A password will be e-mailed to you.

Sinem Dişli, sanatçı Serkan Özkaya ile yeni kitabı Double‘dan yola çıkarak son dönem çalışmaları üzerine konuştu.

Sinem Dişli: Öncellikle son kitabınız Double’ı sormak istiyorum.

Serkan Özkaya: Double önümüzdeki ay Lars Müller Yayıncılık tarafından çıkacak. Kitabın tasarımını Pentagram yaptı. Double’dan önce yapmış olduğum kitaplar da var biliyorsun. Örneğin buna benzer bir tanesi Göründüğü Gibi Değil! Açıklayabilirim, Bağlam Yayınlarından.

Davut heykelini Eskişehir’den İstanbul’a, İstanbul’dan da New York’a getirmiştik. Fikrim de şuydu: –İstanbul’da da biraz yapmaya çalıştım ama bazı engellerle karşılaştım– bir tırın üstüne Davut heykelini yan olarak koymak ve şehrin içerisinde dolaştırmak; hatta olabildiğince bütün şehri kat edelim istiyordum, becerebildiğimiz kadar yaptık. Şehirdeki bu yolculuğun sonunda Storefront for Art and Architecture önüne park ettik, o akşam da orada bir panel tartışması düzenledik. Küratör Eva Franch’in fikriydi bu; manifesto serileri adı altında buna benzer konuşmaların ilkini daha önce yapmışlardı. Bu ikincisi oldu ve yedi kişi birer manifesto sunduk. Kısa kısa! Bunlar toparlandı, ertesinde küçük bir tartışma oldu. O gece buz gibiydi; çok fazla uzatamadık sonra ben iki tane daha tartışma organize ettim. İki akşam yemeği düzenledik. Bu tartışmalarda benim dikkat ettiğim nokta her zaman en az üç kişi olması ve böylece dengenin kırılması, soru soran ve cevap veren değil de, kendi kendine oluşan bir metine dönüşmesi konuşulan şeyin…


Sinem: Diyalogda, sanırım, başka birisinin de dâhil olması akışı net bir şekilde etkiliyor. Önceden sahip olduğumuz düşünceleri almak vermekten ziyade, düşünceler yenilerine gebe olmak zorunda bırakılıyor. Böylece anonimleşiyor gibi oluyor.

Serkan: Evet, aynı sana sözünü ettiğim diğer kitabımda yaptığım gibi tartışanların isimlerini de kaldırdım. Kimin söylediği belli değil; yani birisi konuşurken yeni bir paragraf var; sonraki paragrafta bir başkasının konuştuğunu anlıyorsun ama tam olarak kim olduğunu bilmiyorsun. İsim, soy isim yazmıyor. Mesela yedi kişi varsa, o tartışma da yedi kişilik, yedi imzalı bir metne dönüşüyor.


Sinem:  Bir kişiliksizleştirme aslında…

Serkan: Ortaklık diyelim. Ortak bir ürüne dönüştürme çabası!


Sinem: Bir şekilde işleriniz bu noktada, bu konumda birleşiyor diye düşünüyorum temellük etmek gibi. Kişiliksizleştirmeyi bir karşı duruş olarak dile getiriyorum; tarzsızlık gibi… Mesela önceden hesaplayabiliyor musunuz? Yoksa bir şekilde sanatçı olarak sizi harekete geçiren; bizi var eden, önbilgileriniz, önyargılarınız mı aslında? Sizi bir kişi yapan şeyler mi? Bunu bir şekilde o noktaya getirenler neler? Bunları en baştan kontrol ediyor musunuz?

