A password will be e-mailed to you.

37. İstanbul Film Festivali’nin Uluslararası Yarışmasında Altın Lale’yi Western adlı filmiyle kazanan Valeska Grisebach ile 2017 Kasım ayında 58. Selanik Film Festivali sırasında bir söyleşi yaptık. Sehnsucht adlı ilk uzun metrajlı filmiyle Uçan Süpürge için Ankara’ya konuk olan, ama ilk kez İstanbul’a gelen Grisebach’ın filmi 19-29 Nisan tarihleri arasında gerçekleştirilecek Ankara Film Festivali’nde de gösterilecek.

 

Filminiz aidiyet duygusunu ele alışı yönünden çok dokunaklı. Yabancı olduğu bir ülkede kendine bir aile bulmaya çalışan bir karakteri anlatması açısından. Oysa bu ‘aile’nin onu gerçekten benimsediğinden hiç emin değilim. Bir de asıl ait olduğu varsayılan topluluk onu reddediyor ve hiç kimseye ait olamıyor. Bu görüşüme katılıyor musunuz? Katılıyorsanız düşmanca değilse bile yabancı bir ortama bu karakteri yerleştirerek yarattığınız çatışmayı açıklar mısınız?

Kesinlikle katılıyorum. Birçok farklı şey arıyordum ama esas ilgilendiğim, birbiriyle çelişen, içinde bocalanan duygulara rağmen kurulan ilişkilerdi. Bir yabancıyla yakınlaşmak istersiniz, sonra birden fazla yakınlaşırsınız… İlişkilerin bu çiftdeğerliliği aslında her yerde kurulabilir. Ben, birine fazla yakınlaştığımızda ne olduğunu keşfetmek istedim. Bu yüzden de filme adını veren Western türünden esinlendim, yüzlerden duyguların okunabileceği ifadeye yer yoktur. Oysa ardında yoğun duygular vardır. Bu erkek yüzüne odaklandım, çünkü bazen duygularını ifade edememek ağır bir yüktür. Hayatta kalmak ve toplumda bir yer edinebilmek için çok güçlü olmaları bekleniyor. Western türü aynı zamanda topluma ne kadar entegre olmam gerek, başkalarının sorumluluğunu üzerime almayı istiyor muyum yoksa istemiyor muyum sorularını da beraberinde getirir. Bunun kuralı nedir, empati kurmak mı? Sevgi belki… Yoksa güçlü olan hayatta kalması ilkesi mi?

Benim için Meinhard çok yalnız bir insan ve bir yere varmak, onu kabullenecek birini bulmak, ruhen tanıyacak, ona gerçekten yakınlaşacak biriyle tanışmak istiyor. Filmin Bulgaristan’da geçmesi de ondaki bu arzuyu duygularla yansıtmaya yarıyor çünkü oradaki birbirleriyle konuşamıyorlar… Bazen yabancı bir yerdeyken kendi kendinizi yeniden yaratabilirsiniz çünkü kimse sizi tanımaz. Oyuncuma tamam bu bir Walt Disney sihiri değil ama kimse seni tanımıyor, herkes seni seviyor burada, dedim. Tabii sonuçta sıradan bir insan o da, zaafları var, an geliyor utanıyor kendinden ki bu da gerçek bir ilişkinin başlangıcıdır. Zaaflarını ve utancını gösterebildiğinde… Finalde de benim için ilginç olan bunları gösterip gösteremeyeceği, o utançla geri dönüp dönmeyeceğiydi.

 

Film Comment’de bir söyleşinizi okudum. Orada filmin mekanını yolculuk ederken bulduğunuzu söylemişsiniz…

Öyle… Senaryonun ilk versiyonunu yazdığımda hiç Bulgaristan’a gitmemiştim. Benim için tuhaf bir deneyimdi. Karl May öykülerini okumuştum. 200 yıl önce Amerika’da geçen öyküler yazmıştı. Sonra bir de baktım ki Bulgaristan’ı hiç görmeden orada geçen bir öykü yazmışım! İlk başta amaçsız yolculuk ediyordum… Sonra birine, bir şeye rastlama amacıyla yolculuk ettim. Bu köyü bulunca, insanların oturduğu meydanı görünce, karar verdim. Ayrıca hep sınır boylarına ilgi duymuşumdur, sınırlar çelişkilidir, hem bir ülkeye çekimi hem engeli temsil eder. Almanlar için de bir anlamda vahşi doğa sayılan bir yerdi… Hem vahşi doğa değil hem Almanlar için alıştıkları ortamın dışında.

 

Kadroya bakınca bir Türk köyü olduğunu fark ettim…

Bulgaristan’daki Pomaklara ait bir köy. Pomak Türkleriyiz diyorlar, oradaki Türklerle yakın ilişki içindeler. Vaktinde baskı gördükleri için isimleri değiştirilmiş. Önemli oyunculardan biri olan Süleyman Latifov’a başka bir ad verilmiş, sonra geri alabilmiş kendi adını. Dağlarda çok güzel Pomak köyleri var. Bu bölge çok özel, orada Bulgarlar ve Pomaklarla birlikte yaşıyor.

