A password will be e-mailed to you.

 Türkiye’deki ilk gösterimi geçtiğimiz İstanbul Film Festivali kapsamında yapılan “Lanetli Kan”, bu ayın sonunda vizyonda! Vizyondan önce ise Sanatatak’ta!

Amerikan Sineması’nın ülke dışından yetenekli yönetmen ithal etme girişimi, artık neredeyse tüm sinema takipçilerinin kabullendiği bir durum. Fakat hepimizin bildiği üzere, sermayenin ve şartların çekimine kapılarak, unutulmaz ve başarılı filmler çekmek adına onca yolu tepen yönetmenlerin neredeyse tamamı, kariyerlerinin en kötü filmlerini Amerika’da çekerek sevenlerine sonunda büyük hayalkırıklıkları yaşattılar. Şimdi bu yönetmenlerin bir listesini çıkarmaya kalksak listenin sonunu bulamayız herhalde! Paul Verhoeven, John Woo, Kar Wai Wong, Florian Henckel von Donnnersmarck…

Kısaca, iyi tanıdığın ve her şeyini özümsediğin kendi topraklarını bırakıp, film çekmeye Amerika’ya gitmek ve orada bir kariyer inşa etmeye çırpınmak, görüldüğü üzere kağıt üzerinde pek de akıllıca duran bir iş değil. İşte tam da bu noktada, ülkesinde harikulade işlere imza atmış olan Güney Koreli yönetmen Chan-wook Park’ın Amerika’da bir film çektiğinin haberini aldığımda, sonucun yine bir hüsran olacağından neredeyse emindim. Ta ki “Lanetli Kan”ı izleyene dek! Senaryosu, daha çok televizyon dizileri ile tanınan oyuncu Wenthworth Miller’a ait bu gerilim filmi, tanıdık öyküsüne rağmen sinemanın niye bir yönetmen sanatı olarak anıldığını, adeta bizlere yeniden hatırlatacak derecede başarılı! 18. yaş gününü babasının ölümüyle karşılayan India (Mia Wasikowska) var karşımızda; Yetenekli, güzel ama bir o kadar da içine kapanık bir kız. Varlıklı bir ailenin tek çocuğu olarak büyütülmüş. İlgisiz annesi Evelyn (Nicole Kidman) ile neredeyse çocukluğundan beri hiç paylaşımları olmamış. İşte tam da böylesine yalnız hissettiği ve babasına ihtiyaç duyduğu bir an da, o güne kadar varlığından bile haberdar olmadığı gizemli amcası Charlie (Matthew Goode) çıkıyor karşına. Charlie’nin aileye girişiyle ise India’nın dünyası (pek tabi bu bir içsel dünya olarak da algılanabilir) resmen bambaşka bir hale bürünmeye başlıyor!

Öncelikle şunu belirtmek gerek ki Chan-wook Park olmasaymış, “Lanetli Kan”, biz izleyiciler için; şu her yıl onlarcasını izlediğimiz ve salondan çıkar çıkmaz unuttuğumuz filmlerden biri olabilirmiş. Park’ın farkını ortaya koyduğu ve “Lanetli Kan”ı sıradışı hale getirmeyi başaran en önemli faktör; aslında yönetmenin hikayenin hiç bir orijinal tarafı olmadığını en baştan kavramış olduğu gerçeği. Park, elindeki metnin çokça kullanılmış, tanıdık bir metin olduğunun farkında. İşte tam da bu yüzden hikayesiyle izleyiciyi şaşırtmak ya da ters köşeye yatırmak gibi dertleri yok. Aksine, niyeti sırtını bu tanıdık hikayeye yaslayarak görsel yeniliklerin peşinde koşmak. Bu da “Lanetli Kan”ın derdinin bambaşka bir meseleyle ilgili olduğunu ortaya koyuyor zaten. Çünkü filmin asıl amacı gerek sinematografi gerek kurgu alanında sınırların ne kadar zorlanabileceğini denemek.

Film, temelde India karakterinin genç kızlığını üzerinden atıp bir kadına dönüşmesinin hikayesini anlatmaya çalışırken, özellikle usta yönetmen Alfred Hitchcock’un filmlerine benzer bir hava yakalıyor ve tüm gerilimini bu referansı sonuna kadar kullanarak kuruyor. Bu benzerlik öylesine bariz ki, tıpkı Hitchcock’un 1943 yılında çektiği “Shadow of a Doubt” filmindeki gibi “Lanetli Kan”da da bir “Charlie Amca” mevzusu var! Chan-wook Park’ın başarısı ise tam da bu noktada ortaya çıkıyor. Gerilim yaratma trüklerinin klasik anlatıda belirlenmiş olan tüm motiflerini kullanan fakat bir yandan da bunları modernize eden bir görsel dil yaratmayı başarıyor yönetmen.

Bu anlamda filmin sahneler arası geçişleri ve sekans içlerinde parçalara ayrılmış kurgusal yapısı özellikle övgüye değer. Örneğin India’nın tecavüze uğramak üzereyken Charlie’nin yetiştiği sahne ile India’nın kirlenmiş vücudunu duşta temizlerken mastürbasyon yaptığı sahnenin birleşimi gerçekten müthiş! Ya da Evelyn’in sarı saçlarından sararmış otların içinde geçen bir flashback sahnesine yapılan bağlama, yönetmenin kurgu üzerine ne denli kafa yorduğunun en bariz kanıtı. Filmin yakaladığı bu görsel anlamda biçimsel tonu güçlendiren bir diğer unsur ise filmin sanat yönetimi tercihleri. Hikaye günümüzde geçmesine rağmen, başta Stoker ailesinin yaşadığı malikane olmak üzere neredeyse tüm mekan ve kostümler filme ciddi bir 50’ler veya erken 60’lar havası katıyor. Bu da filmin zamansız bir atmosfer yaratmadaki başarısını tüm gücüyle ortaya çıkarıyor. India’nın filmde önemli bir yer tutan ayakkabılarından tutun da Charlie’nin klasik model, üstü açık arabasına kadar filmde yer alan her malzeme (prop) adeta filmin seyircide bir nostalji hissi uyandırması için tercih edilmiş. Bunlara bir de filmin o dönemleri hatırlatan müzik tercihi (Nancy Sinatra ve Lee Hazlewood’un harikulade Summer Wine’ı örneğin) eklenince bu nostaljik etki daha da güçlenmiş. Sonuçta, yabancı bir yönetmenin elinden çıkmasına rağmen “çeviride kaybolmayan” ve klasikleri hatırlatan gerçek bir Amerikan gerilim filmi var karşımızda. Oldukça stilize çekilmiş ve iyi oynanmış bu filmi festivalde izleme şansı bulamadıysanız vizyona girdiğinde kaçırmayın derim.

Daha fazla yazı yok
2024-05-03 05:32:26