A password will be e-mailed to you.

Bu söyleşi, şu sıralarda Pera Müzesi’ndeki “Parajanov Sarkis ile”* adlı sergiyle yeniden gündeme gelen Parajanov ile 1 Temmuz 1988 tarihinde, Âşık Garip filminin Münih Film Festivali’ndeki prömiyerinden önce Ron Holloway tarafından yapıldı. Başlangıçta 90 dakikalık bir belgeselin ilk yarısı olarak planlandı. İkinci yarısı, Parajanov’un son projesi olan İtiraf (Confession) filminin Tiflis’teki evinde gerçekleşecek olan çekimiyle ilgiliydi. Fakat o projeyi 1989 Haziran’ına kadar erteledi ve tamamlayamadı. Röportaj, Ron ve Dorothea Holloway’in “Parajanov: Bir Ağıt” adını taşıyan 57 dakikalık belgeselinin tanımlayıcı materyali. 

Sergey, nasıl yönetmen oldunuz?

Bana kalırsa yönetmen olarak doğmanız gerekir. Bu bir çocuğun maceralarına benziyor: diğer çocukların arasında ilk adımı siz atarsınız, bir gizem yaratarak yönetmen olursunuz. Etrafınızda gördüklerinizi şekillendirir ve yaratırsınız. Kendi “artistismus”unuz ile insanlara işkence edersiniz – gecenin bir yarısı annenizi ve büyükannenizi korkutursunuz mesela. Charley’s Aunt filmindeki gibi giyinebilir ya da Andersen masallarındaki kahramanların kılıklarına bürünebilirsiniz. Ağaç gövdesinden koparacağınız parçaları kullanarak kendinizi bir horoza ya da ateş kuşuna çevirebilirsiniz. Bu mesele hep benim kafamı kurcaladı, bu da aslında yönetmenliğin ta kendisi. Bir yönetmen VGIK (Sovyetler Birliği Devlet Sinematografi Enstitüsü) gibi bir okulda bile eğitilemez. Yönetmenliği öğrenemezsiniz. Bununla doğmanız gerekir. Daha anne karnındayken yönetmen olmalısınız. Anneniz de bir aktris olmalı, böylece bu özelliği miras alabilirsiniz. Benim annem de babam da sanat konusunda doğuştan yetenekliydi.

 

VGIK’te mezuniyet filminiz ne üzerineydi?

Kısa bir çocuk filmiydi: Bir Moldova Masalı (1951). Alexander Dovzhenko filmi gördükten sonra şöyle dedi: “Tekrar izleyelim.” VGIK tarihinde ilk kez, imtihan heyeti bir mezuniyet filmini ikinci kez izlemeye karar verdi. Şimdi başarılı bir film ve sanat eleştirmeni olan Rostislav Yurenev şu yorumu yapmıştı: “Parajanov Dovzhenko’yu örnek almış. Bu destansı ve anıtsal bir yapıt. Parajanov belli ki Zvenigora (1928) filmini izlemiş.” Dovzhenko ise karşılığında şöyle dedi: “Seni gidi geveze! Otur da beni dinle. O Zvenigora’yı izlemedi.” Sonra “Neredesin genç adam?” diye seslenince ayağa kalktım. “Doğruyu söyle, Zvenigora’yı izledin mi?” sorusuna “Hayır” cevabını verdim. “Gördün mü, bu saçmalık işte!” O dönemde Yurenev pek bilinmiyordu. Bir yönetmenden ötekine koşan, ince yapılı bir adamdı. Benim mezuniyet filmim, bir film yönetmeni olarak anlatmaya niyetlendiğim şeye oldukça yakındı muhtemelen.

 

Ama mezuniyet filminiz kayboldu…

Hayır. Evde duruyor.

 

O zaman neden burada retrospektif programında gösterilmiyor?

Onu unuttum aslında. Burada sadece Andriesh, yani onun daha uzun bir versiyonu gösterildi. O film de maalesef çocuklara değil, yetişkinlere hitap ediyordu.

 

Alexander Dovzhenko ve Igor Savchenko tarafından verilen dersler nasıl geçiyordu?