 

Özellikle farklı bir etnisite mi tercih ettiniz diye sormak için belirttim bunu…

Hayır, ben de şaşırdım bunu fark edince. Doğrudan filme katmak istemedim çünkü fazla geldi… Benim için fazla hassas bir konuydu. Hatta bir ara Bulgaristan’da bana neden Pomak köyü seçtiğimi sordular, çünkü zaman zaman bu topluma saldırılar olabiliyor. Benim meselem bu değildi, bu insanların birlikte yaşadığı bölge çok güzel olduğu için orada çektim.

 

Filmde neo-kolonyalizmin bir örneğini görüyoruz. Sonuçta Batılıların kendilerine sunulan vergi muafiyetleri vb. için başka ülkelerde yatırım yapması da bir tür sömürü. Siz bunu arka plana zarifçe yerleştirmişsiniz. Filmi bu açıdan değerlendirir misiniz? Hele söz konusu bir baraj inşaatı olunca. Belirli bir ömürleri vardır ve yapıldıkları yerde iklimi değiştirirler, ille de olumsuz yönde değilse de çevreye etki ederler. Bu konudaki görüşünüz nedir?

Benim için özellikle şu ilginçti: Genellikle göç, Bulgaristan’dan Almanya’ya doğru yapılır. Bulgaristan’da yaşayanlar iş bulmak için Almanya’ya gider… Bunun tersi bir hareket olmasını ilginç buldum. Örneğin Bulgaristan’da Almanya, Avusturya, İtalya işbirliğiyle baraj yapılıyor. Çünkü AB’den kredi almak için başvuru yapmanın bürokrasisi çok karmaşık olabiliyor. Bazen küçük ülkelerde işler daha kolay yürüyor. Birkaç yıl önce Bulgaristan’da hidroelektrik santralleri yapma işi çok popülerdi. İyi para kazandılar, ama sonuçta vadiler aslında hiç o kadar gerekli olmayan hidroelektrik santralleriyle dolup taştı. Bu para akışını, o bölgelerdeki gündelik yaşamı ve ilişkileri irdelemek istedim.

 

Bir başka sorum da Maren Ade ile ortaklığınız. Margarethe von Trotta’nın ardından yeni kuşakta yeni yönetmenler çıktı. Buna kadın gücü diyebilir miyiz? Alman sinemasında istatistiklere bakılırsa çok kadın yönetmen var ama ortaya çıkabilen, başarılarıyla görünür olabilen çok kişi yok. Almanya için bir tür açılım diyebileceğimiz bu hareketin içinde görüyor musunuz kendinizi?

Sadece Maren ve benden ibaret değil, Almanya ve Avusturya’ya bakınca birçok başarılı kadın yönetmen görüyorum. Almanya’da kota konusu tartışılıyor bir süredir. Uzunca bir zaman herkes her şeyin kendi kendine hallolabileceğini sandı, ama olmadı. Bence bunda utanılacak bir şey yok. Her iş kolunun olduğu gibi film endüstrisi de tutucu bir iş kolu. Almanya’daki istatistikler korkutucu: Film endüstrisindeki ayrımcılık diğerlerinden bile fazla! Öte yandan çok ilginç filmler kendini gösteriyor.

 

Kendinizi feminist ya da kadın hakları savunucusu olarak tanımlar mısınız?

Evet.

 

“Feminist olmak utanç verici görülmeye başlamıştı”

Böyle net bir evet duyduğuma sevindim.

Benim için asıl güzel sürpriz feminizmin yine güçlü biçimde dile getiriliyor olması. Çünkü film okulunda ders veriyorum ve on yıl kadar önce feminist olmak gençler tarafından biraz utanç verici görülmeye başlamıştı. Oysa bu kadar yakın bir tarihi yaşamışken, kadın hakları için mücadele eden herkese müteşekkir kalmamız gerekirken, “uncool” görünmesi beni üzüyordu. Ama on yıldır yeniden bir tırmanış olduğu için memnunum, ne de olsa ataerkil bir dünyada yaşıyoruz. Ayrıca Almanya’da bazı şeyler çok basitmiş gibi geliyor, parlamentodaki kadın varlığı vs. Fark yaratmamız gerek.

 

Maren Ade ile işbirliğinizi sürdürecek misiniz?

Evet, işbirliği olarak başladı ama iyi arkadaş olduk. Birlikte çalışacağız.

 

Cannes’daki galanızda Jessica Hausner de sahneye çıktı. Üçünüzü birden aynı projede görmek inanılmazdı.

Jessica sadece arkadaşım, birlikte okuduk Viyana’da. Hayatımda hiç rekabet hissetmedim, ama insan kendini yalnız hissediyor çalışırken. Filminizi, kurgunuzu konuşabileceğiniz, işten anlayan bir yakın arkadaşınız olması çok iyi. Onun şirketi Avusturya’dan ortak yapımcımız, ama öncelik akadaşım olmasında.

 

İLGİLİ HABERLER

IldIko Enyedi sıra dışı aşıklarını rüyalarında buluşturuyor

Röportaj: Armen AVANESSIAN ile Zamanın Gazabı

Daha fazla yazı yok
2024-04-28 07:12:27