Serkan: İlk başta büyük ihtimalle insan ne yaptığını bilmiyor, ama ben aklımın erdiği kadarıyla baştan bir yapı kuruyorum ya da kurduğumu zannediyorum. Ondan sonra o yapının içerisinde olabildiğince serbest olmaya ve işleri oluruna bırakmaya çalışıyorum. Açıkçası o zaman, yapıt -her neyse o- diyalog, söylev, metin diyelim, daha geniş anlamıyla kendi yolunu bulmaya, kendi şeklinde gelişmeye başlıyor. Bunlar kimi zaman tahmin edilebilir oluyor; kimi zamansa daha az tahmin edilebilir. Benim de bu yapıyı kuran kişi olarak ya da kurduğunu düşünen kişi olarak sonradan çok şaşırdığım anlar da oluyor.

Mesela Bana Onun Kellesini Getirin! diye bir proje yapmıştım. Tabak üzerinde oyuncak bir ayı kafacığı düşün, ben bunun kalıbını yaptım sadece ve galeri ya da müzelerle değil lokantalarla çalıştım. İçini her zaman lokantanın şefi tasarladı; yani nihai obje yenilebilecek bir şey oldu. Ama içine, yani malzemesine –heykelden bahsediyorsak, malzemesinin ne olduğuna– ben hiçbir zaman karar vermedim, bir. İkincisi ben hiçbir zaman içini pozitif olarak ortaya koymadım, hep negatif alanı (kalıbı) vardı ve buradaki ilişki yani lokanta-müşteri, galeri/müze-sanatsever ilişkisi de şöyle bir şeyde buluşuyordu: Lokantaya gidip de bunu talep edip, menüden ısmarlayıp, parasını ödemeyi de taahhüt edince, bu yapıt, mutfakta senin için yapılıyor. Böylece bir tane heykel -pişmiş olarak- geliyor ve sen onu yiyebiliyorsun. Bu eşitlikte eğer kimse gidip de o yemekten/heykelden ısmarlamazsa, hiç heykel yok! Sadece heykelin düşüncesi, potansiyeli var. Eğer sadece bir kişi ısmarlarsa bir heykel var, bin kişi ısmarlarsa, bin heykel var! Arz-talep ilişkisi birebir çalıştığı için lokantalarla ve şeflerle çalıştım.

Bana Onun Kellesini Getirin!’in ilk fotoğrafları geldi bana; ilk kez Şanghay’da sergilenmişti. O zaman ben askerdeydim, gidemedim haliyle açılışına. Fotoğrafları görünce anladım ki, aslında bunun performatif kısmı da çok enteresan. Heykeli, mahvedilmiş, bozulmuş, yarısı yenmiş, birazı yere dökülmüş, tabağın üzerinde parçalanmış görmek çok hoşuma gitti. Saklanmayacağını biliyordum ama kesinlikle kafamda canlandırmamıştım bu şekilde parçalanacağını. Esas plastik yanının, tam olarak o parçalama, mahvetme eylemi içinde olduğunu bu kadar açık şekilde fark etmemiştim.


Sinem: Peki bunu siz fotoğrafladınız mı?

Serkan: Evet fotoğraflandı. O projeyi Çin’de iki kere yaptık, New York’ta da yaptık. Özellikle Çin’deki işlerde çok fotoğraf çekildi. Çinliler ve Asyalılar çok meraklı fotoğraf çekmeye, her şeyde bir sürü fotoğraf çekiliyor. Ben hiç fotoğraf çekmedim. Hatta öyle bir kitap yapmayı düşünüyorum; insanların çektiği fotoğraflardan. Kitabın içinde benden hiçbir şey olmasın, sanatçıdan gelen hiçbir şey olmasın, heykelin ta kendisi gibi… Bütün kitap başkalarının çektiği fotoğraflardan oluşmalı…


Sinem: Son kitabınıza dönelim; mimariyi ele almanızın nedeni tam olarak nedir? Günümüzde mimarinin insanla ilişkisi mi? Yıkmaya, sürekli üretime, yeniden üretime dayalı bir dinamik… mimariyi bunun en somut örneklerinden birisi olarak mı ele aldınız?

Serkan: Mimari nereden çıktı? Storefront for Art and Architecture’da sergilendiği için mi?


