A password will be e-mailed to you.

Seçkin Pirim’le İstanbul Resim Heykel Müzesi’nin kapısında solo sergisi için sözleşiyoruz. Anadolu’daki antik kentlerden, kazılardan, özellikle de Afrodisias’tan etkilenerek yaptığı dev heykelleri sergileniyor. ‘Kalıntılar’…

Sergi müzenin dış kapısından başlıyor. Seçkin Pirim kırmızısı dev bir heykel Mimar Sinan’ın Kılıç Ali Paşa için yaptığı camiye sırtını dayamış adeta onun minarelerine nispet yapıyor. Bu bir güneş saati. Afrodisyas’ın her köşesi güneş saati, sanatçı zamanı günümüze taşıyor. Afrodisyas aynı zamanda bir heykel okulu. Usta, kalfa, çırak ilişkisi orada kutsal. Kırmızı güneş saatinin hemen yanında da Pirim’in hocası Prof. Meriç Hızal’ın beyaz mermer bir güneş saati duruyor. Kalfası ustasına da bir selam gönderiyor. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi heykel bölümü lisans ve lisansüstü mezunu Seçkin Pirim; “İstanbul kamusal alan heykelleri konusunda kusurlu. Okuluma vefa borcumu ödedim, bu heykeli müzeye hediye ettim” diyor. Çok iyi etmiş, müzeye yakışır bir anıt olmuş. Müzenin kapısına doğru ilerlerken iki Korint sütunun arasından geçiyoruz. Adeta agoradan ilerleyip, Tiberius’un portikası’na doğru yürüyoruz. Sütunlar Seçkin Pirim’in. Alüminyumdan ama siyah. Ziyaretçileri karşılıyor. Sütunların etrafında dönünce Pirim heykellerine dönüşüyor sütunlar çünkü onun tüm sanatsal imzası sütun başlıklarında. Birden paralel çizgiler Nike’ın kanatlarına karışıyor. Afrodisias estetiği ile Seçkin Pirim estetiği arasında bir buluşma, bir öpüşme.

“Eser çıktığı yerde kalmalı”

Seçkin Pirim, Kalıntılar

Müzeden içeri giriyoruz. Önce giriş katındaki heykeller grubuna doğru ilerliyoruz. Yolda sohbet ediyoruz. “Afrodisyas’da önemli heykelleri alıp Arkeoloji Müze’sine götürmüşler ya da kendi müzelerinde. Hep içim şöyle der, keşke biz bu heykelleri olduğu yerde bıraksaydık. Eser çıktığı yerde kalmalı” diyor. Doğrudan yarısı dikili yarısı yerde beyaz mermer bir sütun ve başlığının önüne gidiyoruz. Sanatçı burada eserin kendisinin çıktığı yerde kalmasına gönderme yapıyor. “Afrodisias çok büyük bir heykel okulu çünkü etrafı taş ocaklarıyla dolu. Ben de bu heykelleri Muğla mermeriyle yaptım” diyor. Dikili sütun aynı orijinali gibi parçalı ve pimlerle gövde birbirine tutturulmuş. Ancak sütun başlıkları yine Seçkin Pirim yorumu.

İki mermer heykel daha var bu bölgede. Onlar da paletleri üzerinde müzenin restorasyon atölyesinin önüne dizilmişler. Sanki üzerindeki hasarların onarılmasını bekliyorlar. Gövdelerindeki geometrik şekiller disiplinli bir şekilde bir düzen içinde akarken birden eriyor, yumuşuyor ve yön değiştiriyor. Baş döndürücü. Sanatçı; “Afrodisias lahitlerle dolu. Dünyanın en güzel lahitleri. Lahit formu gizemli benim için. Form olarak da estetik olarak da düşünce olarak da lahitler beni çok etkiler. Aslında ölümün kendisi de gizemli. Lahitlerimde karadelik gibi delikler var. Alt metin olarak da ölüm sonrası çok gizemli. Lahit o gizemin ön habercisi, koklatıcısı gibi. Karadelikten sonrası ne acaba? Ben de kendime üç tane lahit yaptım. İkisi burada biri üçüncü katta.” diyor. İki Seçkin Pirim mavisi ve kırmızısı akrilik lahite ilerliyoruz. Afrodisias’taki lahitlerin üzerlerinde koruyucu hayvanlar var. Pirim’inkileri de kaplumbağa ve yılan taşıyor. Yine kara delikli ve karadeliğe giden yol sanatçının baş döndürücü akışkan paralel yivleriyle döşeli.

