A password will be e-mailed to you.

Cadılar popüler kültüre yeniden büyük bir giriş yaptılar – ama neden? Ve bu ne anlama geliyor? 


Cadılar popüler kültüre yeniden büyük bir giriş yaptılar – ama neden? Ve bu ne anlama geliyor? 


 “Yok mu bir güç iyi ya da kötü/ Öcümü nasıl alacağımı öğretecek/ Cadı olmak/ Biri sayılmak/ Bundan iyisi yok” –Edmonton Cadısı, William Rowley, Thomas Dekker ve John Ford

Stacy Schiff’in 1692 Salem Cadı Mahkemeleri olgusunu konu edinen 2015 baskısı kurgusal olmayan kapsamlı kitabı Cadı: Salem, 1692’de yazar “adalette yaşadığımız onca başarısızlıklardan sonra ulusal hatalarımızı yeniden canladırma eğilimine girdiğimizi” vurgulamaktadır. Kitap mahkemeleri metafor olarak yerli yerine yerleştirerek bir tür tarihsel düzeltme çabası içine girmiştir. Ama Schiff’in kitabının da katkısıyla bu apaçık bağnaz şiddet anlarının yeniden dirilişini izledik. Ve aslında anlatının bugün yansıttıkları hakkındaki mevcut tercihlerimizin hangi  “adalet sorunlarını” yansıttığı üzerinde düşünmek için herzamankinden daha iyi bir zamandaymışız gibi görünüyor. 

Yakın bir zaman önce, mahkemeler hakkındaki literatürün en iyi kurgulanmış yapıtı olan, Cadı Kazanı, Broadway’deki önemli gösteriler arasındaki yerini aldı. Bu çalışmanın yanı sıra Robert Eggers’ın katı bağnaz şiddet üzerine yaptığı çalışma olan, Cadı (The Witch) var. Cadı, 1 Nisan günü tüm Amerika Birleşik Devletleri’nde  şeytanca ilgi çekici bir ekranda izlenme oranıyla yeniden yayınlanmaya başladı. Cadı’nın yanısıra televizyon dizisi Salem sürüyor ve aynı dönemi ve yeri anlatan yapımcılığını Weeds ve Orange is the New Black‘in yaratıcısı Jenji Kohan üstlendiği The Devil You Know yakında yayına girecek. Şunu belirtmekte fayda görüyorum ki her üç tezde de sunulan örneklerde tarihe giydirilen doğaüstü bir unsur bulunmaktadır. Bu doğaüstü unsur, Amerikan Tiyatrosu’nun en çok öğretilen oyunu olan Cadı Kazanı’na çok daha düz bir biçimde yaklaşan eski yorumları gözden geçirerek düzeltmek yoluyla, bizim Salem Cadı Mahkemeleri üzerinde yeniden düşünmemizi sağlıyor ve bu düzeltme özellikle de  çağdaş bir açmazla ilgili olarak yapılıyor. 

Amerikan sinemalarında yaygın olarak gösterime girişinin iki ay sonrasında pek çok kişi Eggers’in (mahkemelerin 60 yıl öncesini anlatan) Cadı’sını –Cadı’nın ezilen başkahramanının cinsiyeti ve hem de cadılılık kurumunun tarihsel olarak cinsiyetçi sonuçları ve cadılığın bir feminist sembol olarak yeniden anlam kazanması ve anlatının içinde yer alan ve erkek egemenliği sonrasında yaşanan bir  esrime kanısıyla sonuçlanan 80 dakikalık erkek egemen işlev bozukluğu sahnesi nedeniyle-  tartışmasız olarak feminist bir anlatı olarak değerlendirdi. Bununla birlikte, Flavorwire ile yaptığı yakın bir söyleşide Eggers kaynak olarak her şeyden önce o dönemin töresel bilgisine baktığını vurgulamıştır- bu kaynak, en azından kadın düşmanı olmayan vicdanlarda bulduğumuz, kadınların günahları ve suçları ile ilgili olarak bugün okuduğumuz eski anlatıların tam olarak tersini anlatan anlatılardan ibarettir. “Ben katı bir Kalvinist olmayı tercih etmedim,”diyor Eggers, “ama Kalvinizmin bu insanlar için ne kadar ve nasıl iyimser bir hayat biçimi olduğunu görebiliyorum.  Ama hiçbir niyetim, kastım ya da mesajım olmadan bu dünyaya girmeye çalışan beni dikkate almazsak feminizm asıl kaynak belgelerin tümünü haykırmaktadır, yazılı belgeleri haykırmakta ve ekranlara taşımaktadır”. 

