A password will be e-mailed to you.

Sanatatak’ın yeni bölümü Sanatatak Fiction’ın bu pazarki hikayesi Çağdaş Kürtçe öyküsü serisi "Biraz Dolaşacağım"da Sîdar Jîr’in kaleme aldığı Fısıltı.

Bir akşamüzeri, yedinci katın balkonundan, şehre bin bir zahmetle giren kaçak çay dolu bardaklardan düzensizce yükselen kaşık sesleri, kuzuların çan sesini andırıyordu. Balkonda oturanlar sessiz ve soluksuz… Kapısını sabah güneşine her daim ardına kadar açan balkon, güneşe sırt çevirmişti. 

Şekerin çayla sevişmesinden bitap düşen çay kaşığı da balkonun sessizliğine ayak uydurdu. Tutkulu dudaklarla içilen çayın sesi de olmazsa balkon neredeyse sessiz- liğin heybetli bir heykeline dönüşecekti. Ağızda kekremsi tat bırakan kaçak çay kıvamındaki sohbetler bir yana; Gulav, misafirperver bir ev sahibesi edasıyla bu sessizliğin farkına varıp şehre kötü bir koku gibi yayılan fısıltıdan söz etmeseydi göz göze bile gelmeyeceklerdi. Her biri, önlerinde uzanan bomboş caddenin ayrı bir noktasına yatırdıkları gözlerini kaldırıp birbirilerinin varlıklarını gözleriyle yokladılar. 

“Cidden nedir bu, bir söylentidir almış başını gidiyor?” 

Hepsi de birinin bu fısıltıdan söz açmasını ne zamandır bekliyormuş gibi aynı anda ona doğru döndüler. Karşılık veren olmadı. Misafirlerinin suskunluğuna hâlâ bir anlam verememiş olan Gulav’ın yüzüne bakmakla yetindiler sadece. Kokusu balkonuna sinmiş bu ağır sessizliği söküp atmak için verdiği tüm çabaları hüsranla sonuçlanmış ses tonuyla adeta mırıldanarak: 

“Aman neyse boş verin! Lafını etmesek daha iyi. Belki o zaman daha az yayılır bu söylenti ve bir an önce unutulur gider.” 

Kısa süre sessiz kalan Gulav, hüsranla sonuçlanmış bu yenilgiyi çabuk çabuk kabul etmeyeceğini kanıtlamak istercesine sürdürdü. 

“Bir de söylenenler gerçekse var ya, anaaa! Valla düşüncesi bile korkutuyor insanı. Ay, Allah korusun, birden karşıma çıksa yedinci kattan aşağı atarım kendimi. Atlayarak ölmeyi korkudan tir tir titreyerek ölmeye tercih ederim şahsen.” 

Sanki hepsi hayatlarından bıkmışlar da bu saatten sonra söylentilerin gerçek veya söylentiden ibaret olması- nın onlar için bir kıymeti harbiyesi yokmuş gibi; ince belli bardakları dudaklarına götürüp kaçak çayın tadıyla araarına kimse girmesin diye ne zamandır büründükleri sessizliğe iyice sokulsalar da, söylentilerin onları etkilediği ve bundan ürktükleri Gulav’ın gözünden kaçmıyordu. 

Aralarına oturanın sessizlik kılığına bürünmüş korku olduğunu anladığından beri Gulav, sessizlikten kurtulmanın korkuyu kırmaktan geçtiğini anlamış ve misafirlerinin giydikleri korku gömleğini üzerlerinden sıyırmak için kılıktan kılığa girmekten yorulmuştu. 

Mayhoş dudakların gevşeyip mayışması balkondaki çay sefasının bittiğinin habercisiydi. Çaydanlığın dibinde kalan tortular da şehrin üzerine çöken gece karanlığı gibi yavaş yavaş katrani rengine dönüyordu. Gulav, evin bütün ışıklarını yakmış evin içinde bir o yana bir bu yana amaçsızca geziniyordu. Balkondayken arkadaşlarını esir alan sessizliğin o da bir süre esiri olmuş fakat bu esaret fazla sürmemişti. Kısa süreli bu esaretten kurtulur kurtulmaz da arkadaşlarına, “Eee… Kırın artık Osmanlı zindanlarının kapısı gibi dilinize vurulan şu zincirleri. Şu halimize bakar mısınız, taziye evine çevirdiniz burayı! Taziyede hiç değilse arada ağıtlar yükselir. Bizde o da yok!” demişti. Bunun üzerine arkadaşları, bu kurşuni kentte son gecelerini geçiren misafirleri, onun bu söylediklerini onaylarcasına kendi aralarında ufaktan laflama- ya başlamışlardı. İnsanı gerçekten de geren, anlamsız şekilde uzayan sessizliğin onların da canını sıktığını çözülen dillerinden anlayan Gulav, içeri geçerlerse unutulmaz bir son gece sohbeti geçirecekleri içine doğmuş gibi salonda oturmayı önermişti misafirlerine. 

