A password will be e-mailed to you.

Larissa Araz, arşivlerle ve arşivsel malzemelerle çalışan, fotoğraf sanatıyla işler üreten bir sanatçı. Arşivlere olan ilgisi; kendi hikayesiyle ve bu hikayedeki kimi boşluklarla da bağlantılara sahip. Resmi anlatının dışarıda bırakmasına karşı itirazı, işlerinde bir eksen olagelmiş vaziyette. Araz, ‘In Hoc Signo Vinces’ isimli son solosuyla Versus Art Project’te izleyicilerle buluşuyor. Sergi; üç hayvan türünün taksonomik isimlerinin, içlerinde geçen ‘Ermeni’, ‘Ermenistan’, ‘Kürdistan’ kelimelerinden ötürü 2005 yılında ‘ayrıştırıcı ve Türk birliğine aykırı’ bulunup değiştirilmesi olayına odaklanıyor. Vulpes Vulpes Kurdistanica, Ovis Armeniana, Capreolus Capreolus Armenius… Oluyor size; Vulpes Vulpes, Ovis Orientalis Anatolicus, Capreolus Cuprelus Capreolus… 

Larissa Araz bu hayvan türlerine ait isimlerin değiştirilmesini dört bölümle ele alıyor: ‘Bilim İnsanı’, ‘Dil’, ‘Hayvanlar’ ve ‘Avcılar’. Araz, en başından, bu hayvanlara isim verme sürecinden başlıyor tartışmaya. Kim bu hayvanlara Latince isimler veriyor ve Latincenin canlı türlerinin tasnifi için tercih edilmesinin sebebi ne? Diğer yandan bu isimlendirme sürecini, tastamam bir ‘av pratiği’ olarak tartıştırıyor. Birine veya bir varlığa isim vermek, onun diline ve kimliğine, dolayısıyla sınırlarına hükmetmek; onu avlıyor olmaktan farksız. Avcılığı ayrı, isim vermeyi ayrı ele aldıktan sonra, isim vermeyi ve avcılığı kolonyalizm üzerinden okuyor sanatçı. Aslında doğa tarihinin önemli bir ayağını türlerin tasnif edilişi ve isimlendirilişi oluşturur. Mary Louise Pratt, doğa tarihi ile Avrupa’daki kolonyal düşünce arasında bağlantıları ‘yeni gezegen’ fikri etrafında kurar. Bu gezegende yeni olan ne? Kolonyalizm üzerine çalışan Ania Loomba, Larissa’nın da röportaj esnasında ismini andığı Linneaus’un sınıflandırma sisteminin totalleştirici anlayıştan doğduğuna işaret eder. 

Sergi boyunca seyircinin kendi pozisyonunu yoklamasını sağlayan bir deneyim alanı tasarladığını görebiliyoruz. Larissa’ya serginin bütününün ekofeminist perspektifle veya türler arası yoldaşlık fikriyle nasıl okunabileceğini sorduğumda, beklemediğim bir yanıt aldım. Bu üç hayvan türüne ait isimlerin gaspı kolonyalizm-karşıtı bir anlatı zemininde ifade bulurken ve bu dört bölümden bütünlüklü bir tartışma süzülürken, bunun arkasında bu anlatının metodolojisiyle ilgili de yoğun bir düşünsel sürecin olduğunu düşünürdüm. Hemen ardından Araz’ın yoldaşlık fikrine mesafesi sert de bir kapanış oldu. Elbette, serginin kendisi ve barındırdığı etkileşim alanları da benzer bir tonda.

‘Bu işaretle fethedeceksin’ anlamına gelen ‘In Hoc Signo Vinces’ sergisini Larissa Araz’a soralım, sergiyi ondan dinleyelim istedik.

‘Karanlıktan Başla Görmeye’ (2020)

Can Memiş: ‘Karanlıktan Başla Görmeye’ sergisi, ‘Uzaktan Gelen Ses’, ‘Ölmedik Ya!, ‘Sevgili Julia ’, ‘bastığın yerler’, ‘Kadın Arşivlerinden Yansıyanlar’… Toplumsal hafıza ve hatırlama ekseninde işler üreten bir sanatçısın. Neden arşivlerle ilgilendiğin ve neden hatırlama odaklı işler üretmeye yöneldiğinle başlayalım istersen.