Ama anlatının en anlaşılır, en dolambaçsız feminist sonuçlarının ötesinde, keşfedilmeyi bekleyen başka anlamlar da var. Örneğin Cadı’nın sonunda ana karakter ruhunu siyah bir keçi kılığına girmiş şeytana sattığında ve ardından ailesini vahşice yok eden (ya da kendilerini yok edişlerini seyreden) cadı kabilesini dansettikleri ormanda bulmak üzere çıplak ayakla yürümeye başladığında, senin ya da benim bile hissedebileceğimiz cadısal zafer hissi, aynı zamanda bazı daha az olumlu parallellerini de beraberinde getirir. Arthur Miller nasıl ki McCartizm’i Erken Modern Amerikan cadı saplantısı olarak tanımladıysa, günümüzdeki cadılık anlatılarının uygulamaları da çoğalıyor. Bu hikayeler yalnızca kitlesel adaletsizlikleri anlatmıyor ama aynı zamanda bu adaletsizlikleri besleyen toplumsal koşulların aynı zamanda gerici, saldırgan ve eşit ölçüde boğucu aşırılıkları da besleyebileceğini de anlatıyor. Bu bağnazlığın ta kendisi değil mi? Schiff şöyle yazıyor: 

Yeni Dünya’ya müdaheleci bir toplumsal otoriteden kaçmak için gelmiş olan bu insanların, birbirlerini en sonunda kraliyet askerlerine şikayet eden, yularından kopmuş tacizlerde bulunan sömürgeciler arasında kaybolmaları ironiktir. 

Dolayısıyla düşünebileceğiniz küresel olarak en yaygın çağdaş cadı avı hangisidir? Bunu hızlandıran aşırılık biçimleri hangileridir? McCartizm dönemi boyunca, Amerika’nın esas düşmanı, Rusya’dan Amerikan hayatlarına gelecek istenmeyen Komünist misafirlerin yarattığı tehdittir, ama bu tehdit tarafından yaratılan ulusal politik ortamın kendisinin, bu tehditten çok daha zararlı olduğu kanıtlanmıştır. Bugünkü terörizm korkusu –Müslümanların ülkeye girmelerini yasaklayarak terörü ablukaya alma niyetini ifade eden mevcut başkan adayının zatında ifadesini bulan bu soyut tehdit- benzer paralel bir eğilimdir. 

* * *

Söyleşim sırasında, Eggers Edmonton Cadısı adlı bir tiyatro metni getirdi. Kitap garip bir biçimde tek değil üç yazarlıydı ve 1621 yılında basılmıştı. Eggers’in filminin sonu – Eggers’in başkahramanı Thomasin’in kabilesinin yaşanamayacak bir yer olduğunu idrak etmesinin ardından aşırılaşması- eski oyunun tamamının konusuna benzer. 

 “Oyunun kahramanı işte bu yaşlı kadın,” diye açıkladı bana, “ve… sürekli olarak cadı diye anılmaktan sıtkı sıyrılır ve Şeytan’ı çağırarak ona şöyle der ‘Hey beni lanet olası bir cadıya dönüştür ve tüm bu piçleri lanetle!’”17.yy’da cadılar hakkında yazılmış ve Avrupa’da yaşanan ve ardından Amerika’ya sıçrayan erken Modern cadı paranoyasını yansıtan bir sürü oyun arasında, Şeytanın Sahneleri: Batı Tiyatrosu ve Draması’nda Okültizm’e göre Edmonton Cadısı zamanının bilgisine en sadık oyun olmuştur. Shakespeare’in 1611 baskılı Macbeth’inin ve Thomas Middleton’ın 1616 baskılı Cadı oyununun daha klasik ezoterik tanrılara tapan cadılarının tersine cadılıkla suçlanmış gerçek bir kadını temel alan Edmonton’un Elizabeth Sawyer’ı, yalnızca insanlar onu, bunu yapmakla suçladıktan sonra Tom adındaki bir köpek kılığına giren şeytanla bir anlaşma yapar.