Hiçbir itirazla karşılaşmadan arkadaşlarını içeri geçmeye ikna etmiş olmanın verdiği zafer sarhoşluğuyla ve balkondaki yapışkan sessizliğin buraya da bulaşmasını önlemek adına; öğrencilik yıllarında çok kereler kendisine ve anılarına misafir olduğu Avsar’a dönerek, “Her zamanki gibi ortaya bir konu at ki sabaha kadar konu konuyu açtıkça kabaran yüreklerimizin acısı hafiflesin…” dedi. Avsar’ın ilk kelimesi, ruhunun külleri rüzgârda savrulmamış bir kitap kahramanının ağzından çıkar gibi çıktı ağzından, “Peki.” Gulav’ın bir şey söylemesine fırsat vermeden devam etti Avsar. Kelimeler, Avsar’ın ağzından beyaz sarıklıların ellerindeki tespih taneleri gibi akıyordu; düzenli ve akıcı. “Konunun konuyu açtığı doğrudur lakin konudan ziyade… Konu çok önemli değil aslında, akla gelebilecek her şey bu geceye ve bu geceki sohbete konu olabilir. Fakat başlangıç için yine de bir kıvılcıma ihtiyaç vardır dersen şayet, sanırım bu kıvılcım senden başkası olamaz.” Gulav diğer arkadaşlarını da dönerek, “Kabulsünüz değil mi arkadaşlar, gecenin yuları Avsar’ın ellerinde,” dedi ve arkadaşlarından gelecek cevabı bekle- meden ekledi, “unutulmayacak bir final gecesi yaşayalım o zaman,” deyip imalı bakışlarla Zîngul’a baktı, “Her ne kadar sen ‘unutulmaz geceler’ konusunda Mem’inin üstünde kimseyi tanımasan da bu gecelik hayaliyle idare edersin artık.” O âna kadar suspus oturan Zîngul, Gulav’la ile atışmaya başlayınca, tedirginlik gömleğini bir anda üzerinden atan Avîne onların atışmasına daha fazla da- yanamadı, “Son gecemizi saçma sapan atışmalarınızı dinleyerek mi geçireceğiz?” 

Gulav bir yandan da Avîn’e cevap yetiştirmeye çalışıyordu, “Sen de mi Mem’ini özledin kız? İnanmıyorum sana!.. Daha geçen hafta adamı işinden alıkoyarak bu viran kente çağırıp günlerce göğsünde yayılmadın mı, ne çabuk? Ne çabuk! Seni doyumsuz şey seni!” Gulav’ın bütün uğraşları dillerine vurulan zincirleri çözmek içindi. Avsar da sanki Gulav’ın bu niyetini anlamış ve, “Tamam kendimize geldik artık. Zaten bizim de daha fazla susmaya niyetimiz yoktu,” der gibi bakıyordu Gulav’a. Gulav arkadan sıkıca Zîngul’a sarılarak onu yanağından öptü. Hepsi de gözlerini Avsar’a dikmiş, ikindiden bu yana üzerlerine bir karabasan gibi çökmüş sessizliği bitirecek konuşmayı dört gözle bekliyorlardı. 

Ne konuşayım diye uzun uzadıya düşünmeye gerek duymayan Avsar, şehre yayılan dedikodudan söz açtı, “Ağızdan ağza dolanan bu söylentiler benim de dikkatimi çekti, artık ne kadarı doğru ne kadarı yalan onu bilemem ama koca şehirde herkesin dilinde bu söylenti var. Aranızda bununla ilgili yeni şeyler duyan var mı?” 

Korktukları başlarına gelmiş de konu yine dönmüş dolaşmış şehirdeki o fısıltıya gelmiş gibi bir anda hepsi yine taşa kesti. Gulav’ın tepkisi de gecikmemişti, “Aaaa! Konuyu aç dediysek hata mı ettik yani! Benim biraz önce ısrarla o konuya değinmemin sebebi sizi konuşturmak içindi. Bak sen bile söylenti dedin biraz önce,” dedi Avsar’a dönerek ve devam etti, “Nihayetinde söylenti. Dedikodu. Gerçekliği tartışılır şeyler. Sözde sen aydın, okumuş bir insansın Avsar, yoksa sen de mi inandın?” Avsar, “Evet söylenti olabilir ama her şey bir söylentiyle başlamaz mı arkadaşlar? Mucitler bile en büyük buluşlarını kendi kendine söylenerek bulmuşlardır bazen. Kaldı ki bu, basite alınacak bir konu da değil. Her ne kadar kimse bunu itiraf etmemiş olsa da deminden beri üzerimizdeki korkunç sessizliğin sebebi buydu. Bu yüzden bana soracak olursanız bu konu, üzerinde sabaha kadar konuşulmaya değer bir konu.” Zîngul ve Avîn dikkatle onları dinliyorlardı. Söz, dönüp dolaşıp yine kimsenin görmediği ama bütün şehre korku salan o kadına gelmişti. Zîngul üstdudağını ısırmış, gözlerini diktiği duvardaki Perwîn Xelîlî’nin Keça Kurd adlı tablosundan ayırmadan tartışmaya dahil oldu: 