Sinem: Kitabınızın mimari ile ilişkili olması dolayısı ile söylüyorum.

Serkan: Bu işin mimari bir tarafı ve performatif bir tarafı var. Fotoğraflara baktığın zaman aslında şehrin içinden geçerken mimariyi o anlamda dönüştürdüğünü görüyoruz. Şehrin gündelik yaşam içerisindeki hayatı ve sürekli onu üretmesini yapı bozuma uğratması vs. de söz konusu. Mimari vurgusu daha çok Storefront for Art and Architecture’la bu işi yapmış olmamızdan. Onların davet ettiği konuşmacıların bir kısmının mimariden gelenler olmasıydı. Örneğin Spyros Papapetros mimarlık ve sanat tarihi uzmanıdır, Cristina Goberna ve Ines Weizmansa mimar. Benim davet ettiğim üç kişi daha çok sanat tarafından geliyordu. PS1’ın kurucusu: Alanna Heiss, hyperallergic.com kurucularından biri olan Hrag Vartanian, küratör Christopher Eamon gibi.

Kitabin benim için diğer hoş tarafı, bu yedi tane manifestodan sadece bir tanesinin benim yapıtlarım hakkında olması. Diğerlerinin hepsi çift yani “double” çıkışlı kavramlar üzerine, hiç biri benim yapıtımla direkt alakalı değil, o yüzden biraz “reader” gibi.


Sinem: El koyma fikri yani sanatçının sahiplenme ilişkisiyle, toplama ilişkisi arasındaki bağ… Sizin sanatçı olarak olaylara, nesnelere gündelik hayattaki bakışınızı bu nasıl etkiliyor? Her şey bir şekilde kendiliğinden mi bu sahiplenme ve tekrar etme konumunda birleşiyor. Bunu daha çok planlayarak mı günlük hayatınızla arasında bağ kurup konu ediniyorsunuz? Bu süreci açıklar mısınız?

Serkan: Bunu aslında hiç konu etmeyerek konu ediyor olabilirim; yani benim bütün yapmaya ve olmaya çalıştığım şey olabildiğince sıradan olanı yakalamak. Bir yapıt üzerine çalışıyorum şimdi, ismi Mirage; gölge ile yapacağım bir iş bu. Gölgeyi malzeme olarak kullanıyorum. Orada iç mekanda, üzerimizden kocaman bir uçak gölgesi geçiyor. Bir arkadaşımla konuşuyorduk, “gerçekten uçak geçse, hızı ne olur?” diye sordu. Oysa beni gerçek olan ilgilendirmiyor; neyin gerçekmiş gibi olduğu ilgilendiriyor. Beni izlenim ilgilendiriyor, algı ve bu algıda ben en sıradan ve en vasat insanmışım gibi düşünüyorum, yani uçaklardan anlayan teknik bir adam gibi hünerler veya uzmanlıklar yok bende. Tam tersine uzman olmama durumu, sıradan olma durumu, “sokaktan geçen adam olma” durumu gibi özetleyebilirim.


Sinem: Günlük hayatınızda da mı böyle yaşıyorsunuz?

Serkan: Evet hiçbir uzmanlık alanım yok. En büyük uzmanlığım vasatlık!


Sinem: “mış” yapmak gibi mi? Sanatçı olmayı da aslında tercih etmiyorsunuz, o sadece kendiliğinden olan bir şey mi?

Serkan: Sanatçı olmayı şöyle tercih ediyorsun. Sanatçı olmak bence yetenek, uzman olma değil; sadece çok sevmediğim bir sözcük, ama başkasını bulamadım; sorumlulukla ilgili bir şey. Hep denir ya hani böyle genelde İstanbul’da çıkar karşımıza: Her bienal döneminde birileri gelir “ben simdi böyle duruyorum bu da mı performans?” gibi. O hoş bir refleks aslında yani insanların bunu ben de yaparım gibi hissetmesi… Ama öte yandan, sanatçı olmaya karar verdiğin zaman, onun bir şekilde sorumluluğunu alıp “Ben böyle duruyorum, bu performanstır” diye bas bas bağırman gerekiyor yirmi beş sene kadar, ki insanlar bakmaya başlasınlar. O, işte sorumluluk mu desem, bilmiyorum ama o herkesin aklına gelen fikirleri, herkesin az çok üzerinde çalışabileceği bir şeyleri alıp bunların arkasında durmak…