Larissa Araz: Arşivlerle ilgilenmemin en temel sebebi kendi kişisel hikayemin hepimize öğretilen genel anlatı içerisinde yerini bulamaması… Ailemin kişisel tarihinin toplumsal tarihin anlatmadığı kısımları kapsadığını anladığımda bunun gerçekliğine dair kanıtlar aramaya başlamıştım. Bunu da arşivlerde arıyordum. Belgeler, fotoğraflar, mektuplar vs. Pratiğimin temelinde hep fotoğraf vardı. Fotoğrafın anla olan ilişkisi, belge niteliğindeki gücü çok temel bir anlatı olarak çıkıyor pratiğimde. Bunun sebebi fotoğrafın arşivsel değerinin olması diye düşünüyorum. Bu arada kendi hikayemi tabi ki de buldum. Bunu arayan herkes bir şekilde cevaplarını buluyor aslında. Arşivlerde özellikle bulunmayan şeyler zaten daha büyük bir bulgunun anlatısını oluşturuyor. Bu farkındalıklar sonrasında da arşivin sorunlarını keşfettim. Bulduğun şey umduğun şey olmuyor, umduğun şeyi bulmak için bir sürü şeyi değiştiriyorsun, tekrar okumalar yapıyorsun. Gerçekten bulmana değiyor mu? Elinde her kanıt olsa da arşiv inkara karşı gelebiliyor mu?  Veya arşivler sana ne anlatıyor? Oraya sorduğun soruyla da değişiyor biraz. Bunları öğrendim yaparken. 

‘Anlatılan Hikâyeyi Kim Kurguluyor?’

CM: Hatırlamanın hem çok kurucu bir yanı var; hem de resmi tarih anlatılarına karşı yıkıcı, onları parçalara ayırabilen imkânları var. Senin arşiv odaklı çalışmalarında da bu tür yıkıcı-hatırlamadan söz edebilir miyiz? Nasıl bir zemin inşa ediyorsun? 

LA: Evet, bahsedebiliriz. Daha doğrusu her işimde yaklaşım değişiklik gösteriyor ama tekrar kurduğum yapılar zaten hali hazırda var olan yapıları mimikliyor, kopyalıyor, yeniden yaratıyor. İdeolojilerin kullandığı kanalları, aygıtları, iletişim materyallerini ben de kendi pratiğimde bazen aynı şekilde kullanıyorum, bazen işlevini değiştiriyorum, bazen eksiltiyorum, bazen çoğaltıyorum. İnşa ettiğim zeminin soru sormasına öncelik veriyorum. Yani bir müzenin içerisindeki eserleri kim seçiyor? Veya anlattığı hikâyeyi kim kurguluyor?  Ya da bir gazetede okuduğun şeylerin ne kadarı bir ideolojiye cevap veriyor veya vermiyor? Kullanılan kelimeler neyi anlatıyor, neyi gizliyor? 

‘Hegemonik Güce Dönüşme Sorgusu’

CM: Zaman zaman hafıza odaklı çalışmalarda bir gerilimle karşılaşabiliyoruz, kurgu-gerçek arasında. Sen bu gerilimi nasıl anlamlandırıyorsun veya aşıyorsun? Leyla Neyzi, en özet haliyle hatırlamanın bugüne ait, bugünün anlam dünyasında ve bugünün bağlamlarıyla gerçekleştiğinden söz eder. Kurgulanan o anlatı da kurgulanmış olan haliyle belli bir bağlamın ürünü. O kurgulayış sürecini hatırlamanın dışında bırakmak ne mümkün…

LA: Çoğu zaman hafızayı günümüzden bir bakış açısıyla okuyoruz ve onu öyle hatırlamaya çalışıyoruz. Ama hatırladıklarımızın ve arşivlerde yüzleşmek istediklerimizin ben o kadar zamansal bir kıstasının olduğunu düşünmüyorum. Çünkü bazı şeyler çok gerçek. Yani sonu ve başı olan şeyler. Birileri öldürülmüş. Bir köy boşaltılmış artık köy işlevini kaybetmiş. Bir dağın, ovanın, ağacın, hayvanın şehirdeki sokağın ismi değiştirilmiş. Buna hangi zamandan bakarsan bak gerçekçiliğini kaybetmiyor sadece yorumlaması değişiyor. Yorumlama kısmını kurmacanın başlangıcı olarak görüyorum. Benim işlerimde bahsettiğim şeylerin hiçbirisi insanların asla duymadığı, bilmediği şeyler değil. Hepsi günümüzü oluşturan temel taşlar… 

‘Ernst Haeckel’s The Tree of Life’, 2024 ‘Ernst Haeckel’ın Hayat Ağacı’

Kendi pratiğime dönecek olursam, kurmaca yarattığım anlatının sindirilmesine yarıyor bence. Kabul edilmeyen kanıtlar, insan olmayan tanıklar, var olmayan arşivler anlatmaya çalıştığım gerçekleri destekleyen anlatı materyalleri olarak çıkıyor ortaya. Kimileri bunları kurmaca olarak adlandırılıyor kimilerine göre bahsettiğim tanıklar, kanıtlar, arşivler bugünün gerçekliğine dönüşüyor. Aslında eleştirdiğim hegemonik gücün kendisine dönüşme sorgusunu hep içinde taşıyor işler.