“Benim anlamadığım, neden sadece geceleri çıkıyor? Neden karanlık ve dar sokaklarda yakaladığı insanlara saldırıyor onları yaralayıp bırakıyor? Neden kimseyi öldürmüyor?” 

Konu, suya düşen bir damlanın oluşturduğu halkalar misali genişleyip yayılıyordu. Bilmediklerini ya da eksik bildiklerini konuşulanlarla tamamlamak için, biri konuşurken ötekiler hafızasına kaydeder gibi pür dikkat konuşanı dinliyorlardı. Avîn, Zîngul’un sözünü bitirmesini beklemeden: “Aslında bana da mantıklı gelmeyen şeyler var. Dediklerine göre genç bir kızmış, iyi de böyle genç, yarı çıplak bir kız gecenin o saatinde o sokaklarda… Kimse bunu tanımıyor mu? Hadi diyelim kimse tanımıyor, olur ya! Ailesi de mi eşe dosta haber salıp gelin buna bir çare bulalım bir doktora götürelim demiyor? Kendi imkânlarıyla yapamıyorlarsa o kadar hayırsever insan var şehirde. Hadi onu da geçtim yüzlerce kadın sığınma evi, kadın dernekleri, kadın örgütleri var, hiç değilse onlara başvursunlar.” Konuyu açan Avsar, bir taraftan onaylar gibi başını sallıyor, bir taraftan da yanındaki sehpada duran boynu bükülmüş lalenin başını okşayarak; yetsin artık çektiğin acılar, görmez misin uğruna boynunu büktüğünün geride bıraktıklarını, der gibi lalenin başını eliyle doğrultmaya çalışıyordu. Şehirde dilden dile dolaşan söylentiler ilk defa yedinci kattaki bir öğrenci evinde cesurca tartışılıyordu. Salonun, aralıklarından gecenin içeriye süzüldüğü balkon kapısına bakan bir yerinde oturan Avsar, içten içe zevk aldığı yaralayıcı sözlerle devam etti: “Daha da kötüsü, birkaç gün önce, buradan birkaç sokak ötedeki Zirav Sokak’ta, dediklerine göre kız, genç bir delikanlıya saldırdığı esnada, delikanlı bıçağını çıkarıp kızın sol memesine saplamış ama şimdiye kadar kimse memesine aldığı bir bıçak darbesinden dolayı hastaneye gitmemiş. Dün, hastanenin son dört gününe ait hasta kayıtlarına baktım. Böyle bir şikâyetle hastaneye gelen olmamış. Üstelik diğer hastaneleri de aradım, onlarda da aynı şekilde… Bilmiyorum, umarım ciddi bir şey değildir.” 

Önce, kısa süreli ağır bir hava oluştu, sonra da aynı acıyı kendi memelerinde hissetmişlercesine sözlerini daha ölçülü sarf etmeye başladılar. Gecenin ağır ağır sabaha evrildiği o âna kadar neredeyse hiç konuşmayan Gulav, daha çok konuşulanları dinlemiş arada bir de çayı koymak için mutfağa gidip gelmişti. Şehirdeki söylentilerle ilgili ilk sözlerini de ocağa yeni bir çay koymak için kalktığında söylemişti; “Siz de takdir edersiniz ki kadınlar her anlamda dünyanın en güçlü, en dirayetli varlıklarıdır. Yaşamlarının her ânında ve her alanında tanrısal bir direniş içindedirler. Bu direniş yenilgiyle sonuçlandığında, yani yenildiklerinde, yenilgilerinden bile inanılmaz bir tat alırlar. Dediğim gibi her anda ve her anlamda bu böyledir. Örneğin; duygusal anlamda birliktelik yaşayan kadın ile erkek… Erkek duygusallığını sürekli cinsellik üzerine inşa ederken kadın bunu asla merkeze koymaz. Elinden geldiğince ilişkiyi hayatın diğer yönlerine kanalize eder. Ta ki erkek istediğini elde edene kadar… Ki bu, kadının yenilgiye uğradığı andır aynı zamanda. O an, o yenilgisinden; direnişinden bile katbekat fazla haz alan kadın toplumun gözünde ya fahişedir ya da sonradan görmüş…” deyip mutfağa yönelmişti. 