Duvarda bir Seçkin Pirim işi asılı çerçeve içinde. Ben pleksiglas sanıyorum. Sanatçı 4-5 bin kağıdı lazerle keserek yapmış bunu. 4-5 bin kağıt. Akıl alır gibi değil, üzerindeki emeği düşününce. Elbette motif Afrodisias’tan…

Pirim, zamanla oynuyor

Müzenin üçüncü katına çıkıyoruz. Beyaz mermer lahitin yeri anlamlı çünkü önünde durduğu pencereden baktığınızda Meclisi Mebusan Caddesi’nin karşı kaldırımında Tophane-i Amire’nin tarihi duvarlarına destek olması için aynı yerde kazıdan çıkan iki lahit duruyor. Onların üzerinde de delikler var ama bunlar yağmacılar tarafından açılmış. Sanatçı yine zamanla oynuyor, gel git yapıyor, kendi mermer lahiti yolun diğer tarafında 5 bin yıl önceki lahitlerle diyalog halinde. Sergi turumuzu bitiriyoruz ve işin eğlenceli kısmına geliyoruz çünkü benim Seçkin Pirim’i daha iyi tanıyabilmek için sorularım var. İRHM Direktörü Hasan Karakaya bize içine birkaç damla süt eklenmiş Türk kahvesi söylüyor.

Seçkin Pirim: Afrodisias’taki heykel okulu benim öykümle paralellik taşıyor. Ben de 8 yaşındayken Kuzguncuk’ta bir heykel atölyesine çırak girdim.

Ben: 8 yaşındaki bir çocuk heykele neden merak salar?

SP: Çok duygusal biriyim. Kadersi bir şey olduğunu düşünürüm. Çok klişe olacak ama ben çocukken çok resim yapardım. Annem de oğlum çık sokağa, git arkadaşlarınla oyna derdi. Doğma büyüme Kuzguncuk’luyum. Kuzguncuk’ta acayip atölyeler var, boyalar, fırçalar, heykeltıraşlar, ressamlar. Ben kafamı içeri uzatıyorum, onlar bana gel oğlum içeri bak diyor. Ben de böylece onların yanında başlıyorum çalışmaya. Tam bir çırak usta ilişkisi. Hayatımın en mutlu çocukluğunu yaşıyorum. Çünkü devamlı resim yapıyorum. Kimler kimler oturuyor Kuzguncuk’ta; Cengiz Bektaş, Nevzat Sayın, Bihrat Mavitan, Can Yücel… Ben güzel sanatlar lisesinde 4 sene resim okudum, bir atölyeye gidiyordum perspektif, diğerinde mimari çizim… Onlar hazırladı beni Mimar Sinan Üniversitesi’ne. Mimar Sinan tek tercihimdi çünkü onlar da oradan mezundu. Ustalar oradan olunca başka hiçbir okulu düşünmedim. Sadece heykel yazdım tercihe. Onlara olan vefa borcumu hep dillendirmek isterim. Onlar olmasa ben olmazdım diyorum her zaman.

“Heykellerim hayatımla paralel ilerliyor”

Kapılarla başlamak istiyorum. Eceabat’taki Porta Caelli’nin ‘Gate to Heaven’ı, Maldivler’deki Sağlıklı Yaşam Merkezi’nin ‘Gate of Zero’su gibi kapılar. Kapılar sizce birer eşik mi? Sizde bir karşılığı var mı?