Dovzhenko ve Savchenko düşmanlardı. Sürekli tartışıyorlardı, anlaşamıyorlardı hiç. İkisi de yetenekli, özel ve önemli insanlardı. Biri Polonyalı ressam Jan Matejko’nun tarzında çalışıyor, Rönesans stillerini deniyordu. Öteki ise bir elmayı, ihtiyar bir adamın ölümünü, uçup giden bir leyleği tasvir ediyordu. Sanatı, muhteşem çocukluğundan besleniyordu. Estetiğe çok önem veren biri ile kadim bir tanrı arasında yaşanan bu ayrılık, Dovzhenko’nun stüdyosunda tartışmalara sebep oluyordu. Savchenko genç yaşta öldü, sadece 43 yaşındaydı. Tabutunun içinde öylece yatarken yaşlı bir adama benziyordu. Biz şimdiden ondan 20 yıl fazla yaşadık. Öğrencileri, öğretmenlerinden yaşlı artık. Vladimir Naumov 60 yaşında, ben ise 64 yaşındayım. 20 yıl daha uzun yaşadık… Savchenko’nun kaybı, Dovzhenko’yu derinden sarstı. Sınavlarımızın sorumluluğunu o üstlendi, diplomalarımızı o imzaladı. Çok cömertti. Özellikle de Aleksandr Alov, Naumov ve Felix Mironer hakkında çok hevesliydi.

 

Belli ki o zamanlar VGIK yetenekli insanlarla doluymuş…

Aramızda bazı ilginç insanlar vardı, bunların içinde tabii ki Dovzhenko da var. Benimle aynı dönemden öğrencileri kaybettiğimiz için çok üzülüyorum. Aralarından dördü artık bizimle değil. Yakın zamanda arkadaşlarla toplandık, masada dört boş tabak bıraktık, tıpkı dört mum yakarmış gibi. Sonra da bizi bırakıp giden arkadaşlarımızı düşündük: hayatını Naumov ile film çekmeye adayan Alov; Marlen Khutsiev ile Spring on Zarechnaya Street (1956) filmini çeken Mironer; Grigori Aronov ve Seva Vsevolod Voronin. Dört arkadaşımız bizi terk etti, bir sonrakinin kim olacağını hiçbirimiz bilmiyoruz.
Biz, inanılmaz yetenekli bir adam olan Savchenko tarafından seçildik. Bizi sevdi, idolleştirdi. Bize ilham verdi. Bir mucize gerçekleştireceğimiz günü bekledi hep. Khutsiev ve Mironer, ilk filmleri Spring on Zarechnaya Street (1956) için GLKVK (Sovyetler Birliği Film Dağıtım Ajansı) ile sözleşme imzaladığında çok mutlu olmuştu. Alov ve Naumov birlikte Restless Youth (1958), Pavel Korchagin (1957) ve The Wind (1958) filmlerini yönettiler. Avant-garde akımına da öncülük yaptılar.

 

Film yönetmek sizin için ne anlama geliyor? Gerçek hayat? Rüya? Gizem?

Bence yönetmek esasında gerçeğin ta kendisi, görüntülere dönüştürülmüş hali: keder, umut, aşk, güzellik… Bazen senaryolarımdaki hikayeleri anlatıyorum insanlara ve soruyorum: “Bu gerçek mi, yoksa ben mi uydurdum?” Herkes “uydurma” diyor. Hayır, anlattığım şey gerçek. Benim algıladığım şekliyle gerçek.

Narın Rengi’nden (Sayat-Nova) bir kare (filme dahil edilmemiştir)

 

İlk filmlerinizin gerçekçi bir yönü vardı. Tarzınızı değiştiren ne?

O günlerde kendi kişisel tatminim için çalışıyordum daha çok. İşte o günler gerçekçiydi. O zamanki kuşak, arka planım, üzerinde çalıştığım tuval… Çalıştım ve acı çektim, üç despot vardı tepemde. Despotlar Kremlin’deydi. Bugün perestroika (Gorbaçov tarafından başlatılan yeniden yapılanma süreci) zamanı yansıtan bir kalp elektrosu işlevi görmeye çalışıyor. Belki de bir gün, tüm bu zamanları işleyen bir kitap ortaya çıkacak ve hakikaten kalp elektrosu gibi olan biteni o anlatacak. Stalin yükselirken, çorap fiyatlarını düşürdü. İnsanlar memnundu, çoraplar artık daha ucuzdu. Altı ayda bir çorapların ve atletlerin fiyatlarını düşürdü. Oysa ekmeğin fiyatı hiç değişmedi. Bir kalp elektrosu işte… O çağın Sovyet filmleri -sadece benimkiler değil- bir terörün elektrosu gibiydi. Korkunun elektrolarıydı. Filminizi kaybetme korkusu, açlıktan ölme korkusu. Kendi işiniz için korkuyordunuz.

 

Siz bir film yapımcısı mısınız? Yoksa bir grafik sanatçısı mı?

Ben görüntüleri şekillendirmeye çalışan bir grafik sanatçısı ve yönetmenim. Yol gösterenimiz, danışmanımız olan Savchenko, düşüncelerimizin taslağını çıkarmaya ve onlara plastik biçimler vermeye teşvik ederdi bizi. Biz film okulunda düşüncelerimizi çizmek zorundaydık. Giriş sınavında bizi bir odaya aldılar ve “Ne isterseniz onu çizin” dediler.

