A password will be e-mailed to you.

 

Güç Başar Gülle, felsefe kökenli bir caz müzisyeni. 1977 doğumlu. 2004 yılında girdiği Berklee Müzik Okulu mezunu. Osmanlı-Türk Müziği üzerine çeşitli atölyeler yapan üzerine düşünen biri. Okul arkadaşı Ürdünlü şarkıcı Farah Siraj’ın  parçası için okuduğu uzun hava sonrası, Los Angeles’deki genç cezaevinde mahkumlar için Türk müziği atölyesi de  düzenlemiş. Florenski’nin Tersten Perspektif’ini okuduktan sonra albüme ismini veren parçayı bestelemiş. Gülle’yle Adorno’nun caz düşmanlığı üzerine başlayan sohbetimiz Coltrane, Miles Davis ile devam etti. Yeni albümünde ona saksafonda Tamer Temel, kontrbasta Apostolos Sideris, davulda Cem Aksel eşlik ediyor. Reverse Perspektif albümü caz gibi görünen epey araştırmacı, meraklı ve  kesinlikle içten bir albüm ve en mühimi sanat tarihinden, müzik tarihinden, pek çok teori ve şahsiyete eşit derecede mesafeyle selam sabahı eksik etmeyen bir albüm.

 

Felsefe okuduğunuzu görünce aklıma Adorno’nun caz, onun imkansızlıkları üzerine yazdıkları geldi. Siz nasıl bakarsınız bir caz sanatçısı olarak bu döneme ve bu duruşa?

Adorno’nun ve o dönem var olan entelektüel duruşun görüşlerini bilimsellikle anlam üretme arasına sıkışmış bulurum. Aslında şu anda var olan akademik tavırda da yer alan entelektüel dilde aynı problem olduğunu düşünmekteyim. İnsana bütünsel bir bakışla değil parçalı bir bakışla analizler yapılmakta ve çok kavramsal bir yerden açıklamalar ile boşluklar kapatılmakta. Fakat bu açıklamaların somut karşılığı yeterince güçlü olmadığı için anlam üretmekte zorlandığını görüyorum.

Her müzik türünde olduğu gibi caz müziği de doğdu, büyüdü, gelişti ve dönüştü. Toplumsal karşılığı olan sonra kurumsallaşan şimdi de arayış içerisinde kendini yenilemeye çalışan bir müzik. Sonuçta benzer durumu klasik müzikte de gördük.

Konuştuğumuz dönemin sanata ve entelektüel alana büyük değerler atfedip olandan uzaklaştığını, anlam yüklemelerle hipotetik bir değer yaratmaya çalıştığını düşünüyorum. Bu zaten modern dünyanın en büyük problemi. O yüzden Adorno’nun cazı aşağılaması ve modern müziğin muhalif yanını öne çıkarması bana pek anlamlı gelmiyor. Çünkü epistemolojisi ve ontolojisinde çok büyük kopukluklar var. Bir kere muhalif olmak için dünyayı olumsuz bir niteliğe büründürmesi bana ontolojisindeki boşlukları kapatmak için güçlü olmayan bir manevra gibi geliyor . Bilgiyi bu kadar koşullu bir ilişki içerisine yerleştirince muhalif duruş zorunlu oluyor. Epistemoloji bu kadar toplumsallaştırıldıktan sonra kavramsal bir yerden çıkarım yapması hat kayması gibi geliyor. Bu aslında modern felsefenin problemi. Epistemoloji-ontoloji ve metafizik bence tek bir olgu. Bu kadar fazla ayrım yapınca felsefi bakışınız kelime oyununun ötesine geçmiyor.

Olanı değil hipotetik olanı tartışma hastalığı modern bireyde çok yaygın. Varsayımlar içinde kaybolan birey günlük ihtiyaçlarını gideremez oldu. Şimdi herkes olmayan parasıyla yaşamaya çalışıyor. Krizlerimizin ,hem düşünsel alanda hem de günlük hayatta, nedeni olan ve olmayan ayrımını sağlıklı bir çerçevede görememiz. Aynı problemi Adorno’nun da yaşadığını düşünüyorum.