Evet var. Benim bütün heykellerim hayatımla paralel ilerliyor. Ben hiçbir zaman, olsun diye bir şey yapmadım. Hayatımdaki değişikliklerle heykellerim de değişmeye başladı. Bundan beş sene kadar önce kendimce bir değişim yaşadım. Bir şeyin içinden geçtim, bir şeyi geride bıraktım. Farklı bir duygusallıktı. Quantumla ilgilenmeye başladım, o da bir geçiş çünkü. Kapı fikri zaten ilgilendiğim konu, Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin Mesnevi’sinde. Üniversite yıllarımda Mesnevi’yi çok okudum. Maldivler’deki Sıfır Kapısı’nın (heykel kapının arasından bakınca sonsuz bir deniz manzarası gözüküyor. SE) formu Mevlana’nın sema dönüşü sırasındaki beyaz eteklerinin kıvrımı.  İçinden geçip adaya giriyorsunuz. Adada kendinizi beden ve ruh olarak iyileştirmek istiyorsanız bu adaya geliyorsunuz zaten. Kim olduğunuzun önemi yok, sıfırlanıyorsunuz. Oraya hiç olarak giriyorsunuz. Bundan sonra da İnziva diye bir sergi yaptım. Sergiden önce 40 gün atölyemde inziva yaptım. O işte büyük bir dönüşüm. Hep şunu diyorum; siyasiler dahil herkes ama herkes inziva yapsa bu hayat şeker gibi olur. İşte kapı fikri öyle çıktı. Ondan sonra da hep ruhsal bir değişim yaşadığımda bir kapı yaptım. Kapılar aslında çok davetkardır. Ama geçtiğin zaman geride bıraktıkların nedir, girdiğin  zaman neler bulacaksın acaba? Kapıları ben ruhsal olarak algılarım. Kapılarla ilgili bir sergi bile yapabilirim.

“Bunlar hep kendimce oyunlar”

Bu lazerle kestiğiniz kağıt işlerinizle de ilgileniyorum, 4-5 bin kağıt dediniz.

Kağıtlar seksen kat aslında. Bunlar hep kendimce oyunlar, kimsenin anlamasını da beklemiyorum. Bu yüzyılda ortalama insan ömrü 80 yaş diye araştırmışlar. Benim de bütün kağıt işlerim 80 kattan oluşuyor. Üç ay önce tuhaf bir şekilde babamı kaybettim, o da tam 80 yaşındaydı.

Başınız sağ olsun.

Kağıt işlerinin meditatif bir yanı var. Kesiyorsun, yapıştırıyorsun, bir iş bir buçuk ay falan sürüyor, ama süreci iyileştirici. Bütün işlerimi kendim yaparım, çıraklıktan geldiğim için. Al çocuğum yap şu işi yok. Zanaat da var işin içinde. O da hoşuma gidiyor.

“Hayatıma başka renk girerse hayatımda bir şey olmuş demektir”

Siyah, kırmızı, beyaz, gece mavisi… Bunlar sizin renkleriniz. Bu renklerle bir bağınız var mı? Başka renkleri düşünmez misiniz?

Bu renklerin hepsi kendi kardığım renkler, tüpten, kutudan çıkma değil. Renkler de benim hayatımla doğru orantılı gidiyor biraz önce söylediğim gibi. Ben üniversitede bildiğin rock’cu gençlerdendim. Simsiyah giyiniyorum, Metallica, Deep Purple falan. Üniversitedeki heykellerimi görseniz hepsi siyah. Bir gün Beyoğlu’nda yürüyorum, vitrinde mavi t-shirt gördüm, o kadar hoşuma gitti ki. Ama alamam, rockçuyuz biz. Gidiyorum, geliyorum.. Sonunda aldım t-shirt’ü. Bir süre giyemedim. Giydikten bir süre sonra heykellerim de mavi oldu. Ondan sonra Mevlana’ya döndüm, bütün işler bembeyaz oldu. Kırmızım çok serttir. O da benim en sert dönemimden çıktı. Biri bana dedi ki ‘yahu biraz da başka renkleri denesene’, ben de tuttum bir tane mor heykel yaptım. Mor heykel de çocukluğumda Cengiz Bektaş mor kaşkol takar, mor çorap giyerdi, Cengiz abi rengi. Ama mor heykel çok kötü oldu hiç sevmedim. Eğer günün birinde hayatıma başka renk girerse hayatımda da bir şey olmuş demektir. Malzemede de öyle oldu Louis Vuitton  mağazası. İşte orayı bir moda tapınağı gibi yaptığım için mermer giydirdim. Mermer girdi hayatıma şimdi de mermere aşık oldum antik kentlerin de etkisiyle. Louis Vuitton işi de şöyle oldu. Beni Paris’e çağırdılar, “biz bir flagship mağaza açacağız, oraya cephe tasarlar mısınız?” diye sordular. Ben de ”cephe tasarlamam ama size içine girilebilecek bir heykel yaparım” dedim. Önce çok anlamadılar ne demek istediğim ama bittikten sonra çok beğendiler.