‘İsim Vermenin Gaspla Olan İlişkisi’

CM: Önceki işlerinden biri olan Boşver’de ise bir masa oyunu tasarlıyorsun ve katılımcıların metindeki boşlukları doldurmasını istiyorsun. Hatırlamanın eksiklerden, boşluklardan söz edince bu işinle de bir bağ oluştu zihnimde. Orada medyanın diline dair bir boşluk dolduruyoruz ve bu dolan boşluklar medyadaki dilin ne kadar manipülatif olduğunu da bir yanıyla söylüyor. Boşver ile In Hoc Signo Vinces arasında bir top sektirme mümkün olur mu acaba?  İki sergide medium farkı da var tabi. Ama yüzleşmeye dair net bir işaret de taşıyor gibi geliyor. Senin için böyle ayrımlar var mı işlerin arasında? 

LA: Bence hepsi bir yüzleşme… Ama dilin kullanımı, dilin değişimi, anadilini kullanamama, hatırlayamama, unutma konuları pratiğimde birkaç iştir devam ediyor. Boşver masa oyunu oyuncuya faillik veren bir oyun. Gazeteden 5 ay boyunca toplanmış haberlerde boşlukları doldurmanız gerekiyor. Kimlerin etkisiz hale getirildiğini, kimlerin öldüğüne, kimlerin şehit düştüğüne karar verdiriyor oyun. Gazetenin kullandığı dil ve hegemonyanın bakış açısı ile vicdanınız arasındaki kararı oyuncuya seçtirten bir oyun. Sevgili Julia’da aslında pek de sorun edilmeyen bir isim değişikliğini, İmroz adasının isminin Gökçeada’ya değiştirilmesini, Hülya ve Julia adında kurmaca karakterler üzerinden anlatıyorum. Bunu da Türkiye’de yaşayan azınlıkların çift isimli, çift kimlikli yapılarından esinlenerek yapıyorum. In Hoc Signo Vinces sergisini araştırırken üç soru vardı aklımda. Birincisi araştırdığım hayvanlara başta Latince isim verenler kimlerdi ve neden Latince genel geçer bir dil kabul edildi? İkincisi Türkiye Cumhuriyeti bu isimleri değiştirirken hangi otoriteyi kopyalayarak bunu yaptı? Üçüncü soru ise isim vermenin ve isim değiştirmenin avcılıkla ve gaspla olan ilişkisini kolonyalizm üzerinden nasıl okuyabiliriz idi.

‘Capreolus Capreolus Armenius’, 2023

CM: Sergide Latince isimlerini öğrendiğimiz üç hayvan türü mevcut. Vulpes Vulpes Kurdistanica, Ovis Armeniana ve Capreolus Capreolus Armenius… 2005 yılında bu isimler ‘ayrıştırıcı ve Türk birliğine aykırı’ bulunarak yasaklanıyor. Bu üç türle nasıl tanıştın, nasıl haberdar oldun bu türlerden? 

LA: Çok yakın bir arkadaşım, aynı zamanda birlikte de iş ürettiğim Ekin Can Göksoy -yazar ve tarihçi- bir gün Wikipedia’da gezerken bunu görmüş. “Larissa bak bu tam senin konun” diyerek attı bana. Ben de böyle “Ekincim izninle ben bunun üzerine bir araştırma yapmak istiyorum” dedim. “Tabi tabi yap” dedi. Bunun üzerine geldi. Tamamen şansa bir şekilde. Böyle bir sürü işin beni bulması da şansa oluyor. ‘Karanlıktan Başla Görmeye’deki incir ağacı hikayesini de Facebook’ta bir haberde okumuştum. Amele taburları üzerine olan işim de taksinin cebinde bulduğum bir kitaptan çıktı. 

‘Avcılık Kavramı Daha Geniş Bir Çerçeveye Yayıldı’

CM: Sergide 2005’teki bu yasaklamayı 4 bölümde tartıştırıyorsun. Bölümlerden biri olan ‘Avcılar’ üzerine biraz düşünelim isterim. Serginin bütünlüğü içerisinde o kısım zihnimde daha öne çıktı. Açık olan kapı, o kapının içeriye daveti, dışarısında olan bizleri çekmesi de etken belki de. Bu odaya bizi çeken de bir avlama, avcı olma deneyimi… Fakat girdikten sonra, o an hem av hem avcıyız. Roller iç içe geçiyor… 2005’teki yasağı bu bölüm nereden tartışmaya açıyor?