 

Türk müziği dediğimiz bir düğüm. Türk müziği Türk Sanat Musikisi, Türk Sanat Müziği… Bu müziğin bugün ele alınış, ondan ilham alınma formları üzerine konuşabilir miyiz?

Önce bu müziği müzikolojik olarak Osmanlı-Türk müziği olarak adlandırmak daha sağlıklı. Ve bu müzik teknik olarak şu an yaşamıyor. Tabii ki insanlar hala müzik üretiyorlar paylaşıyorlar ama bu durum sadece endüstriyel bir değer taşımakta. Bu müzik yaşamıyor ve yaklaşık olarak 1900’lerin başında öldü. Benim birey olmamı ve hayata tutunmamı sağlayan en önemli olay babam öldükten 15 sene sonra bunu kabul etmeyi öğrenip kendi gözlerimle dünyaya bakmak oldu. Biz bunu yapamadığımız için bu müziği sağlıklı bir yere koyamıyoruz. Ya aşağılıyor, görmezden geliyoruz ya da sonsuza kadar yaşayacakmış gibi muamele ediyoruz. O yüzden üretimlerimiz tepkisellik taşıdığı için ifadelerimizde netlik yok ve kalite düşük. Bu müzik ya diğer müziklere süsleme niteliğinde katılıyor ya da tarihsel bir formda sergileniyor.

Ben her zaman şuna şaşırmışımdır: 5 vakit insan sesi-ezan- dinleyen bir büyük topluluk olarak ve bunu her seferinde farklı makamdan neden bu kadar kötü bir popüler müzige maruz kalmaktayız?

Türkiye’de müzik adına yapısal problem konservatuar ve müzik okulları da dahil temel müzik eğitimidir. Çok uzun süredir müzik pedagojisiyle sonra sadece pedagoji üzerine çalıştım ve hala çalışmaktayım. Bizde var olan en önemli problem müziğe ait temel unsurlara markalar üzerinden bakıyor olmamız. Yani ritmi, melodiyi ve armoniyi, yapılan müziklerden bağımsız bir şekilde tartışabilsek o zaman yapılan hangi müzik olursa olsun müzik daha tatmin edici bir şekilde hem icra edilir hem de üretilir.

Şu şekilde örneklendireyim; caz armonisi diye bir şey yoktur, temeli ve gelişimi klasik batı müziği armonisi üzerine kurulmuştur. Birçok yerde caz ileri bir armonik yapıya sahipmiş gibi algılanır halbuki tam tersidir. Size şimdi çarpıcı bir örnek vereyim Miles Davis’in modal caz dönemine ait armonik yapı arabesk ve pop-arabesk müziği ile aynı tarzda bir kullanıma sahiptir. Müzik dünyamızdaki çarpık alt yapı bizde iki durum ortaya çıkarıyor; ya çok gergin bir şekilde klasik batı, türk veya caz müziği yapıyoruz ya da hiçbir ifadesi olmayan popüler müzik saldırısına maruz kalıyoruz

 

Osmanlı müziğiyle cazın ortak noktası nedir? En ayrıştıkları konu nedir? Sizin bu ikisini bir araya getirirken kriterleriniz neler oldu?

Beethoven kompozisyon egzersizlerini ruhani egzersiz olarak adlandırırmış. Aslında her müzik pratiğinde böyle bir durum var. Müzik sadece ve sadece an içerisinde hayat bulan bir durum. Klasik Batı, Caz ve Osmanlı müziğinde ortak olan en temel nokta ritme verilen önem. Birçok kişi klasik batı müziğinde armoniyi daha fazla öne koymak ister ama armoninin fonksiyonu zaman değişkenine hakim olmak üzerine kuruludur. Bu durum Osmanlı müziğinde usul olarak ritmik kalıplarla yer almıştır. Caz müziğinde ise swing denilen bir yapı şeklinde yer alır. Bu üç müzik türü Groove diye adlandırılan zaman ve ritim arasındaki etkileşimi elde etmeye çalışarak önce icra edene sonra dinleyiciye anı hissedebilmeleri için zemin kurmaya çalışır.