Sinem: İstikrar gibi belki… Saçma da olsa üzerinde ısrar etmek. Söylediklerinizi anlıyorum daha doğrusu hissediyorum diyelim, kelimelere tam olarak dönüştürememeniz de bunun bir parçası…

Serkan: Sorumluluk o yüzden çirkin bir sözcük. Söyleyince daha çok akla aile babası gibi geliyor. Yaptığın işin, saçma olanın, genelde şaka konusu olan şeyin vs. onun arkasında durabilmek, onu inatla, inançla biraz ittirmek! Özel bir insan olduğun için farkındasın anlamına gelmiyor bu. Sadece öyle karar verdiğin için bu işi yapmaya başlamış oluyorsun, ben hep böyle baktım işe. Aslında sanatçı Süpermen değil. Mesela Kenneth Clark’ın, Leonardo da Vinci’nin su damlacıkları çizimlerine getirdiği yoruma karşıyım: O dönemde bunu yakalayacak hızda kamera olmamasına rağmen Leonardo’nun detaylı su sıçraması çizimlerinin nedeninin, üstadın gözlerinin o dönemdeki insanlardan daha ustun olduğunu ve bu yüzden o şekilde resimleyebildiğini iddia eder. Oysa biraz çizim yapmış herkes bilir ki, bir şeyleri resmederken onun nasıl olduğunu, nasıl olmuş olduğunu keşfedersin…


Sinem: Diğer bir soru da sanatın değer meselesiyle ilgili… Sanatı, değerli eserlere atıfta bulunarak, değerini ve başka işlerinizde de en değersiz saydığınız üretimleri yeniden ele alarak bir değer sorgulamasına geçtiğinizi düşünüyorum. Bu benim de sanatçı olarak kafamı kurcalayan bir şey; örneğin bir şeyi değerli kılmak… Aslında değersiz bir şey alıyorsunuz ve onu yeniden değerlendirmeye girişiyorsunuz ve sanatınızda ortaya çıkan, kaçınılmaz olarak imzanızı taşıyan bu işlerin nasıl bir değeri olduğunu düşünüyorsunuz?  Sanat değerinin kendisini belirlemesinin ötesine geçebilir mi sizce? Sonuçta biz -biraz önce Leonardo’dan da bahsettiğiniz gibi- değer biçiyoruz, onları gözümüzde ilahlaştırıyoruz günümüzde de… Sanki sizin işlerinizde bir değerden kurtulma söz konusuymuş gibi… Aynı zamanda sizin sahip olduğunuz bu işler, sizce bir değere sahip olmuyor mu? Mesela Pisuar’ı da biz müzeye koyduk. Aslında yapılmaya çalışan şey “suratımıza fırlatmak” gibi bir şeydi. “En sonunda yine kendine dönüşmüyor mu, karşı duruşlar?”

Serkan: Evet Leonardo’nun mektuplarında bir şey vardı çok komik, nedense o aklıma geldi. Hamisine yazmış, ona para veren prense; ama prensin durumu kötüymüş o aralar. Leonardo şöyle yazıyor; “Saygıdeğer ekselansları, benim param olduğunu zannediyorsanız, yanılıyorsunuz!” Böyle başlıyor mektup, yani kavramsal düzey ile insani düzey aslında birazcık karşı karşıya geliyor.