O âna kadar sesi çıkmayan Gulav’ın bu söylediklerine karşılık diğerleri korunaksız bir çölün ortasında aniden hortuma yakalanmış gibiydi. Gulav mutfaktan dönene kadar, doluya yakalanıp oradan oraya kaçışan oğlaklar gibi hepsi de Gulav’ın söylediklerine karşı veya onu destekleyici bir şeyler düşünüyordu ama hiçbiri heybesinde bu türden bir kelime bulamadı. İkindiden bu yana ısrarla şehirdeki söylentiden konuşulmasını isteyen Gulav bu konudan sıkılmıştı artık. Misafirleri bu konu üzerinde konuşmak istediklerini dile getirip bunun için ne kadar uğraştılarsa da Gulav, ısrarla konuyu değiştirmişti. 

Kızların kalbini kırmaktan çekindiğinden sözlerini ölçüp biçerek konuşan Gulav’ın: “Gözümden kaçmadı değil yavru ceylanlar, yenilgiden alınan hazdan bahsettiğimde nasıl da Mem’lerinizi hayal ediyordunuz, hadi itiraz edin!” demesiyle Avîn ile Zîngul’un yüzünde utanç kızarıklıkları belirmişti. Her ne kadar Gulav hepsini kastederek söylediyse de daha çok bu ikisi süt dökmüş kediye dönmüştü. Avsar, her zaman olduğu gibi Gulav’ın söylediklerini kabul etmiş ama ekleme yapmadan duramamıştı: “Gulav günün en iddialı konuşmasını biraz önce yaptın. Evet, yenilgiden alınan haz, bir kadın için eşsiz bir hazdır. Ama bazen en büyük başarılar da en büyük yenilgilerden sonra elde edilmez mi? Takdir edersin ki en büyük direnişler büyük yenilgilerden sonra başlar?” Gulav cevap vermedi. Zaman gelip kuşluk vaktine kilitlenmişti. Günün ilk ışıkları yeryüzü ile buluştuğu âna kadar kuşlar da onlar gibi kendi aralarında bu konuyu tartışmışlardı… 

Sabahın bu saatinde hazırlıklarını tamamlamış, bu şehirden ayrılıp her biri başka başka şehirlerde, yollarını gözleyen maşuklarına kavuşmak üzere evden çıkmak üzerelerken Gulav, misafirlerine son bir ikramda bulun mak üzere Mîrşa’nın kendisine gönderdiği nar suyundan vermek üzere mutfağa gitti. Avsar da hemen peşinden mutfağa gitti. Avsar, Gulav’ın kolundan tutarak ona sıkı- ca tembihledi; “Gulav, kendine dikkat et olur mu? O kızla karşılaşırsan, gözlerini kapat ve bana bahsettiğin o çocuğu düşün. Neydi adı, Mîrşa idi sanırım, onu düşün. O zaman o kız sana bir zarar vermez tamam mı canım?” 

Gulav’ın nar suyu ikramından sonra, misafirlerin onu şehrin fısıltısıyla baş başa bırakıp gitme vakitleri gelmişti. Bir gün önceden hazırladıkları eşyalarını almak üzere her biri şehrin başka yakasına gidip oradan da otogara gideceklerdi. Evden ayrılmadan Gulav’la teker teker vedalaştılar. Gulav onlara sarılmaktan geri durmuştu. Çünkü ona göre kucaklaşarak ayrılmak bir daha görüşmemek anlamına geliyordu. Bu yüzden sadece içten öpmekle yetindi. 

Fısıltı dolu sokaklardan fısıldaşarak geçiyorlardı. Mitinglerin ve yürüyüşlerin yapıldığı büyük caddenin sonuna kadar yürüdüler. Caddenin sonunda Zîngul ile Avîn durup korkudan donuklaşmış gözlerle ve aynı anda Avsar’a sordular: 

“Ney, ney, neeeyy?!” 

“Salona geçtikten sonra, Gulav ilk çayı koymak için mutfağa gittiğinde, hani ben de peşinden gitmiştim…” 

“Eeeeeeee…” 

“Mutfağa geçmeden önce odasına gitti, eline bir kitap aldı, önce kitaba baktı uzun uzun, sonra dışarıya, gözleri kocaman açılmıştı ve sol memesini tuttu. Sonra memesini yavaşça çıkardı,bıçak yarası vardı memesinde, sadece oksijen suyuyla yıkanmış…” 

Avîn ile Zingul’un gözlerinin feri sönmüştü…

Daha fazla yazı yok
2024-05-03 14:41:07