeyeceğimiz müziklerdi bunlar. Bunu hep unuturlar ama bu da önemli bir etken; Baden-Vürtemberg, Bavyera ve Hessen eyaletlerinde büyüyen çocuklar, Amerikan askerlerinin kültürel etkisi altında da büyüdüler. Hip-hop müziğinin hem güneyde hem Berlin’de doğmasının sebebi bu. Çünkü Batı Berlin Amerikan askeriyle doluydu.

A.A.D.: Bu durumda Alman çocukları da etkilendi.

C.K.: Hahaha (güler)

 “Aşk, Mark ve Ölüm”ün Gördüğü İlgi Beni Şaşırttı”

A.A.D.: Aşk, Mark ve Ölüm”ü ilk olarak İstanbul Film Festivali’nde izledim. Salondakiler olarak izlerken hem ağladık hem güldük. 2022’nin çok beğenilen, çok övülen yapımlarından biri oldu, bir belgesel için çok rastlanılan bir durum değil açıkçası. Bu ilgiyi ve sevgiyi nasıl açıklıyorsunuz?

C.K.: Vallahi açıklayamıyorum. (güler)

A.A.D.: Sizi de şaşırttı mı?

C.K.: Şaşırttı evet. Bu konu hakkında ilk kez film yapılmıyor aslında. Biz yola çıktığımızda 3-4 tane film vardı bildiğimiz ama bizim filmimize olan ilgi bir başka oldu. Belki renkli karakterlerinden ötürü; İsmet Topçu gibi, Cavidan Ünal gibi, Hatay Engin gibi normalde çok karşılaşmadığımız karakterler çok sevildi. Bizi güldüren, kendisiyle alay eden, kendisini çok ciddiye almayan insanlardı. Ben buna çok önem verdim çünkü genelde gurbetle ilgili yapılan işler  “kurban olmak” söylemi üzerinden gider; “Bakın biz ne çok çektik, bize ne çok eziyet edildi” gibi… Evet, mutlaka doğrudur ama bizim de hayatın da başka yönleri var. Eğlendik de yaşadık da iyi ve kötü günlerimiz oldu. Filmin anlatısı da böyle oldu. Hayatın sadece olumsuzluklarını anlatmayıp, hem garip, hem neşeli, komik taraflarını da anlattığı için…

A.A.D.: Hayat gibi yani…

C.K.: Galiba biraz öyle. Çok emin olmamakla beraber. (güler)

A.A.D.: Şüphesiz, çok özenilmiş zengin arşiv çalışmasının da katkısı var

C.K.: Tabii. Almanya’nın kamu televizyon kuruluşlarının arşivleri  filmcilere açık arşivler, biz yapıma girdiğimizde şunu anlayamadık; nasıl olur da 60 yıldır bizden önce kimsenin aklına buraları deşmek gelmemiş? Yani bunlar kapalı arşivler değil. Elbette bir şeyi ilk kez seyirciye göstermek bizi çok mutlu etti. Bulduğumuz malzeme o kadar fazlaydı ki belki bunun %1’i filme yansıyor. O seçkiyi yapmak, o akışı…

A.A.D.: Kurguda işe yarayacak doğru seçimi yapmak…

C.K.:Evet işte, doğru seçimi yapmak zordu.

A.A.D.: Bence maharetiniz oradaydı 

C.K.: Ya işte, belki de. (güler)

A.A.D.: Filmin adı neden “Aşk, Mark ve Ölüm”?

Aşk, Mark ve Ölüm” aslında bir şiir, yazarı da 60’lı yıllarda Almanya’ya giden Aras Ören. Aras Ören, Türkiye’de az tanınıyor ama Almanya’da önemli bir figür. Almanya’da yaşayan insanların hikâyelerini yazan biri. Ondan önce de Fakir Baykurt ve Emine Sevgi Özdamar var. Aras Ören bu şiiri “Ideal” ismindeki Alman new wave grubuna yazıyor. Bunlar NDW (Neue Deutsche Welle) denilen bir müzik stilinde, yeni Alman akımı daha doğrusu Alman dalgası tarzında müzik yapıyor. Ideal grubu, Almanca şarkı söylemekten bıkmış, zaten Berlin Kreuzberg’de yaşıyorlar, etraflarında çok fazla Türkiyeli var ve Aras Ören’e gelip diyorlar ki “Bize şöyle bir şiir yazar mısınız? Biz bunu şarkı yapacağız”  Aras Ören de “Aşk, Mark ve Ölüm”ü yazıyor. Ideal da bunu fonetik bir Türkçeyle söylüyor, Türkçe bilmiyorlar tabii ki. Bayağı da meşhur oluyor şarkı, biz de oradan esinlenip filmin adını koyduk; çok da oturdu bu isim, çünkü şarkının sözleri sanki filmin özünü oluşturuyor.