“‘Ben bu simetriyi bozacağım’ dedim”

Sizin işlerinize bakıyorum çizgileriniz formlarınız sakin sakin yol alırken hiç kesişmeseler bile birden karmakarışık oluyor akıyor, tırmanıyor, düşüyor, yön değiştiriyor neredeyse baş dönmesi gibi. Bu hareketlilik de sizin duygusallığınızla, ruh halinizle ilgili mi?

Bende hastalık hastalığı var. Hastalık Hastası (Hypochondriac) diye New York’ta sergi bile açtım. Bu hastalık sonucu olarak hayatımda düzen, simetri, simetriye hayranlık… Bu bir süre sonra klinik olmaya başladı. Ben haftanın 7 günü atölyedeyim, Pazar dahil. Başka hiçbir işim yok. Sonra bir baktım oram hasta buram hasta haftanın 7 günü hastaneye gitmeye başladım. Doktorlar bir süre sonra yine neyin var diye sormaya başladılar. Arkadaşımın babası psikiyatrist. Ona gittim. “Sana ufak bir ilaç veririm ama oğlum sen sanatçısın, neden gidip bunu sanatında çözmüyorsun?” dedi. İşte o sırada da New York’ta sergi hazırlığı içindeyim. ”Ben bu simetriyi bozacağım” dedim. Küçük bir iş yaptım bir yuvarlak, bir ucu kaymış. Atölyede bakamıyorum, işe baktıkça midem bulanıyor. Ama yok dedim kıracağım bu huyumu. Amerika’daki sergime her işten iki tane yaptım biri acayip simetrik, diğeri aynısının bozulmuşu. Ondan sonra benim hayatım düzeldi. Oh bir rahatladım. Yoksa ben çok kafaya takan birisiyim. İşte bir yerden pırtlıyor o kafaya takmalar…

İyi olmuş, sanatınızı da pırtlatmış.

Askere gittim ben, sonra ‘Disiplin Fabrikası’ diye bir sergi çıktı ortaya. Kat kat düzen, simetri.. Askerlik öyle bir şey disiplin, simetri, düzen… İşte o sergi de Londra’da Saatchi Galeri’de açılan sergi…. Hepsi asker gibi…

İyi ki söylediniz. Saatchi’ye nasıl girdiniz?

Dedim ya benim hayatım hep çalışmak. Tatilim yoktur. Tatil demek başka ülkelere gitmek, oradaki sanatçıların işlerini, müzeleri gezmek demek. Hep de derdim bizde o kadar iyi sanatçılar var ki bir türlü uluslararası sanat piyasalarına açılma fırsatı bulamıyorlar. Gençtim. Heykelin para kazanılan bir şey olduğunu bile bilmiyordum.

“Bank dediğin üstüne oturulabilir heykel”

Peki nasıl para kazanıyordunuz yaşamak için?

