A password will be e-mailed to you.

Genel yayın yönetmenimiz Ayşegül Sönmez’in Harpers Bazaar Aralık 2017 sayısında Öner Kocabeyoğlu ile gerçekleştirdiği söyleşinin geniş versiyonunu yayınlıyoruz.

-Bir gün Sabah gazetesinde bir söyleşinizi okumuş ve biraz kızmıştım. Resimlerden emtia olarak bahsediyordun. Hala öyle mi?

Hazinesini halka açan başlıklı söyleşiden bahsediyor olmalısın ama başlık bana ait değildi. O söyleşi, benim sanatla ilgili yaptığım ilk söyleşiydi. Yanlış anlaşıldığıma üzüldüm doğrusu.

Sahip olduğum eserleri hiçbir zaman meta olarak düşünmedim. Aksine bunun ne kadar yanlış olduğunu düşündüm. Sanat yatırım aracı mıdır, diye sorarlar ya hep… Ben hep derim ki, sanat yatırım aracı değildir. Türkiye’de hiç değildir. Hatta Türkiye’de bilinmeden bu uğurda yapılan yatırım yanlış sonuçlar doğurabilir, ters tepebilir.

Dün de ilginç bir post yayımladın Instagram’da. Picasso’nun altından daha değerli olduğunu gösteren bir grafik… Bu hoşuma gitti çünkü altın olunca işin içine simya giriyor.

Bu bahsettiğin Picasso iki yıl içinde öyle pozitif fark yaratmış ki emtia olarak. Bir Picasso ya da bir Rothko ya da bir Bacon almış isen on yıl kadar önce evet bugün büyük bir kazanç elde etmiş olabilirsin ve bu birçok emtianın kazancının önüne geçmiş olabilir. Doğru bir eseri almış isen iki yıl gibi kısa bir sürede böyle bir kazanç da doğurur. Ama ülkemizde böyle değil.

Ülkemiz enflasyonist bir ülke. Ama benim post’taki eser bir Picasso, ülke Türkiye değil. Tekrar ediyorum, ben böyle bakmıyorum. Ama bakanlar Türkiye’ye bakarak bir daha düşünsünler, derim.

Sanat, bir hisse senedi değildir ve böyle davranılmamalıdır ve sorunun bir kısmı, insanlar bu konuda bir hisse senedi gibi konuşmaya başlarlar. Hiç kimsenin kristal topu yoktur ve kimse geleceği okuyamaz. Ancak şunu söyleyebilirim ki, bir koleksiyoncu gerçekten ciddi ise, ödevini yapıyor, işleri doğru bir şekilde takip ediyor ve bir sanatçının ve galerinin geçmişini aktif olarak inceliyor. Fakat para kazanmak için bir sanatla sanat satın almak, bu tamamen farklı bir şey.

Biraz geçmişe gideyim. Her şey tam olarak nasıl başladı? Koleksiyon yapıyor olduğunu zamanla mı fark etti? Hep bilinçli miydin yoksa zamanla mı gelişti?

Tam manasıyla bir koleksiyon yapmaya çalıştığımı yıllar sonra fark ettim, diyebilirim. O da ne zaman? Bu eserleri paylaşmak insanlarla, farklı gözlerle paylaşmak istediğim zaman. Aslında hepimizin olduğunu düşündüğüm ama bana ait olan eserleri paylaşmaya karar verdiğim zaman… O da sergi zamanıdır. Santral İstanbul sergisi zamanıdır. O sergi sırasında bütün koleksiyonu bir arada görmek bana büyük bir haz verdi. Hazzın ötesinde sorumluluk verdi. Bir sürü sanatla, sanatın içinde farklı ekollerle ilgilenen insanlar, gözler bana sorular sormaya başladı. Neden Selim Turan dediler örneğin?

Başlarda sadece zevk içindi. Basit bir beğeniydi.

Koleksiyonum başından beri Paris ekolü ağırlıklıydı.

Paris ekolüne ilginin özel bir nedeni var mı?

O dönemin sanatçılarının ne kadar zorluklarla günümüzden çok farklı olarak sadece sanat üretmek için yaptıkları mücadeleye büyük saygı duyuyorum. Bir de o dönemin Türk resmi, dönemin diğer resimleriyle paralel bir çizgide. Selim Turan da var. Hartung da var. Ama dediğim gibi başlangıçta, bilinçli değildim. Bugün bile çok bilinçli olduğumu söyleyemem. Ama burada güzel olan da zaten bu. Bugün geldiğim nokta profesyonel olabilir ama son derece amatör ruhla yapıldığı için bu seviyeye gelmiştir diye düşünüyorum. Ve en mühimi hala aynı ruhu taşıyorum. Ama şu da var… Tabii ki zamanla gözler daha iyi görüyor, burun daha iyi koku alıyor. Okuyorum, takip ediyorum.