Son yıllarda giderek daha belirgin hale geldiği üzere şiddet yanlısı aşırılar bir boşluk içinde ortaya çıkmıyorlar, tam tersine genellikle toplumsal direniş yoluyla ahlaki eşikleri değişen insanlar bu tuzağa düşerler. Bu bağlamda Cadı gibi, van Hove’un Cadı Kazanı gibi ve hatta aptal, duyumcu Salem gibi cadı anlatıları, bu olgunun yok sayılmasına karşı yazılmış ihtiyati masallar gibi gözükmektedir. Doğaüstücülük suçlamaların ortasında gerçeğe dönmüştür. 

WGN’in ilk olarak 2014’de yayına başlayan ve yakında üçüncü sezonuna başlayacak olan dizisi Salem’de Marilyn Manson da küçük bir rol aldı. Dizi 1685 yılında, Salem Cadı Mahkemeleri’nin başlamasından yedi yıl öncesinde başlar. Şehir görevlileri tarafından zina suçundan korkunç bir biçimde cezalandırılan iki kişiyi gördükten hemen sonra, tamamen çarpıtılmış bir gerçek hayat karakteri olan Mary Sibley Batılı Kızıldereli köle Tituba’dan yardım ister. Tituba da bir gerçek hayat figürü ve Cadı Kazanı’nın anahtar karakteridir ve Mary Sibley hamileliği ortaya çıkmadan ve benzeri biçimde yargılanmadan önce gebeliğini sonlandırmak için kendini cadılığa bırakmıştır. 

Cadı Kazanı, Arthur Miller’in onu hayal ettiği haliyle estetik bir oyun olabilir ama Salem’deki gençlerin, bağnaz Yeni Dünya’nın boğucu kaçış fantezisinden başka bir kaçma fantezisi olan cadılık fikrini benimseyerek, alay ettikleri ve toplumun şeytanın yurdu olarak gördüğü güçlü, ekstra-toplumsal kadın bedenleri hakkındaki günaha davet eden mitleri sınadıkları olgusunu bütünüyle reddetmemektedir. Abigail Williams’ın suç iddialarına yanıt verdiği kurucu nitelikteki ayin, sonuç olarak onun başka genç kızlarla ormanda buluşmasıyla nihayetlendi. 

Gerçi Miller’in oyunu bunun da ötesinde, mevcut sihir ve büyünün, diğerlerinin küçük kinler beslediği insanlara karşı, bu insanları usulüne uygun bir biçimde yok etmek için kullanılan bir uydurma olduğunu özellikle açıklığa kavuşturmuştur. (John ve Elizabeth Proctor, o şehit kahramanlar, kiliseye karşı çok soğuk oldukları için hem kendilerinden hoşlanılmıyordu hem de kıskanılıyorlardı). Özellikle McCartizm’in sembolü gibi görülmeye başlandığında bile, bu durum oyunun bazı kişilerin zaten bazı Komünistleri–ve dolayısıyla oyunun alegorik mantığına göre büyüsel yatkınları olan kişileri- saklamakta olduklarının açıklamasını yapan alegorisine zarar veremedi. Ve benzer bir biçimde ne sözde cadılar ve ne de sözde Sovyet yanlıları katlanmak zorunda kaldıkları türden bir şüpheyi ve zulmü hak etmiyorlardı. 