İsmet Topçu – Cavidan Ünal – Hatay Engin  / “Aşk, Mark ve Ölüm” filminden

“Bize Hiçbir Zaman Alman Olarak Bakılmayacak”

A.A.D.: Aslında çektiğiniz tüm filmler (Arabeks, Motör, Aşk, Mark ve Ölüm) kültürel-müzikal bir fenomen doğuşu paydasında buluşuyor ve onun koşullar içerisindeki gelişimini aktarıyor. Tek başına bir müzik ya da şarkıcı belgeseli dersek haksızlık etmiş oluruz, tarihi birer belge adeta. Türkiye’nin/Türklerin içinde bulunduğu politik atmosfer de hatırı sayılır derecede yer kaplıyor anlatınızda. Türkiye’de yaşamasanız da dertleri ve sorunlarıyla Türkiye sizde yaşıyor, diyebilir miyiz?

C.K.: Türkiye’de siyasi durum neyse bu Almanya’ya birebir yansıyor. Sinemamda da yer buluyor tabii. Mesela “Arabeks”, tamamen Türkiye’de geçen bir film. Türkiye’deki iç göçü anlatan ve Almanya’ya gidenlerin bir önceki evresi gibi düşünebiliriz. Buradaki iç göçün ve onun kültürel fenomenleri de Almanya’dakilere çok benziyor aslında. Çünkü insanlar geldikleri kültürdeki müzikleri yaşatamayınca onun yerine başka bir şeyi koyma ihtiyacı hissediyorlar, o dönemde de bu, arabesk müzik oluyor. “Aşk, Mark ve Ölüm”de anlattığımız gibi Almanya’ya gidenler de orijinal haliyle kültürlerini koruyamıyorlar ve arabesk müzik oraya da yansıyor. Çünkü bulundukları ortam değişiyor. Göçle ilgili konular bulunulan ortamın değişmesiyle çok alakalı. “Motör”de de göçle ilgili olarak Almanya’daki video furyasını ele aldık. Yeşilçam’ı anlatırken Türkiye’yi de anlatıyoruz, o filmin içinde sansür, dizi setleri, çalışanlar, çalışma koşulları, Emek Sineması’nın yıkımı vs. var. Bunlar benim Türkiye’den kopmadığımı da gösteriyor bir yandan. Sadece benimle ilgili değil, Almanya’da yaşayanların da Türkiye’den kopmadığını görüyoruz.  

“Almancılık için Diyebilirim ki; Belki Bazıları için Biter, Bazıları için Bitmez… “ 

A.A.D.: Benim dedem de 60’larda Almanya’ya ilk giden işçilerdenmiş, sonra anneannemi ve dayımı yanına almış. Dayımın çocuklarından sonra torunu da Almanya’da doğdu. Ben de çocukluğumdan beri onlar ve Türkiye’den giden herkes için “Almancı” tabirini işitiyorum. Dördüncü nesile kadar gelmişken bu “Almancılık” mevzu bitmemiş gözüküyor. Siz ne dersiniz, bitmeyecek mi?

C.K.: “Almancı” kelimesinden rahatsız olanlar da var, küfür niyetine kullanılıyor diye, ben rahatsız olmuyorum, çünkü küfür olarak kullanıldığını hiç duymadım, yani bana karşı. Sevmeyen birçok insan var, gurbetçi tabirini tercih ediyorlar. “Almancılık” belki beşinci, altıncı nesilde biter, bilmiyorum ama ikinci ve üçüncü nesil olarak, bizim tercihimiz olmayıp da orada bulunmak ve ırkçılığa maruz kalmak gibi bir derdimiz var. Bu derdimiz sürüyor, çünkü bize hiçbir zaman Alman toplumu tarafından Alman olarak bakılmayacak. Bunu en iyi Mesut Özil’de görüyoruz. Almanya’da doğmuş büyümüş, oranın büyük ve meşhur futbolcularından biri olmuş, Alman milli takımı için oynamayı tercih etmiş biri. Önünde sonunda bir şekilde oradaki baskılar yüzünden Almanya’ya sırt çevirmiş bir figür. İşte bu Almancılık biter mi bitmez mi için diyebilirim ki; belki bazıları için biter, bazıları için bitmez…

“Kurmaca Film Çekmeyi Hiç Düşünmedim. Yaptığım Sanat Daha Çok Kolaj Sanatı.”  