LA: Av bölümünde izleyiciyi bir avcı kampı karşılıyor. Ateş etrafında yerleştirilmiş eşyalar bize buranın avcıların kurduğu bir yerleşke olduğunu açıklıyor. İzleyicinin bunu okuyabildiği durumda kendisiyle kurduğu ilişkiyi merak ediyordum. Söylediğin gibi bir av deneyimi sayesinde izleyici imgeleri okuyabiliyor. Bir av veya avcı geçmişinden geldiğimizi hatırlatıyor bu okur yazarlık. Videoya eşlik eden sesi de bilerek tekinsiz yapmaya ve avcıların neyi avladığını bilemediğimiz bir düzenek kurmaya çalıştım. Avcılık kavramı bu işle beraber bende çok daha geniş bir çerçeveye yayıldı. Avcı olmak için illa bir hayvanı öldürmenize gerek yok. Aslında isimleri değiştirerek de yeni isimler takarak da dilleri silerek de avcı olabiliyorsunuz.  Emperyalist bir bilim insanının Osmanlı topraklarında gezerken “bu dağ şu olsun”, “bu hayvana şunu diyelim” demesi ile bir avcının “bunun kürkü çok güzel, ben bunu öldüreyim” demesi arasında bir fark görmüyorum. Ne de “ben bu ismi beğenmedim bunun ismi artık şu olsun” demenin özünü fetihten ayıramıyorum. Hatta kendimi bile bu hikâyenin avcısı olarak görüyorum. Yani biz hepimiz birer avcıyız gibi bir okumam var. 

‘Latincenin Kullanılması Emperyalizmle Alakalı’

CM: Dil bölümünde ise türlerin ayrışma süreçleri düşündürücü. Burada dil, kelimeler, tanımlanabilirlik, terimler ve çeşitli tanımlar ardındaki bir kuşatmayı duyuyoruz. Bu haliyle dil, bir yandan bilimsel anlamda ciddi katkılarda bulunur gibi gözükürken, diğer yandan da dünyaları parçalara ayırıyor, sınıflandırıyor, muazzam bir kategorize ediş. Onu hem tanımlıyor hem ayırıyor ve hem de yerleştiriyor.   

LA: Kesinlikle… Türleri ayırmada kullanılan dilin (aynı zamanda dönemin de bilim dili) Latince olmasını Carl Linnaeus adında 1700’lerde yaşamış İsveçli bir bilim insanı seçiyor. Bütün bu sistemi o kuruyor aslında. Önce bitkileri, sonra hayvanları, daha sonra insanları türlerine ayırıyor. Bizim kullandığımız bu sistemin Latince bazını oluşturuyor. Latincenin kullanılma sebebi ölü bir dil olması. Bunun seçilme sebebi emperyalizmle alakalı. Zaten bu keşifleri ve araştırmaları yapabilecek ülkelerin sosyo-ekonomik altyapısı için de çok ağır bir kolonyalizm geçmişi olması gerekiyor. Dilin bunlarla olan ilişkisini ben çok merak ediyordum. Bu hayvanların türlerine Latince isimler takılıyor ama yerelde ne dendiğini bilmiyoruz. Yerel insanın onlarla kurduğu ilişkide onları nasıl adlandırdığı, nasıl ayrıştırdığı bu hikâyenin içinde bilinmiyor. O da bir kısmı. Ya da bu hayvanlar kendilerine ne diyor. Yine bilemediğimiz bir kısım. 

‘Yoldaş Olduğumuzu Düşünmüyorum’

CM: Koridor kısmında hayvanların yürüyüşü metinde de söylendiği gibi hayaletsi. Belki de bu biçim de onlara ne isim verildiğini dahi bilemeyişimize dairdir? 

LA: Olabilir, nasıl okuduğuna bağlı. Benim koridora koymamın sebebi, müzakereyi yapmasıydı. Sen oradan geçerken toprakta neyin yaşadığının veya bastığın şeyin ne olduğunun ne kadar farkındasın. Hayvanları görmek için biraz daha ilerlediğinde zaten gölgen düşüyor ve göremiyorsun. Toprakla olan ilişkin, zeminle olan ilişkin… 

CM: Serginin bütününe ekofeminist bir dünya veya türler arası yoldaşlık fikriyle baktığında, sence bu sergi bize ne söylüyor? 

LA: Hiçbir fikrim yok. Sergiyi hazırlarken hiç bunları düşünmedim. Yoldaş olduğumuzu da düşünmüyorum. İnsan insana yoldaş değil, türler arası ne yoldaşlığından bahsediyoruz. 

Daha fazla yazı yok
2024-05-02 21:17:04