Osmanlı müziği ve caz arasındaki benzer nokta ritimle kurdukları ilişki, bu yüzden ilk albümüm olan ilk renkte bu durumu öne çıkarmak istedim. Sadece ritmik varyasyonlar üzerine çeşitleme yaparak aslında armoni kullanımı olmadan da form yaratabileceğimizi göstermeye çalıştım. Caz müziğinde ne kadar armoni kullanımı olsa da ritmik tutarlılığın armonik tutarlılığa göre daha önemli olduğunu gördüm. Bu durum beni armoni kullanımı zorunluluğundan uzaklaştırdı.

Türk musikisi makamlarıyla enstrümanlarıyla güncellenebilir bir müzik mi? Bu güncelleme deyişi kulağa nasıl geliyor?

Şu anda anlamdan çok teknik bir yaklaşım insanların gündeminde olduğu için her şeye güncelleme gözüyle bakılıyor. Akademik ortamda böyle teşebbüsler yoğun ama Osmanlı kültünde makamın, enstrümanların ve formun nasıl bir dünya algılayışında oluştuğuna dair sağlıklı bir fikir hem muhafazakar hem de batılı kesimlerde mevcut değil. Cemal Kafadar‘ın çok güzel bir ifadesi vardır. “Osmanlı görsel sanatlarını anlamak için önce Osmanlının görmekten ne anladığı ile işe başlamak gerekir “ der. Benim en büyük sorum Dede Efendi’nin yazdığı müzikleri nasıl duyduğu idi. Dede Efendi’nin derdini anladıktan sonra onun müziklerindeki güzelliğin tadını çıkardım onları güzellikleri ile baş başa bırakıp kendi meselelerime dönebildim. Hiç güncelleme ihtiyacım olmadı.

Sizin dünyaya söylemek istediğiniz şeyin güncellemeye ihtiyacı varsa anlamlı bir ifadeye dönüşür yoksa sadece güncelleme yaparak anlam yakalamanız zor. İlgilenen arkadaşlara çok yoğun bir şekilde Cem Behar‘ın kitaplarını öneririm. Osmanlı-Türk müziği ile ilgili yazılmış en iyi kitaplar bence Cem Behar tarafından yazıldı. Bu müziğin performans pratiğinden, pedagojisine, sosyal yapı ve kültür arasındaki birçok ilişkiyi Cem Hoca çok güzel ortaya koymuştur.

 

Müzikle şifa yapıyorsunuz desem ne dersiniz? LA’de mahkumlarla çalışmak gibi mesela? Bu deneyiminizden bahseder misiniz?

Gerçekten yaptığınız şey müzik ise şifalanırsınız, ses ise size yük olur ve mutsuz olursunuz. Kanada da çok meşhur bir Caz davulcusu Nick Fraser ile tanışmıştım sormuştum nedir bu davulcunun özelliği diye. Cevap çok çarpıcıydı: Herkes ile müzik yapabiliyor. John Mclaughlin’in bir söyleşisinde şöyle bir cümlesi vardı “ En kötü müzik bile ne kadar kötü olabilir”. Bu iki yaklaşımdaki ortak nokta ses ile kurulan koşulsuz ilişki. Bence Türkiye de tek eksik olan şey bu: Kendimizi ve etrafımızı o kadar sert yargılıyoruz ki birlikte müzik yapamıyoruz, birlikte ses çıkarıyoruz. Müzik koşulsuz alanda tınlar. Yoksa ses olur. Ben derslerimde bu durumu öğrencilerimin psikolojilerinde tanımlatmaya çalışıyorum. Buna şifa deniyorsa şifa yapıyorum.