 

Grafik çalışmanızın burada, Münih Film Festivali’nde aldığı tepkilerden memnun musunuz?

Bu sergide çalışmalarımdan bir kısmına yer verdikleri için çok mutluyum, tam benim tarzımda bir duvar sergisi oldu. Yirmiye yakın çalışmamı getirdim. Evet çok değil; ama bir fikir oluşturmaya yeter. Bu çalışmaların bir tanesinde çiçek buketi var. Bu kolaj, oğullarını savaşta kaybetmiş Münihli annelere adandı. Bu çiçek buketi bir ayna üzerine yerleştirildi – bu pek rastlanmayan bir motif. Tıpkı Sovyet anneleri gibi, son savaşta inanılmaz acılar çeken anneler için…

 

Sosyalist Gerçekçilik sizin için ne ifade ediyor?

Sosyalist Gerçekçilik gerçekten tanımlanamaz. Öyle ansiklopedik bir kavram değildir. Sadece kitaplarımızda vardır. Nasıl olur da Sosyalist Gerçekçilik, Sergei ve Georgi Vasiliev’in Chapayev (1934), Grigori Kozintsev ve Leonid Trauberg’in The Youth of Maxim (1935) ya da The Vyborg Side (1939), Mark Donskoy’un Rainbow (1944) veya She Defended Her Country (1945) gibi filmleri için bir etiket olarak kullanılabilir? Heyecan verici belgesellerimiz ne olacak? Onlar da Sosyalist Gerçekçi miydi? Onlar bizim tüm dünyayı sarsacak sinema rönesansımızdı! Kişilik kültü buna bir son verdi. Hâkimiyet kurmanın güzelliklerini, korkunç despotların rejimini methetmek zorundaydık. Yetenekli yönetmenler böyle filmler yapmak için ruhlarını sattılar: Mikhail Chiaureli’nin The Vow (1946) ve The Fall of Berlin (1949) filmleri, dalkavuk sanatçıların boyun eğen çalışmalarıydı. Artık onları açık açık kınamanın zamanı geldi.

 

Sosyalist Gerçekçilik iyi bilinen bir kavram, peki ya Sovyet Yeni Gerçekçiliği?

O dönemle ilgili ne kitap ne dergi var, ne de konferanslar düzenleniyor. Herkes sessiz. Hatta bir sonraki nesil bu kavramı tamamen unutabilir. Belki de biri ilk adımı atar ve bununla ilgili bir şeyler yazar, arşivlerde saklı olan bu dönemden yararlanır. Ben kendi arşivimi açarsam, orada özgürlüğümü elimden alan üç hapis cezası bulursunuz. Bir de beni kınayan bir mahkeme kararı var, sosyal yapıyı bir ejderha olarak gören bir sürrealist olduğum için. Sanki Notre Dame’ın tepesine tünemiş koca burunlu, koca toynaklı bir ejderhayım da Paris şehrine bakıyorum yukarıdan. Ben de böyle bir ejderhaydım, dışarı izleyen ve yeni günün gelişini kıskanan.

 

Ukrayna’da kaç tane film yaptınız?

Sekiz film yapmıştım Ukrayna’da. Dokuzuncu filmim de Unutulmuş Ataların Gölgeleri’ydi. İşte tam o zaman ana konumu, ilgi alanımı bulmuştum: insanların yaşadıkları sorunlar. Etnografya, tanrı, aşk ve trajedi üzerine yoğunlaştım. Edebiyat da sinema da benim için bunlar aslında. Bu filmi yaptıktan sonra, karşıma trajedi çıktı.

Unutulmuş Ataların Gölgeleri filminden bir kare

 

Unutulmuş Ataların Gölgeleri izlendikten sonra, zamanın Sovyet Sinema Bakanlığı ofisinde neler oldu?

Resmi görevliler filmi izlediklerinde, bu filmin Sosyalist Gerçekçiliğin ve o dönemde sinematografimizi hakimiyet altına alan toplumsal çöplüğün tüm prensiplerini yıktığını anladılar. Artık yapacakları hiçbir şey yoktu, iş işten geçmişti. İki gün sonra Mikhail Kotsyubinsky’nin doğum günüydü. Yüz yaşına girecekti yaşasaydı. Bu yüzden “Bırakalım filmini göstersin” dediler. Film gösterime girdi. Nasıl olsa sonra da yasaklayabilirlerdi. Bu sayede tüm meseleden bir şekilde kurtulacaklardı. Ancak entelektüel kesim filmi izlediğinde harekete geçti. Film kargaşa dolu zincirleme tepkiler yarattı. Bakanlık benden filmin Rusça versiyonunu yapmamı istedi. Film sadece Ukrayna dilinde çekilmemişti, ayrıca Hutsul lehçesindeydi. Benden filmin Rusça dublajını yapmamı istediler. Bu teklifleri kati suretle reddettim.