Hep çalıştım, yaz tatili hiç yapmadım okurken. Bir ara sahne dekoru falan yaptım ama atölyeye gidip heykel yapmak için vaktim kalmadığından onu da bıraktım. Okulda bir gün bir heykel yarışması ilanı gördüm. Altında da para ödülü var. “Oha” dedim “para veriyorlar”. “Ben bu yarışmaya katılayım.” Katıldım. Birinci oldum ve acayip bir para kazandım. Ondan sonra ben yarışma kovalamaya başladım. Üniversite üçe kadar 11 heykel yarışmasına girip ödül paralarını aldım. Krallar gibi yaşıyorum, hem heykel yapıyorum, hem para kazanıyorum. Sonra yarışmalar bitti bende de paralar suyunu çekti. Bir süre sonra gözüm yine bir afişe takıldı, kentsel mobilya tasarım yarışması. Bank tasarlayacaksın. Bank dediğin üstüne oturulabilir heykel. Katıldım, birinci oldum. Aslında kapılara da onu diyorum, içine girilebilen heykel. Ondan sonra birçok tasarım yarışmasına girdim, yılın tasarımcısı bile seçildim. Tasarım da o dönem sanattan daha popülerdi. Daha 24-25 yaşındayım. Gazetede ‘tasarımcı Seçkin Pirim’ diye yazılar çıkmaya başladı. Ben o lafa bir gıcık oldum “ben tasarımcı değilim ben heykeltıraşım” dedim. Bu benim üstüme yapıştı dedim ve bıraktım tasarımı. Ben heykelin satılacağını ne zaman öğrendim biliyor musunuz? Mezun oldum ilk sergimi yapacağım, galerici ne fiyat koyacağız diye sordu. İlk sorum “bunlar satılıyor mu?” oldu. İlk defa o gün anladım bundan para kazanabileceğimi ve ondan beri hayatımda heykelden başka bir şeyden de para kazanmadım. Saatchi’ye dönecek olursak, sanat çok evrensel olduğu için ben de yurt dışına açılmak istiyorum ve günün birinde Saatchi’nin küratörlerinden biriyle tanıştım, o dönemki galerimle de anlaştılar  ve sergi açmam kararlaştırıldı.  

“Kütüphane Heykellerinin popülaritesinden korktum”

Çok eskiden Borusan’da sizin bir serginizde gördüğüm işleriniz çok yalın işlerdi, bugünküler gibi komplike karmaşık değildi. Mesela kitapların içinde kat kat kesme katmanlı kağıt yerleştirmeler vardı.

Onunla da ilgili bir hikayem var. O kitaplara ben ‘Kütüphane Heykelleri’ diyorum. Henüz heykellerin satılmadığı, koleksiyonlara girmediği bir dönemdi. Şanghay’a davet edildiğim ve ödül aldığım dönemdi. Hatta bir ben bir de Zaha Hadid ödül almıştı. O ödül sayesinde Büyük Britanya bana ‘global talent’ oturum izni verdi. Orada bir Çinli koleksiyoner benden bir heykel aldı. Oldukça büyük bir heykel. Ben de merak edip adama sormuştum nereye koyacağını. Dedi ki; “benim evim çok küçük ben bunu evime koyamam, ama Pekin Müzesi’ne bağışlayacağım, gidip orada seyredeceğim.” Koleksiyonerlik işte böyle bir şey. Ben de ona bu kütüphane heykelini hediye yapıp “buyurun bunu küçük evinizin kütüphanesine koyun, yer sorununuz olmaz” demiştim. Dünyanın her yerine gitti bu Kütüphane Heykelleri. Sonra popülaritesinden korkup 1977 doğumu olduğum için 77 tane yapıp bitirdim.

Size son bir soru: Ne zaman Seçkin Pirim oldunuz?

Olmadım daha. O olma fikrinden çok utanırım. Olmak çok yüksek bir rütbe. Onu diyemem, birileri derse bile yüzüm kızarır.

***

Seçkin Pirim birlikte geçirdiğimiz 1-2 saat içinde bana sahici bir insan, sahici bir sanatçı geldi. Hatta ayrılırken elini sıkıp öptüm. İstanbul Londra arasında gidip geliyor. Maslak’ta ve Waterloo’da atölyeleri var.

Daha fazla yazı yok
2024-04-29 01:47:35