Neden bilmiyorum; ama ucuz olan şeyler beni her zaman büyüledi. Flaubert’in bir lafı vardır  “Bir şeye ilgi duyman için ona yeterince uzun bakman kafidir”. O ucuzluk ve insan tasarımı ve üretimi olan şeyler de beni büyülüyor. Örneğin bir makarna taneciğini düşün, ondan sonra bir kağıt parçası düşün, bos bir A4 kağıdı diyelim; onun sıradanlığı, ucuzluğu her gün kullanılabilirliği, herkese yakın gelmesi vs. bunlar benim ilgimi çekiyor ama niye çekiyor bilmiyorum. Çok fakirlik çektim diye mi çekiyor yoksa; bilmiyorum niye çekiyor?


Sinem: Hem makarnayı ele alıyorsunuz, hem de Davut’u ele alıyorsunuz; ikisi o kontrastlığı yaratıyor…

Serkan: Birisi benim düşündüğüm anlamda dünyadaki en değersiz nesne; makarna taneciği. Michelanj’in Davut heykeli ise dünyadaki en değerli nesne… İkisi de insan yapısı, biri en değerli, biri en değersiz diye düşünüyorum. Makarna taneciği bayağı değersiz bir şey, üstelik de eski, çöp falan değil, yeni  aldığın haliyle onun değeri kuruş bile değil. Bir de düşündüğün zaman, ondan kaç tane var dünyada, sinirli edisyon olarak değeri de “sıfır” gibi bir şey. Ama hala tasarım değeri var, besin değeri var vs… Ötekisi ise tek, sanatçının elinden çıkmış kocaman, o da paha biçilmez. Satın alınamaz, gidip de kaçırsan, savaş çıkar falan, öyle bir şey. İşte bu ikisi arasındaki dinamik yani bu değerin ya da değersizliğin nerede oluştuğu ya da düpedüz faraziliği…


Sinem: O zaman sizin işinizin nasıl bir değeri olduğunu düşünüyorsunuz?

Serkan: Değer derken parasal mı?


Sinem: Parasal değil de bir değer sorgulamasına giriyorsunuz. Ondan sonra o işlerinizin nasıl bir değeri oluşuyor yani bu değer yargısının kurtulmaya mı çalışıyorsunuz? Aslında o kendiliğinden bir değere mi kavuşuyor, bunu etkileyen nedir?

Serkan: O değer ya da değersizlik beni büyülüyor; Bir ve Üç Makarna yapıtımı biliyor musun?


Sinem: Evet biliyorum

Serkan: Orada da birlikte çalıştığım tasarımcı, mimar ve matematikçi arkadaşım George (Legendre) başka bir nedenden dolayı makarnalardan büyülenmiş. Diyor ki “Mimaride her şey köşelidir. Kutular, çizgiler hep kurallıdır, buna karşılık makarnaların organik formları beni çok etkiliyor.” Buradan yola çıkarak 92 tip makarnanın matematik denklemlerini yazıyor. Sonra o denklemleri beraber bilgisayar modellerine çevirdik ve üç boyutlu yazıcıdan çıkardık.

Oradaki değer, bana sorarsan, en sondan başlarsak, izleyicinin gelip, galeriye girip orada doksan iki tane üçlemeyi görmesi, bunu tecrübe etmesi; en değerli olan o tecrübe bence. Bütün o yapıda, ondan sonra oradaki emek, teknoloji, deha, yani bilimsel anlamdaki deha, formun kendisinde barındırdığı tasarım değeri ve bütün bunlar mesela üst üste koyduğumuzda bir şey ediyor ve onu neredeyse makarna taneciğinin paraca değersizliğine bölüyoruz. Bu, onu bir kat daha ilginç yapıyor; hayatımızı zenginleştiriyor; yeni bir katman ekliyor.