11 Eylül sonrası Amerika da kültürler arası diyalog çok yaygın bir hal almıştı. Beni de böyle bir organizasyona davet etmişlerdi. Mahkumlara Türk müziği anlatmak ve çalmak bu organizasyonun bir parçasıydı. Karşımda çok genç yaşlarda inanılmaz sert hayat tecrübeleri yaşamış insanlar vardı. Ve hala çok gençlerdi. Gardiyanlar herhangi bir olumsuz durum yaşanırsa bize koşmamız gereken koridoru gösteriyorlardı. Çok gerilmiştim. İlk grup geldiğinde karşımda birçok cinayeti işlemiş 10-15 yaşlarında çocuklar vardı. Konuşmamı toparlamakta zorlanıyordum. İkinci grup 15-20 yaş aralığındaydı. Onlarla olan iletişimim daha rahat olmaya başladı. Hatta daha sonra birlikte kodeslerinde yemek yedik. En unutamadığım an ise oradan ayrılırken ismimi tezahür ederek beni alkışlamaları olmuştu. Birçok önemli yerde konser verdim. BBC senfoni, Berlin Filarmoni konser salonları, Harvard ve UCLA gibi birçok yerde. Ama bu tecrübe ile kıyaslanmazlar. Bu mahkumlardan çok benim şifalandığım bir tecrübeydi galiba.

 

Tersten Perspektif’in ufkunuzu açtığını, sizi özgüşleştirdiğinizi söylüyorsunuz. Florenski’nin Türkçe baskısına Zeynep Sayın hocamın yazdığı önsözü de tavsiye ederek nedir bu kitaptan sonra Rönesans sonrası Batı müziğine bakışınızı değiştiren?

Sadece Batı müziği değil Batı’ya olan bakışım değişti. Kopuk olan birçok nokta birleşti. Şu şekilde özetleyeyim; her medeniyetin merkez aldığı bir duyusal nokta var. Mısır medeniyeti dokunma, İslam medeniyeti işitme ve Batı medeniyeti görme üstüne kuruludur. Rönesans bu kuruluşun görsel alana aktarılması olarak adlandırılır. Lineer perspektif ise bu işlemde araç olarak kullanılmıştır. Hatta Albrecht Dürer yazılarında okuyucuya bildiğiniz bu tekniği çok detaylı anlatmayacağım şeklinde anlatır lineer perspektifi.

Yani bu insanlar bu tekniği biliyorlarmış ama tercih etmemişler. Ne zaman ihtiyaçları olmuş o zaman kullanmaya başlamışlar. Bu teknik, hayatlarında karşılık bulunca birçok alana yayılmış. Doğrusal perspektif Descartes ile geometriye, Bach ile müziğe, Newton ile fiziğe ve Kant ile metafiziğe dönüşmüş. Bu bakış tarzı endüstri devrimi sonrası ömrünü tamamlamış ve özellikle son yüzyıldır şekli bir değer almış. Bu form artık hayatlarımızı kısıtlıyor ve mutsuz kılıyor. Eğitimden sağlığa yaşamımızın her noktasında bu bakışın olduğunu ve etkili bir çözüm üretemediğini görüyoruz.

Ben ortaçağın sonunda şekli bir değere dönmüş olan tersten perspektif tekniği ile bu kısıtlanmış alanı kırmaya çalışıyorum. Ne zaman ezbere bir yaşamınız olur o zaman kendi kendinizi kısıtlamaya başlarsınız, başkalarına kızarak ve bahaneler üreterek yaşam kalitenizi düşürürsünüz. Şu anda özellikle bilinçsiz eğitimli kesimde var olan en büyük problem bu. Benim de en büyük problemim buydu.

Bu kitabın bana kazandırdığı en önemli nokta; ne ne için yapılmış ve kullanılmış. Bu ilişkiyi görerek tarihsel hiçbir olguya mutlak bir değer yüklemiyorsunuz ve yaşadığınız ana daha fazla odaklanıyorsunuz. Ben açıkçası tersten perspektifi bir çözüm olarak değil, ezbere doğrusal bakışımızı sorgulamak adına bir araç olarak kullanmak istedim.

Hiç bilmeyen birine hata bir çocuğa Charlie Parker’ı nasıl anlatırsınız?