Bir koleksiyonerin iyi bir kütüphanesi olmalı.

Bunu hep söyledim. Söylemeye devam ediyorum.

Araştırmalı, gezmeli ve görmeli!

Daha iyi görererek koku olarak bazı kriterlerin de değişti mi? Çoğullaştı mı ya da şöyle sorayım? Asla almam dediğin işlere sıcak bakıyor hatta alıyor musun?

Sen şunu soruyorsun: Hayır, hâlâ video sanatı almıyorum. Çok beğenmeme rağmen… İzleyici olarak iki sebepten dolayı almıyorum. Bir tanesi edisyon olması, çoğaltılabilir olması. İkincisi de hiçbir zaman o sana zevk veren izlediğin ortamı yaratamayacak olman, eğer bir müze değilsen, müzeye alım yapmıyorsan. Sana bir DVD, CD verecekler. Evde ya da işyerinde bu 3 ya da iki kanallı ekran düzenlemesini yapmak benim için imkansız.

Değişen bazı şeyler var ama…

Eskiden sadece unique/ özgün tek baskı fotoğraflar alıyordum. Bu da bende pentür hissiyatı yaratıyordu. Sadece uluslararası sanatçılardan edisyon iş alıyorum. Başka şansım yok çünkü… Fotoğraf beni çok çekmiyordu artık daha çok çekiyor diyebilirim. Gül Ilgaz’ı çok seviyorum. Ara Güler’i de çok seviyorum. Gursky başka bir şey. Niye Candida Höfer değil? Niye Thomas Ruff değil? diye soracak olursan… Bunu anlatamam işte… Bu bir his. Bu bir merak. Ve tutku. Bazı fotoğrafların soyut görünmesi zor bir şey. Peyzaj resmi de almıyorum mesela… Klasik resim de yok bende. Türk resmi old master’ları yoktur bende. Çok soyut seven biriyim.

Son dönemde Wolfgang Tillmans çok seviyorum. Neden beş altı yıl önce Basel’den almadığıma kızıyorum. Kriterim değişmiyor zaman içinde dolayısıyla… Sadece daha seçiciyim. Dolayısıyla daha az olmuş oluyorum. Yerleştirmeyi de sevmiyorum.

Benim kitabımdaki söyleşilerden bir tanesi de Catherine Millet ile. Fransız sanat eleştirmeni, Artpress dergisi kurucusu. Onunla çağdaş sanatın ne olduğunu konuşurken konu koleksiyonerlere gelmişti ve şöyle demişti: 

Örneğin eskiden müze müdürlerini, sergi başkanlarını, ‘küratörleri’ yetkiyi almak ve eserleri manipüle etmekle eleştiriyorduk. Bugün daha çok sanatın emir beyleri olarak koleksiyonerleri görüyoruz. Ve kimse onları eleştirmiyor. Garip. Neyse ki birkaç alternatif daha var.”

Tipik bir Türkiye koleksiyoneri olduğunu düşünmüyorum ama öyle bir ortak beğeniden bahsedebilir misin? Bunu gözlemledin mi? Ben pekala bahsedebilirim. Kendi bireysel takıntılarından yola çıkmayan, bir galerici ya da müzayedecinin kontrolü altında olan, modalarla hareket eden bir prototipden bahsedebilirim…

Aslına bakarsan koleksiyon yapandan zarar gelmez. Çok iyi alıyorlar işte. Senin deyişinle neticede topluyorlar ve biriktiriyorlar. Ama toplarken elbette birbirlerinden fazla etkileniyorlar. Ama bu da doğal. Sanatçılar bile birbirlerinden etkileniyorsa koleksiyonerlerin de birbirlerini etkilemesi kaçınılmaz. Ama bu piyasadaki aktörler çok önemli. Aktörler çok az. Dolayısıyla bu koleksiyonlara yansıyor. Koleksiyoner özünde en önemli aktör Catherine Millet öyle demiş ama. Zincirin sonu. Biri üretiyor biri satıyor biri de alıp saklıyor ve paylaşıyor. Saklıyor olsa bile zincirin son halkası. Ama elbette onlar da eleştirilmeli! Onların zevki de masaya yatırılmalı!

Aslında kitabımda ısrarla sorduğum bir soru var. Size de soracağım elbette… Çağdaş sanat nedir?

Türkiye’de çağdaş sanat nedir?

Öyle sorduğunu kabul ediyorum.