Borges’de vardı. İki şeyi karşılaştırıyor, bir hikayesi var: Don Kişot’un yazarı Pierre Menard hikayesi. Kısa bir hikaye: Pierre Menard diye bir yazar varmış, sözüm ona Don Kişot’u baştan yazmış 20. yüzyılda. Cervantes’ten tabii ki çok daha öte bir şey yazmış; çünkü Cervantes neymiş ki sıradan bir İspanyolca, avam konuşan biri… Sonra bir de örnek verir: “Tarih her şeyin anasıdır” diye başlayan kısa bir pasajı ikisinden de okuruz, akabinde: “Bakın şu Cervantes’in yazdığı uyduruk şeye, bir de Pierre Menard’a bakın ne güzel anlatmış.” Oysa kâğıt üzerinde ayni metinden söz ediyoruz. Yani biraz onun gibi, arada bir şey oluyor ve ona acayip bir değer atfetmeye başlıyorsun. Aslında kurmaca ama kurmaca gibi de değil. Sanatın öyle bir güzelliği var kurmaca olmamak gibi bir lüksü de var aslında, hakikaten o matematik denklemlerini yazıyor hakikaten o şeyleri yapıyoruz.


Sinem: Biraz kendiliğinden birbirini buluyormuş gibi geliyor bana…

Serkan: Orada da bunu, Pierre Menard’in yaptığını, Borges çok katmanlı olarak nitelendiriyor ve diyor ki “Çok katmanlılık zenginliktir.” Sen o kitabı okurken, Cervantes’i biliyorsun, Pierre Menard diye birinin Borges tarafından uydurulmuş bir karakter olduğunu da biliyorsun; ikisinin yazdığı söylenen aynı pasajı okuyorsun. Onları okuduğun zaman aslında araya kitabı okumakla kendi bildiğin arasında yeni bir katman girmiş oluyor. Kendi bildiğini tekrar okuyarak ona amiyane bir açıdan, başka bir açıdan bakmış oluyorsun ve bu çok hoş bir şey yaratıyor; işte ona zenginlik diyebiliriz aslında. Bence o edebi değer iste orada yaratılıyor. Sanatta da herhalde öyle ama satışı soruyorsan evet galeriler falan onları satmaya çalışıyorlar


Sinem: Maddi anlamda değil daha çok soyut anlamda sormuştum. Çünkü işlerinizin değer ile ilişkisini çok güçlü gördüm.

Serkan: Evet ama maddi değer de burada dinamiğe katkıda bulunuyor. Bir yandan malzemeden olabildiğince kurtulmaya çalışıyorum. Mesela A4 kağıtlarla büyük bir enstalasyon yaptım; Ani Esinti. Orada fikirlerimden bir tanesi şu idi; dev bir enstalasyon yapıyım, toplamda mesela 10 liraya mal olsun, bir kutu kağıda mal olsun gibi bir şey…


Sinem: İstanbul’da rastladım, tam da bu röportaj için sizinle iletişim kurmaya çalıştığım zamanlarda sergi haberini gördüm ve sergiye gittim, sergide sizi aradım ve göremedim bulamıyorum. İşiniz çok ilginçti hakikatten bir kağıt parçası ama metal. Odanın içerisine serpiştirilmiş gibi olan heykelleri biliyorum. Daha doğrusu heykel gibi görünüyor.

Serkan: Onlar normal kağıt.


Sinem: Ben onları, bahsettiğim işi önce gördüğümden dolayı metal zannettim.

Serkan: Kalıcı olması açısından müzeler için birkaç tane metalini versiyonunu da yaptım, esas olarak kağıt onlar aslında. En ucuz nesne diye ben kendi kendime buldum. Belki de böyle bir şey vardır, maddeden kurtulmak gibi; dediğim gibi gölge ile bir şeyler yapmak istiyorum, malzemesi gölge olan bir heykel yapıyorum.


Sinem: Temsiliyet ve çoğaltma kavramı fotoğraf aracılığı ile daha çok belirginleşiyor diye düşünüyorum.

Serkan: Bilmiyorum, ben o neden-sonuç ilişkilerine çok güvenmiyorum açıkçası.