A.A.D.: Belgesellerin de kurmaca olan yanları illa ki var, sizin üç belgeselinizi baz aldığımda –röportaj bölümlerdeki mizansenleri es geçiyorum-  salt gerçekliğe dayanan bir sinema anlayışı var. Kurmacaya uzak mısınız? Kurmaca bir film çekmeyi düşünmediniz mi hiç?

C.K.: (Güler) İyi soru! Yok, kurmacayı hiç düşünmedim. Benim ilgi alanım daha çok arkeoloji, geçmişi kazımak bana daha ilginç geliyor. Hem geçmişe hem günümüze bakmak benim için daha ilginç. Belki bende o yetenek bile yoktur, yani yaptığım sanat daha çok kolaj sanatı. Böyle olunca var olan bir şeyle çalışmam lazım, sıfırdan üretemiyorum ben, benim kafa öyle çalışmıyor.

A.A.D.: Belki gerçek bir yaşam hikâyesini ele alırsınız, olmaz mı?

C.K.: Yine de bir şeyler uydurmanız gerekecek. Ben kendimi filmci olarak değil de kolaj sanatçısı olarak gördüğüm için var olandan yola çıkıyorum.

A.A.D.: Tarihin içinde gezinmek hoşunuza gidiyor olmalı, deniz derya bir alan orası çünkü

C.K.: İşte öyle olması güzel. Kurmacaya girsem ne öğreneceğim? Bilgiyi- belgeyi toplamak hoşuma gidiyor, çok bilgileniyorum.

A.A.D.: Sinema dışında neler ilginizi çeker? Müziği biliyoruz. Cem Kaya bir filmin setinde değilse neler yapar?

C.K.: Hmm, n’apar? Gerçekten bu çok iyi bir soru. (güler) Yine film izliyorum! (gülüşmeler) Yani benim işim meşakkatli bir iş, ben çok fazla arşiv görüntüsü izlemek zorundayım; zorundayım derken, sizin önünüze gelen filmlerin seçkisini yapabilmek için ekibimle birlikte yüzlerce, binlerce görüntüyü izliyoruz. Geriye çok az zaman kalıyor, o zamanı da izleyemediğim filmleri izleyerek geçirmek zorunda kalıyorum. (güler) Çünkü “Güncel sinemayı takip ediyor musun?” diye soruluyor.  Mesela film festivallerine jüri olarak davet edildiğimde çok mutlu oluyorum. Bir hafta kapanacağım ve bol bol film izleyeceğim, izleyemediğim filmlerin en azından bir kısmını telafi edeceğim diye mutlu oluyorum.

A.A.D.: Peki Türkiye Sineması’yla ilişkiniz nasıl, yakından takip eder misiniz?

C.K.: Evet, ediyorum. Çünkü hem Almanya’da hem başka ülkelerdeki Türk film festivallerine çok sık gidiyorum. “Motör”ü yaptığım dönem 2000’lerin başıydı. “Motör”, ilk film olarak çıkmadı, diploma tezi ve master tezimdi. O dönem ben kafayı tamamen Türk Sinemasıyla bozmuştum. Bunun içine sadece düşük bütçeli filmler girmiyor, diğer filmler de giriyor. Türk Sinemasıyla yakından ve derinden bir ilişkim var.

A.A.D.: En son hangi filmi izlediniz?

C.K.: En son “Kurak Günler”i ve “Beni Sevenler Listesi”ni izledim.

A.A.D.: “Beni Sevenler Listesi”ni sevmiştim, çok iyi bir rejisi vardı.

C.K.: Aynen, ben de beğendim. Yeni nesil yönetmenleri izlemek güzel. Kadın yönetmenlerin işlerine de çok merakım var.

A.A.D.: Mesela kim var?

C.K.: Yeşim Ustaoğlu vardı, onun yaptığı işlere bayılırdım. Şimdi kısa filmcilerden daha çok isim var. Onun dışında “Mavi Dalga” filmini çok sevmiştim; Zeynep Dadak ve Merve Kayan’ın çektiği film. Biraz eski belki ama başka güncel kimler vardı? (düşünür)

A.A.D.: Pelin Esmer, Gözde Kural, Banu Sıvacı var, Vuslat Saraçoğlu var. Aklıma ilk anda gelenler…

C.K.: Pelin Esmer’i çok severim. Vuslat, arkadaşım zaten.

A.A.D.: Selcen Ergun var, “Kar ve Ayı”yı çekmişti en son

C.K.: Ha, onu izledim. Çok güzel filmdi o.

A.A.D.: Dünya sinemasından hayranı olduğunuz sinemacılar var mı?