Türkiye’de çağdaş sanatı anlayabilmek için her şeyin başladığı tarihe gitmek lazım. 2010 yılında çıkan bir kitap vardır. Türk koleksiyonerinin dünyaya çıktığı kitaptır bu. Bence ilk defa uluslararası bir yayımcı tarafından çıkarılan bu kitapta, Türk koleksiyoner objektif karşısına geçip poz verdi. Aldığı çağdaş sanat eserleri üzerinde yorumlar yapılıyordu bu kitapta. Unleashed’den bahsediyorum. Bana kalırsa bu tamamen şişirme bir kitaptı. Ama bunun da öncesi var. Bu bir senaryoydu. 2008’de biz bilmiyoruz ama bunu konuştular. 2009 yılında Mart ayında Londra’da müzayedesini yaptılar. Londra’daki bu mezat, Türkiye’deki çağdaş sanat bombasını ateşleyen en önemli olaydı. Ondan sonra Unleashed biraz daha şişirdi. Herkes bundan etkilendi. Halbuki ne kadar saçmaydı o gün köşedeki bir galeriden alabileceğin bir eseri gidip Londra’dan alıyor olmak?

Londra’da bayraklar havada uçuşuyordu. Bütün salon doluydu. Basın gelmişti. İstanbul’da karşı binanın altındaki galeriden yarı fiyatına alabileceğin eser Londra’da satılabilmişti.

İşte Unleashed kitabının bu dönemde hazırlandığını ve raflardaki yerini 2010’da aldığını düşünüyorum.

2010 yılında bu kitaptan sonra yapılan çağdaş sanat fuarımız (panayırımız) satış rekorları kırdı. Satılmayan bir şey bir anda satılırsa ne olur? Rekor kırar. İşte bu çağdaş sanatın saatli bombasıydı. Bu bomba 2008’de kuruldu.

Geldik bugüne…

Bugün o bombanın tesiriyle ateşlenen bütün sanatçılar ve galericiler tam bir hüsranın içindeler. Neden? Çünkü galericiler kendi ateşledikleri fitille hiçbir fiyatı beğenmeyen bir sanatçı ordusu yarattılar. Sanatçılar, bir anda Londra’da satılıyor olmaktan ötürü, yurt dışında ilgi görüyor makyajıyla kendilerinden geçtiler.

2012 yılında bu patladı ama onlar hâlâ inanmak istemiyorlardı.

Neden şimdi “Koleksiyonerler Türk sanatına sırtını döndü?” başlıkları atılıyor.

“Türk koleksiyonerinin Basel çıkarması” diye yazılan yazılar yerini “Türk koleksiyoneri Türk resmine sırtını döndü” yazılarına bıraktı!!

Son iki yıldır panayır dolup taşıyor. Ama panayırda sadece özçekimciler, çok az gerçek sanatsever var. Satış, hiç kimseyi tatmin etmeyecek düzeyde.

Bu sene ilk defa bienalle eş zamanlı düzenlenen panayır, büyük bir coşkuyla başladı. Birçok sanatsever, çok çok da sanatsever edasıyla dolaşan palyaçolar vardı. Yani satış yoktu. Bir ticaret için yapılan bu panayır hiç kimseye haz vermedi.

Çağdaş sanat, bu 2008’deki fitilden sonra bir sosyalleşme platformu olarak hızla yayılan ilgi alanına dönüştü. Bir sözle bağlayalım sonunu bu sorunun;

Sanat entelektüel bir uğraşıdır. El çantası değil, bir eşya değil, başka bir şeydir. Düşünmek, soru sormak ve anlamak gerekiyor.

Bu güzel bir özet oldu ama hâlâ çağdaş sanat tarifi alamadım.

Alın buyrun: çağdaş sanattan, internetin, cep telefonlarının,  bilgisayarın, iPad’lerin olduğu bir dünyadan sanatı anlıyorum. Bu dünyaya yetişemeyenleri o yüzden mesela bir Mübin Orhon’u modernçağdaş buluyorum.

Bir belgesel çok ünlü tabloların saklandığı kasaları anlatıyordu. Alıp saklamaktan ziyade göstermek paylaşmak gibi bir dileğin olduğunu Nişantaşı’ndaki  mekandan hissediyorum. Uzun soluklu bir hayalin var mı? Müze gibi? Yeni bir büyük sergi gibi? 

Müze gibi bir proje asla düşünmüyorum. Sahip olduğum eserler müzelik ama ben müzelik değilim. Müze ve müzecilik çok kapsamlı hakkıyla yapılması ve geleceği garantilenmiş olması gereken bir proje.