Sinem: Yaptığınız işlerin benzerlerinin ilk örneklerini New York’ta yaşamış sanatçılar başlatıyor, hatta East Village taraflarında. Temsil kavramından bahsediyorum. New York’ta yaşıyorsunuz ve Türkiye’den bir sanatçısınız. Bunu ham olan ve işlenmiş olan ilişkisi olarak görüyorum… İki kültür arasındaki fark. O dönem Türkiye’deki sanat durumu vs… İşlerinizde biraz işlenmiş olanı işlemek gibi bir tavır söz konusu… O dönemde burada inanılmaz bir dinamizm varken temsiliyet kavramı üzerine yapılan işler ve sizin bu dönemde New York’ta yine aynı mahallelerde yaşayarak yaptığınız işlerin benzerliği. Temsiliyetin temsiliyetini temsil etmesi gibi…

Serkan: Çok kişisel aslında benim için. O çok da kendiliğinden olan bir şey. Tam da dediğin nedenden: İstanbul’da doğmuş, büyümüş olmamdan geliyor. Şimdi sen onu bilmiyorsun ama ben bu işle, yani sanatla ilgilenmeye başladığım saniyeden itibaren etrafıma bakındığım zaman, bizim gıpta ile baktığımız ve bize öğretilen hiçbir yapıt, eser, fotoğraf dahi olsa yakınımızda değildi. İstanbul’da ne bir müze ne bir şey, hiç bir şey yok yani, sıfır! Şu anda da öyle ama en azından adı var yani en azından sergiler oluyor; bienal belli bir önem kazandı… En azından biraz daha yakın hissediyorsun. Bir de insanlar daha çok dolaşıyorlar. 80lerden önce Türkiye dediğin ülke komünist ülke gibi bir şeydi. Döviz diye bir şey yok. Bizim hayatta öyle yurt dışına çıkacak bir lüksümüz yok. Millet birbirini vuruyor sokakta. İşte tekel bayii diye bir şey var. İçki sadece oradan alınır. Mesela votka, bir şişe votka diyorsun adam sana votka veriyor, votkanın markası da votka! Anladın mı? Böyle marka diye bir şey yok iki tane peynir var işte beyaz peynir, kaşar peynir. Başka bir şey yok. Öyle bir yerden baktığın zaman, bir şeyler öğrenmeye çalışıyorsun. İnternet dediğin şey de yok, dergi yok falan hiçbir şey yok, ama nereden buluyorsan, bir şekilde bir yerlerden bazı bilgiler bulmaya başlıyorsun onlara meyil ediyorsun nasıl oluyorsa ve benim bütün bilgim tabii ki bölük pörçük resimlerden fotoğraflardan… Eserin kendisini göremiyorduk. Sonradan kütüphaneler kuruldu. Bir şeyler buluyorduk. Christo’yu düşün! Adaları kaplıyor ama benim o adamı öğrendiğim araçlar, şu kadar pul gibi resimler. Ama onu hayal ediyorum, o yüzden o çoğaltma temsiliyet ve üstüne çoğaltma tamamen benim dünyam. Yani ben hayatı, sanatı oradan öğrendim; benim için makbul olan şeyler her zaman aslında o temsiller. Nesnenin kendisi hiçbir zaman beni tatmin etmez.  Hep onun temsiline yöneliyorum. Kendi yapıtımda biraz görüyorum hayatın içindeliğine o şekilde görüyorum. Aksesuar gibi düşün yani filmlerde sokaklar görüyoruz, o sokakların arkası yoktur. Sırf evlerin önünü yapmışlar, sanatı eserini de o şekilde görüyorum; tek başına anlamlı değil, bir bağlam içinde anlamlı.


Sinem: Bir şeyin yok olması, sizin dediğiniz gibi, yoksulluktan gelen bir fikir ama aynı zamanda dünyanın başka bir yerinde bunun çok fazla var olmasından gelen benzer ritimlerin oluşması. Bu süreçleri karşılaştırmak istiyorum.