Kendi kokusunu alamayan bir güle benzeterek…

 

Hiç bilmeyen birine hatta bir çocuğa Miles Davis’i nasıl anlatırsınız?

Kendi kokusunun farkında olan ayrıca kendi dışındaki dünyanın da kokusunu alan bir güle benzeterek…

 

Hiç bilmeyen birine hatta bir çocuğa John Coltrane’i nasıl anlatırsınız?

Kendi kokusu dışında hiçbir kokuyu umursamayan bir güle benzeterek.

 

Üçünün de sizin için taşıdıkları önem, verdikleri ilhamlardan da söz eder misiniz?

Birinci Viyana Okulu: Haydn, Mozart ve Beethoven
İkinci Viyana Okulu: Schoenberg, Berg, Webern
Caz Okulu: Parker, Davis, Coltrane.

Kendime göre böyle bir kategorizasyonum vardır. Formu kuranlar, formu güçlendirenler ve formu kıranlar. Benim için Parker modern cazı kuran, Davis güçlendiren ve Coltrane ise kıran bir rol paylaşmışlardır. Üçünde ortak olan bir nokta beni çok etkilemiştir. Önce duydular, sonra duyduklarına inandılar, sonunda inandıkları şeyi ortaya koyacak iradeyi gösterdiler. Parker babasının Tap dansına ait cümleleri Blues rengiyle harmanlamasıyla, Davis zenci kimliğini güçlü bir şekilde ortaya koymak için batının armonik yapısından kaçınıp blues formunu soyutlayarak yaptığı Kind of Blue albümüyle, Coltrane’in caz diline aşkın bir yerden bakıp Giant Steps ile form ve solo algısında bizi görünmeyene taşımasıyla müzik hayatımda çok etkili figürler oldular.

Son olarak Bela Bartok’un Türkiye müziğine etkisinden konuşalım. Bir teğet geçme mi bu? Derin bir etkiden söz edebilir miyiz? Sizin üzerinizdeki katkısı? Onun kompozisyon tekniğinden yola çıkarak caz armonisine farklı yaklaştığınızı ifade etmişsiniz. Bunu biraz açar mısınız? Başka imkanlar neler Bartok üzerinden kazanımlar neler olabilirdi? Neler olabilir hâlâ?

O döneme baktığınızda iki ana eğilim hakim; milliyetçi bir çerçeve ya da soyut bir dille müzik yazımı. Bartok bence iki arasında kalan bir kişilik. Halk şarkılarından faydalanmaya çalışması milliyetçi bir motivasyondan çok modern müzikte yeniye ait bir dil bulma çabası. Adnan Saygun üzerindeki etkisi çok kuvvetli olmuş. Türkiye müziğine ne kadar etkili olmuş doğrusu bilmiyorum.

Çok uzun süredir tersten perspektifi armonide nasıl kurgulayabilirim sorusuna cevap arıyordum. Bartok’dan önce kullandığı tekniği aklıma geldi. Bu tekniğin ismi Inversional Symmetry (Çevrimsel Simetri). Tonal armoni 1900’lere kadar tek merkezli bir forma sahipti. Bir anlamda doğrusal perspektifin müzikteki hali idi. 1900’ lerden sonra merkez yok edilmeye çalışıldı. Yok edildi ama etkisi o kadar sürmedi ve şu anda ne merkezimiz ne de merkezsizliğimiz var. Ben merkezi karşıma değil arkama alıp olabildiğince ufuk çizgimi genişletmek istedim. Bunun için çevrimsel simetri ile akor yürüyüşlerinde her akorun bir önceki ve bir sonraki akorla ilişkisinde çift taraflı geçici bir durak yaratarak devamlı açılan ve genişleyen armonik bir dil kurguladım. Bu yaklaşım ile tersten perspektife ait devamlı genişleyen bakış açısını armonik dile taşıma amacımı gerçekleştirdim.

 

İLGİLİ HABERLER

“Her şey işgal evindeki partide başladı”

Röportaj: Armen AVANESSIAN ile Zamanın Gazabı

Daha fazla yazı yok
2024-04-24 17:25:35