Batı’nın bugünkü en büyük çağdaş korkusu olan aşırı İslam biçimini almış olan terörizm ile ilgili mevcut yaygın düşünceler, ne kadar yansıtıcı olursa olsun, ne kadar yalvaçsal bir öztatmin yaşatırsa yaşatsın, Ivo van Hove’un yeni prodüksiyonu her ne kadar hatalı ve eksik olarak icra edilmiş olsa da, yasaklanmış, üzerine çamur atılmış bağnaz eşdeğerinin –cadılığın- gerçeklik içinde somutlaştırılması için öneriler getiriyordu. Van Hove’un, Miller’ın öksüz bir hizmetçi kız çocuğu (Saoirse Ronan tarafından oynanan Abigail Williams rolü) ve onun evin hanımı (Sophie Okenedo tarafından oynanan Elizabeth Proctor rolü) ve onun aşık olarak evlendiği kocası (Ben Whishaw tarafından oynanan John Proctor rolü) hakkındaki oyununa yaptığı yorumla yönetmen, kurgusunun zorunlu olarak içerdiği düzmece büyüyü örtük sembolizm ile birdenbire görünür kıldı. 

Cadı Kazanı, çoğunlukla gürültü patırtıdan başka bir şeyle ilgisi olmayan trajik hikayesiyle ve yazıldığı biçimiyle, doğaüstü göndermeleri olan Cadı’nın antitezini oluşturuyor gibi gözükmektedir. Ama bu prodüksiyonda sembolik olanla ve anlatısal olanın buluşup birlikte aktıkları noktada, en azından danseden ağaçların gölgeleri ve bir biçimde aptalca ve kaygı verici bir biçimde pırıldayan küçük kuşlar, doğaüstü bir estetik’in ilk işaretleri olarak göklerden yere konarlar. Bunun ardından sahnelerin arasında tiyatro perdesi yukarı kalkar ve sahnede süzülen bir genç kız görürüz. Oyunun sonuna doğru, bir grup gençkızın kitlesel cin çarpmasını temsil ettiği ünlü mahkeme sahnesinde, tüm sahne sarsılır, yere doğru hafifçe zıplarlar ve pencereler şangırdar ve kağıtlar neşeyle uçuşur –buna rağmen bir yerde, Matilda gerçekten öfkelenir, tepesi atar. Van Hove New York’a verdiği demeçte şöyle demiştir, “Cadı Kazanı’nı iman etmeniz için yaptım. 

Cadı Kazanı’nın özgün ve zorunlu olarak içerdiği unutulmaz ve apaçık adaletsizlik tasviri nedeniyle (bu yeni yapım, Cadı mahkemelerinin sembolizmini yeniden tanımlamaya çalıştığımız bu çağda- gereksiz doğaüstü güçlerle çetrefilleşmiştir), insanları Cadı hakkında aslında en çok şaşırtan şey, onun az bilinen yönü, ne kadar dolaysız biçimde doğaüstü oluşudur. Cadılar ve bağnazlıkla tarihsel ilişkilerimiz  mantıken neredeyse daima, büyüsel olmayan bir dünyadaki masuma karşı yapılan haksızlıklarla ilgili olmuştur. Hiçbir zaman adaletsizlik ve fantastik aşırılık bir arada bulunmamıştır. Ama şimdi bunlarla olan kültürel/ sanatsal bağlantılarımız artık sonrakine doğru meyletmekte. 

Tarih ve Arthur Miller (bu yeni ve daha iyi yorumlanmış yapımdan önce) döneme dışarıdan bakarken, Eggers’in filmi döneme içeriden bakıyor. Onun filmi 400 yıl kadar eski korkuların dışavurumu – çok bulaşıcı mitler doğuran korkular, öyle ki filmin kurgusal olaylarından 60 yıl kadar sonra, Massachusetts eyaletinin Salem kentinde ve civarında hala 19 cadının idamına yol açtılar. Bu korkunç cinayetleri işleyen insanlar yalnızca kurgunun gerçeğe dönüşebildiği bir noktaya varacak bir gerçekliği yaratan o boğucu inanç sistemi içinde yaşıyorlardı. 

Eggers’in söylediğine göre, “Tarihçilerin yazmış olduklarını çağdaş yanlış anlamalarla okuyoruz, öyle ki okumalarımızda günümüzün etkisi muazzam derecede hissediliyor –Ronald Hutton ve Diane Purkiss’te olduğu gibi. Erkek egemenliğinin şöyle bir vehme kapıldığı iddia ediliyor, ‘Sen güçlü bir kadınsın, susmuyorsun, beni tehdit ediyorsun, sana cadı adını vereceğim, bu bir komplo dolayısıyla seni öldürebilirim ve senden sonsuza dek kurtulabilirim,’ ama gerçekte, onların kadın gücüne karşı duydukları korku öyle berbat bir yoğunluk taşıyordu ki onlar güçlü bir kadının, gerçekten şeytani masallarda yaşayan bir cadı olduğuna inanıyorlardı”. 