Victor Erice var, İspanyol yönetmen, onu çok seviyorum; “The Spirit of the Beehive (Arı Kovanının Ruhu)” diye bir filmi vardı, çok güzel bir film. Daha yeni bir film çıkardı: “Gözlerini Kapat”  Zaten 10-15 yılda bir film yapıyor. Sonra İsviçre-Kanadalı bir yönetmen var: Peter Mettler. Onun en meşhur filmi “Gambling, Gods and LSD”. Üç saatlik bir belgesel, üzerine kendisi konuşuyor. Mesela benim tarzımdan çok uzak ama insanı içine çekiyor ve o üç saatin nasıl geçtiğini hiç fark etmiyorsunuz. İnanılmaz güzel şeyler yapıyor.

A.A.D.: Sizi etkiliyor mu farklı bulduğunuz tarzdaki çalışmalar, günün birinde size farklı şeyler yapma motivasyonunu verir mi?

C.K.: Etkiliyor çok ama ben yapmam. Nasıl diyeyim, çok takdir ediyorum, farklı şeyler izlemeyi çok seviyorum. Kendi yaptığınız şeyden sıkılıyorsunuz bir noktada.

A.A.D.: İşte o sebeple sordum, bahsettiğiniz bu noktada sinemanız bir dönüşüme uğrar mı?

C.K.: Mutlaka esinleniyorumdur, bundan iki-üç film sonra ben de belki o tarz bir şeyler yapabilirim. Onun kopyası olmaz da oradan bir fikir olur bu ya da oradan gelen hissin peşine düşebilirim. Peter Mettler’in işlerinde uzun uzun planlar var, kendi düşüncelerimizle yalnız bırakılıyoruz. Benim filmlerime baktığınızda çok hızlı bir montaj var, ben size ne düşüneceğinizi net söylüyorum. (güler)  Peter Mettler bize o alanı çok açık bırakıyor.

A.A.D.: Cem Kaya da kişilik olarak da böyle biri mi acaba?  

(gülüşmeler)

C.K.: İşte bilmiyoruz. (kahkaha atar) Ama benim sinemamdan çok uzak bir tarzda.

A.A.D.: Belki bir şeyin zıddı daha besleyicidir?

C.K.: Olabilir. Belki ben de büyüyünce Peter Mettler olabilirim.

(gülüşmeler)

Bunun dışında eskilerden ve yenilerden takdir ettiğim ve çok sevdiğim yönetmenler var. Düşük bütçeli filmler çeken bir sürü yönetmen var; trash ya da çöp filmler dediğimiz filmleri de çok seviyorum. Almanya’da her sene gittiğim iki tane festival var,  orada bir hafta boyunca kötü diye adlandırdığımız filmleri izliyorum ve onlardan da ilham alıyorum.

Türkiye’den Siyasi Nedenlerle İltica Etmek Zorunda Kalanların Hikâyesini Anlatacağım”

A.A.D.: Son olarak gelecek projelerinizden konuşalım mı biraz?

C.K.: Konuşalım. İlk olarak yakın zamanda gerçekleşecek olan projeyi söyleyeyim, benim de burada bulunma sebebim o. Ocak ayında Tarabya Kültür Akademisi ve İstanbul Modern iş birliği ile bir masterclass düzenleyeceğiz. Ekim Acun’la birlikte Almanya’daki ve Türkiye’deki arşivcilik üzerine konuşacağız. İsmi de “Arşiv Çukuru ve İçinden Nasıl Çıkılır?” Bunun dışında şu an sadece arşivden montajlayacağım bir filmle ilgileniyorum, hiç çekim yapmayacağım. Tamamen arşiv görüntüsü olacak; found footage ya da kolaj film dedikleri türden. Türkiye’den siyasi nedenlerle iltica etmek zorunda kalanların hikâyesini anlatacak bu film. Hem Almanya’da hem Avrupa’da nelere maruz kaldıklarını, oralara gitme nedenlerini izleyeceğiz.

A.A.D.: Daha politik bir film olacak o zaman?

C.K.: Daha politik, evet. Bol bol siyasi müzikler de dinleyeceğiz.

A.A.D.: Ben de tam “Müzikler nasıl olacak?” diye düşünüyordum

(gülüşmeler)

C.K.: Oralara giden bir sürü sanatçı var tabii, onları dinleyeceğiz.

A.A.D.: Çok teşekkür ediyorum bu güzel söyleşi için

C.K.: Ben teşekkür ederim asıl.

Bu buluşmanın gerçekleşmesini sağlayan Tarabya Kültür Akademisi Sanat Direktörü Lena Alpozan’a bir kez de buradan teşekkürlerimi sunarım.

Daha fazla yazı yok
2024-04-30 08:05:51