Toplamak ve biriktirmek mevzu sanat olunca ne gibi anlamlar kazanıyor? Topluyor musun biriktiriyor mu?

Misket toplamışlığım vardır bak aklıma geldi.

Tutkuyla toplamayı ilk hatırladığım şey misketlerimdir.

Bugün ise tutkuyla toplayıp biriktirmek üzere olduğum sanat koleksiyonumun yanında hobi olarak Art Deco obje biriktiriciliği yapıyorum. Parfüm şişeleri, içki takımları, sürahiler gibi…. Cam Art Deco. Soruna dönecek olursam, önce topluyorum sonra biriktiriyorum. Ayrıca saat( kol saati) ve kalem koleksiyonlarım var seçerek alıp kullanıp biriktirdiğim ve benim ile yaşayan şeyler tıpkı sanat gibi.

Ömer Uluç’larınız da ayrı bir öneme sahip koleksiyonunuzdaki. İlk aldığınız Ömer Uluç’u hatırlıyor musunuz?

Hatırlamaz mıyım? Denizaltı ve Kuş. Ömer Bey’i çok severim. İlk atölyesini ziyaret ettiğim sanatçıdır. Ömer Uluç  modern çağdaş resminde çok önemli bir imza.  Koleksiyonumda en çok eseri olan sanatçılardan biridir.

Pek çok sanatçıyla büyük sergiler yapılmayan bu anlamda hak teslim etmekte güçlük çeken bir sahnemiz var. Benim hep dileğim Nur Koçak retrospektifi mesela… Sizin de böyle düşünüp hakkının teslim edilmediğini geç teslim edildiğini düşündüğünüz sanatçılar var mı?

Ömer Uluç. Asıl yapılması gereken bir sergi varsa ona yapılmalı. Mehmet Güleryüz’e ikinci retrospektif yapılacağına çoktan Ömer Uluç’a bir tane yapılmalıydı. Ailevi anlaşmazlık sebebiyle maalesef bu olamadı. Nur Koçak, Türk sanatı için çok önemli bir sanatçı. Eserleri çağın ilerisinde bir sanatçı. Ben kendisinin eserlerini Santral İstanbul’da düzenlenen Modern ve Ötesi sergisinde görmüş ve çok etkilenmiştim, koleksiyonumda eseri vardır bugün.

Bir koleksiyoneri neler besler? Filmler? Fuarlar? Bienaller?

Bir koleksiyoneri en iyi gözleri, kütüphanesi, üçüncüsü de yaptığı seyahatlerde sanata ayırdığı vakti besler.

Fuar enflasyonu içinde hepsine gitmem.

Basel, Frieze London bir de FIAC yaparsan yeter. Aynı yıl 3 fuar görmen doğru değil. Birini seçip ona gitmen yeterli olacaktır.

Türkiye’den Sanat, Sene 2017 deyince aklınıza nasıl bir resim geliyor?

Daha önce söylemiş olduğum gibi sevgili Sönmez, sanat ve koleksiyonerler son derece problemli.

2017 yılına geldiğimizde nelerimiz var:

Tablo şu:

1- Dolup taşan panayırımız

2- Çok bilgili danışmanlarımız

3- Çok bilgili eleştirmenlerimiz

4- Kısa sürede varlıklı olmayı hayal eden sanatçı ve galericilerimiz

5- Hiç olmamasından iyidir diyerek avunduğumuz bir modern ve çağdaş müzemiz

6- Sadece ve sadece sanatı sosyalleşme platformuna, panayırı da birbirlerini selamlayıp çantalarını, cicilerini göstermek için kullanan elitlerimiz!

7- Fotoğraf çekmek için yanıp tutuşan panayır özçekimcilerimiz

Hiç mi olumlu bir şey yok?

Tabii ki var:

Tutkulu koleksiyonerlerimiz

Çok iyi eserler üreten gerçek sanatçılarımız

Görevini, ödevini büyük sorumluluk bilinciyle yerine getiren az sayıda galerimiz ve galericimiz

Gerçekten sadece sanatın doğru yapılmasına ve doğru anlaşılmasına yardımcı olan çok iyi eleştirmenlerimiz

Gerçekten çok önemli bir müze açmak üzere olan koleksiyonerimiz…

Çok sevdiğim bir sözle bitiriyorum:

“Sanatın korunması ya da korunması sorumluluğunu seviyorum. Ben onu korumak istiyorum.”

 

İLGİLİ HABERLER

Çağdaş sanat ve kültürel içkinlik

Ömer Uluç’un ölüm yıldönümünde “sanat” ve “delilik” üzerine

Arzunun ressamı Nur Koçak

 

Daha fazla yazı yok
2024-05-04 06:05:20