İnsanlar uydurma dayanaklarla tutuklandılar ve öldüler ve cadılığı belirleme yöntemleri uydurma olandaki gerçeği görmeyi yakın zamanlı bir kaçınılmazlık haline getirdi. Cadılığı hukuki olarak tespit etmenin en önemli yollarından biri de “batırmaktı” –eli kolu bağlı biçimde suya atıldığında suya batan bir kişi masumdu (ama çoğu kez boğularak ölüyordu), yaşamayı ve suyun üzerinde kalmayı başaran kişi bir cadıydı. (Bu, havuç burunları olan cadıların yakıldığı Piton ve İsa’nın Kutsal Kasesi eskizini oldukça doğru kılar). Salem Cadı Mahkemeleri sırasında Giles Corey’ye uygulanan bir başka yöntem ise, insanın üzerine yerleştirilen bir kalasın üzerine  talihsiz kurban suçunu itiraf edene ya da ölene değin, ağır kayalar yığmaya devam etmektir. Batıl inançların etkisiyle yapılan bu işkence yöntemleri nedeniyle cadılık kelimenin tam anlamıyla toplumun baskılarına karşı direnmekle eşdeğer sayılmaya başladı. 

Ama Cadı’nın sonunda, boğucu mirasının adaletsizliklerini fırlatıp atarak kendisini aralarına kabul eden cadılarla birlikte ormana doğru süzülen kahramanın esrimesi ile birlikte hissettiğiniz bu radikal esriklik, filmin geri kalan kısmında gördüklerimizle yanyana gelince çok karmaşık bir hal almaktadır. Cadı’nın kahramanı Thomasin’in az sonra katılacağı etkinliklere göz attığımızda, bunların hiç de Bushwick Cadıları’nın ve diğer çağdaş cadı sever grupların hoşlandığı, kabullenebileceği türden şeyler olmadığını görürüz. Bu gruplar aslında oldukça ve gerçekten sakindirler ve 1600lü yıllardaki kadın düşmanı fantazileri temsil etmedikleri için bebeğinizi öldürmezler. “Cadının şeytan olduğu olgusu- ‘bunun’ harika olduğunu söylemiyorum,” dedi Eggers. “Ve hiç kuşkusuz çağdaş cadıların ve şamanların ve paganların bunun çok olumsuz olacağı konusunda söyleyecekleri çok şeyleri vardır. Ama sadece modern dönemin başlangıcında kötü cadının cahilin kafasının içinde varolduğuna inansanız bile, kötü cadı çok gerçek bir mahluktur”. 

Tüm ailesini kendine düşman eden cadı aslında bugünün standartlarıyla ahlaki olarak kötü olan herşeyi, sofu cadı bilgeliği tarafından öngörülmüş tüm cadısal işleri yapmıştır: ekinleri yakmıştır (hiç fena değil), vaftiz edilmemiş bir bebeği öldürmüştür ve kendisine düşman etmeyi seçtiği aile arasında daha genel bir deliliğin hızla yayılmasına yol açmıştır (en sonunda birlikte çalışmaya niyet ettiği kişi dışında kalan bütün aile üyelerini öldürmüştür). Cadı’nın kahramanı Thomasin eninde sonunda kabileye katılır, bu aydınlatıcı ve katartik bir andır onun “hoşça yaşama” arzusuna verilmiş bir yanıttır –keçi-şeytan’ın ona şöylemiş olduğu gibi- tahammül edilemez onca suçlamadan sonra artık tamamen yokolmuş ailesini geride bırakan kahramanımız neredeyse haklı olarak hoş hissediyordu. Arsız ve küstah bir biçimde zalim olan bu cadılar meclisine katılmak, her ne kadar izleyicilerin bile kendisini esrik ve özgürleşmiş hissetmesine yol açan bir eylem olsa da, özünde başka bir aşırı külttür ve özgürlükten başka bir feragattir. Fiili bir kült sizin esrik ve özgürleşmiş hissetmenizi ister ama bu arada sizi aşırı törelere ve geleneklere yeni bir biçimde hizmet etmek zorunda bırakır. 