Serkan: Endüstriyel gelişmelerden sonrasına bakmak lazım. Endüstri devriminin hemen sonrasında Avrupa’da bunun farkında olan ve bunu kullanan Marcel Duchamp, Man Ray gibi sanatçılar var. Hatta onu komik boyuta çıkaran Manzoni, Yves Klein gibileri var. Sanatçı, deha, ego, çoğaltılabilirlik, değersizlik. Sanatçı bokunu konservelemek. Onu düşün! Olabilecek en değersiz çöpü! Şu anda benim param olsa alacağım ilk eser odur açıkçası.

Temsiliyet varoluşla alakalı bir şey; “fotoğraf çıktı resim bitti, bu çıktı bu geçti”den ziyade onları biz hayatımıza ekliyoruz. Yani teknik gelişmelere, felsefi ve bir takım sanatsal gelişmeleri birbirine yapıştırıyoruz; “Bu oldu şu yüzden bu oldu, bu yüzden bu oldu,” diyoruz ama her zaman o öyle işlemiyor. O şekilde açıklamak çok zor değil belki ama yani causalité, neden sonuç ilişkisine oturtmak kolay bir şey, bence biz daha iyisini yapabiliriz. “Bu bundan dolayı oldu”dan ziyade daha organik daha grift ya da insanın var oluşuna dair bir şeyler olabilir


Sinem: Belki bunu böyle anlamlandırmak sanatçının görevi değil. Fakat sanatçının geldiği onu etkileyen süreçler var.

Serkan: New York’a gelme amacım da buydu zaten. Benim buraya gelme buraya yerleşme sebeplerimden en önemlisi, benim hayat boyu daha çok Amerikan sanatına bakmam, benim için önemli olan sanatçıların New York’ta ve Los Angeles’ta olması. İlk geldiğimde çok şaşırıyordum; bir berber arkadaşım var mesela oturup senle Richard Serra’dan, Felix Gonzales Torres’den bahsediyor. Türkiye’de kimi küratörlerin haberi yok yani inanamazsın, burada günümüz sanatı hayatın o kadar içinde ki, bunu biri iyi biri kötü anlamda söylemiyorum, durumu anlatmaya çalışıyorum. Ama tabii sanatçı olarak açıkçası burası bana daha iyi geliyor, daha rahat hissediyorum kendimi, insanlarla sanat hakkında konuşabiliyoruz. Hayatın içerisine kadar girmiş bir kültür var. O yüzden sana cevabim evet, o etkilendiğim insanlar burada bulunmuş ve üretmiş oldukları için geldim buraya. Evet, o insanlarla bir göbek bağım var.


Sinem: Mülkiyet! Evet kendime de hep sorduğum bir soru bu. Günlük hayatta yaşadığınız mekanları ya da bulunduğunuz ortamları kişiselleştiriyor musunuz? Ya da bunu mülkiyet ediniyor musunuz, sahipleniyor  musunuz? İşlerinizde malzemeden kurtulmak isterken, kendi hayatınızda da böyle maddeden arınma söz konusu mu? Bu işlerinize nasıl yansıyor?

Serkan: O biraz karakter meselesi bence; kendi hayatıma sanatı çok karıştırmayı sevmiyorum ben. Fazla bir ihtirasım yok, bir kaç tane kitap, CD, plak falan dışında pek şeyim de olmadı. Düşündüğün zaman kullanım ile özdeşleşen şeyler bunlar da, plak dediğin şey dinlendiğin anda işlev kazanıyor. Tecrübe yine; işin maddesi ile çok alakasız bir değer atfediyor. Hiçbir zaman bir şeylere sahip olmadım, olmak gibi bir ihtirasım da olmadı. Çok fazla düşünmüyorum da, bence dediğim gibi bu bir karakter meselesi, tam tersi de olabilirdi.

Sinem Dişli – 24 Nisan 2013

Mirage adlı çalışmanın videosunu aşağıdaki bağlantıdan izleyebilirsiniz:

https://vimeo.com/71393808

Daha fazla yazı yok
2024-04-26 15:42:49