* * *

Kitap boyunca devam eden Salem Cadı Mahkemeleri’nin tarihini fiili olarak temize çıkarma çabasının bir parçası olarak Stacy Schiff, Arthur Miller’in kaynak malzemesini Marion Starkey tarafından yazılan bir metinde bulduğunu açıklar. Mahkemeleri temize çıkarmak için sanatçılar ve hatta tarihçiler sahte mecazi değişikliklerle içerikleri kirletmişlerdir. Bir tarihçi olan Starkey, Salem Cadı Mahkemeleri’ni Nazi Soykırımı’nı anlamanın bir aracı olarak incelemeye başlar. Schiff anlatıların nasıl da bir mecazi telefon oyunu yoluyla ortaya çıktığını belirtmeden de edemez. Çağdaş adaletsizlikleri, bu görünürde düzenli (ama aslında hiç de düzenli olmayan) ama bir devleti kitlesel katliama kadar sürükleyen kitlesel histeri paradigmasını da içerebilen küçük bir şehir üzerinden anlamaya çalışan farklı bakış açılarının oyunu… Ve gerçekten de, mahkemeler hakkında yapılan sanat, o sanatın yapıldığı bugünle mahkemeler arasında parallellikler kuruyor, kurmuyorsa da biz kurması için yalvarıyoruz, bir metafor olarak Salem Mahkemeleri’ne olan ilginin bugün canlanması, bizim en büyük ulusal ve küresel cadı avımız hakkında konuşmaktadır: İslam korkusu söylemi ve Ulusal Güvenlik Ajansı kontrolündeki toplum. Bu IŞİD’in gerçek şeytanlarını ve daha geniş küresel Müslüman halklara doğru yayılan boğucu suçlamaları içeren bir söylemdir. Bu ülkelerin vatandaşlarını da kapsayan San Bernardino ve Paris patlamalarında ve Belçika’daki canlı bombalama olayında görüldüğü gibi bağnazlık IŞİD’in bir kanser hücresi gibi metastaz yapmaya devam etmesini kolaylaştırmaktadır.  

Batılı devletlerin kökten dinci İslam’ın aşırılaşan öfkesinin yarattığı tehditle, giderek artan bir yoğunlukta yüzleşmek zorunda olduklarını görüyoruz. Bu öfke, bir ölçüde kendini üstün gören beyaz ve Hristiyan toplumların aynı ölçüde hain olan doğalarına karşılık veren halkların tepkilerini, çıkarları için kullanan son derece hain ve sinsi köktendinci gruplar tarafından körüklenmektedir. IŞİD açıkladığı “ölüm fetvalarının” duygusal etkilerinin bir ölçüde farkına varmıştır. Hedeflerden biri olan Malik Jalal yakın zaman önce şöyle tanımlanmıştı “yatıştırmaya çalıştığımız insanları ve halkları aşırılaştırıyor”, bu Batı tarafından başlatılmış bir savaşın bıraktığı enkazdan başka bir şey değildir ve Batılı ülkelerde yaşanan İslam korkusu kendi dehşet verici mesajını üzerinde taşımaktadır. 

IŞİD’den kaçan mültecilere sınırların kapatılmasına kadar varan bir İslam korkusunun nasıl olup da doğrudan cihat askerleri toplama planlarının ekmeğine yağ sürdüğü de yeniden gündeme gelen olgulardan biridir. Aşırılaştırma uzmanı ve eski cihatçı olan ve şimdi hükümetin ajanlığını yapan Mubin Shaihk Aralık ayında, Paris ve San Bernardino saldırılarından sonra ve Brüksel’deki saldırı eylemi henüz gerçekleşmeden önce, VICE’a konuştu. Tartışma sırasında, röportajcı besbelli ama aynı zamanda aşikar olan, “her terör saldırısından sonra, ister 11 Eylül ister Paris cinayetleri olsun, Batı’da yaşayan Müslümanlar için hayatın çok daha zorlaştığı” olgusunu vurgulamıştır (örneğin Paris olaylarından sonra İngiltere’deki Müslümanlara yönelik saldırılar  aniden %300 artmıştır) ve küresel ilişkilerdeki kırılmaların IŞİD’in stratejisinin bir parçası olma olasılığını sormuştur. Shaihk’in tepkisi şöyle olmuştur;  “kesinlikle… Bunu Roma’da Siyah Bayraklar adını vermiş oldukları manifestolarına yazdılar. Bu Manifesto’da şunları belirttiler, ‘bir arada yaşamın gri alanını’ yok edeceğiz ve Müslümanlar için çok zor bir hayat yaratacağız, Müslümanları şiddete sevk etmek için onları daha çok yalıtacak, marjinalleştirecek ve öfkeye sevk edecek milis gruplarla Müslümanlardan öç alacağız. Bu onların açıkça beyan ettikleri amaçlarıydı. Ama acı gerçek şuydu ki, sağdaki insanlar arasında doğrudan IŞİD’den emir alabilecek kişiler vardı çünkü yaptıkları işi onlar adına yapıyorlardı. 

Bu kulağa çok aptalca gelebilir ama Cadı’nın sonu –sadece tarihsel korkuların büyüleyici bir filmsel sembolü olarak- korkutucu bir kesinlikle bu döngüyü yansıtmaktadır. Robert Eggers hikayenin temelini oluşturan aileden yola çıkarak mikro bir toplum kurmaktadır, filmde bunların dışında pek de başka karakter bulunmamaktadır. “Bağnazların çok ünlenmiş bir deyişinin, ‘bir aile küçük bir kilisedir –küçük bir devlettir,’” dediğini aktarır Eggers, “ve ben tüm toplumu bu mikrokozmoz içinde bir bütün olarak açıklayabilirim”. Burada, zararlı aşırı kültürlerden biri, bir kişiyi diğerinden her bakımdan sistematik olarak yalıtarak o kişiden kurtulmaya çalışıyor. 

Cadı Kazanı –özellikle de korkuların gerçeklermiş gibi ortaya çıktığı bir Cadı Kazanı– da benzer bir biçimde günümüzle bağlar içermektedir. Donald Trump, çok yakın zaman önce yapılan bir röportajında, Amerika’da yaşayan Müslümanlarla ilgili bir veritabanı oluşturulması projesini açıkça dile getirmese de; ısrarla sorulmasına rağmen asla açık bir biçimde reddetmemiştir; insanların isimlerinin bu biçimde varsayımsal olarak asılsız suç damgalarına dönüşümü hem McCartizm’i hem de Salem Cadı Mahkemeleri’ni anıştırmaktadır. 

Cadı Kazanı’nda kaynayan şey, bilhassa, kahramanın böylesi bir fişlemeye ismini vermeyi reddişidir –bunun yerine ölmeyi tercih eder. Ama gördüğümüz üzere, aşırılaşmak için başka bir tepki vermek de mümkün- ve aşırı gruplar şüphesiz hem ilerici hem de ürkütücü bir biçimde bağnaz olabilir. Belki de Cadı’nın bağnaz cadı suçlamalarını yeniden yorumlama biçimi ölçüsüz, şiddet yanlısı aşırılıklarla feminizmle olduğundan çok daha fazla bağlantı içindedir –en azından faydalı bir bağlantı içindedir- çünkü Cadı’daki karakter kadın eşitliğine duyulan arzunun tersine şeytanla bir anlaşma yapar ve büyük bir olasılıkla bir dizi nesnel olarak acımasız eylem yapacaktır. Bu filmde ve hayatta “şeytan” çok aptalca ve aşağılayıcı bir kavram olabilir, ama insanlar kişisel acılarını ve kayıplarını başkalarına yüklemeye devam ettikçe bu aptalca, aşağılayıcı kavram da histerik kollektif hayalgücünün dehşet verici içerikleriyle örtüşecek birşeye dönüşerek somutlaşacaktır. 

Kaynak: Feminism, Radicalization, and Injustice: The Enduring Power of the Witch Narrative

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 00:19:28