 

Daha sonrasında Ermenistan’da Narın Rengi’ni çekmek için Ukrayna’dan ayrıldınız.

O filmi gerçekten çok seviyorum. Gurur duyuyorum. Hepsinden önce, Altın Aslan ya da Gümüş Tavus Kuşu kazanmadığı için gururluyum. Bu işin bir tarafı, diğer tarafı ise bu filmi olabilecek en zor koşullar altında çekmiş olmam. Hiçbir teknik ön koşul yerine getirilmedi, hiç Kodak malzemem yoktu, Moskova’daki boş filmleri işleme imkânım yoktu. Aslında hiçbir şeyim yoktu. Ne yeterli ışıklandırmam vardı, ne rüzgar makinem ne de özel efektler kullanma ihtimalim. Yine de bütün bunlara rağmen, filmin kalitesi tartışılmaz. Bu durumun neticesi ilkel ve gerçekçi ortamların varlığı oldu, tıpkı tipik bir köydeki ya da sıradan bir bozkırdaki ortam gibi… Küçük hindiler, küçük hindiler gibi gösterildi… Gerçek bir durumdan bir peri masalı yaratıldı. Bütün bunlar “hiper-gerçekçilik” izlenimi vermenin farklı yolları oldu. Eğer kaplana ihtiyaç duyarsam, bir oyuncaktan kaplan yaparım. Bu da gerçek bir kaplandan daha fazla etki yaratır. Bezden yapılmış bir kaplanın kahramanı korkutması daha ilginç olsa gerek.

 

Narın Rengi filminin “Kafkasya’nın filmi” olduğu fikrine katılıyor musunuz?

Bence Narın Rengi İran yapımı bir mücevher kutusu gibi. Dışında güzelliği göz dolduruyor; harika oymaları görüyorsunuz. Sonra bir açıyorsunuz, içinde daha fazla İran süslemesi var. Olay böyle aslında. Benim kahramanımın annesi bizim için 15 etek yaptı. Çalışan, sokakları temizleyen, ev temizliğine giden bir Kürt kadınıydı. Yaptığı fırfırlı etekleri önce kafasında tasarlamıştı sonra kollarına asıp getirmişti. Yarattığı etki bir Pasolini filmi gibiydi. Bunu saklamak istemiyorum, altını çize çize anlatmak istiyorum.

 

Narın Rengi de Pasolini’den etkilenmiş gibi duruyor.

Çoğu insan moda olan şeyleri taklit etmeyi sever. Ancak bir şeyi taklit etmeye başladıkları anda sefalet çeken, fakir ve perişan yaratıklar oldukları ortaya çıkar. Yine de insanlar bir başkasının ayak izlerini takip eder. Eğer biri “Filmleriniz Pasolini filmlerini andırıyor” derse ben kendimi efsanevi hissederim. Daha kolay nefes alabilirim. Çünkü Pasolini benim için bir tanrı gibi. Estetik tanrısı, bir tarzın efendisi, bir devrin patolojisini sunan kişi… O kostümlerde kendini aştı, o mimiklerde kendini aştı. Oedipus Rex (1967) filmine bir bakın. Bence kesinlikle usta işi bir çalışma. Oyuncuları, onun kadınlık ve erkeklik hakkındaki hisleri… Pasolini öylesine bir tanrı değil. O asıl “tanrı” olmaya daha yakın. Hem yeryüzündeki varlığımızın patolojisine yakın, hem de bizim neslimize. 1001 Nights (1974) filmini yeni izledim. Benim için güçlü bir kutsal kitap yorumu bu. Aynı kompozisyondan güç alıyor, aynı plastik formdan biçimleniyor, tıpkı kutsal kitaptaki gibi.

 

Fellini’nin filmlerini seviyor musunuz?

Fellini’nin filmlerindeki sihir şaşırtıyor. Onun tanrı vergisi düş gücü inanılmaz. Ama bu düş gücü tek yönlü ilerliyor, sadece gizemli bir hava vermeye doğru. Karakterlerini gerçeküstü hale getirmek için bitip tükenmeyen bir inadı var. And the Ship Sails On filmine bakın. Zamanın trajedisi, bir opera şarkıcısı ve savaş üzerine harika bir film… Olan biten her şey bir geminin güvertesinde gerçekleşiyor: La Scala’dan ünlü bir şarkıcının küllerinin dağılışı – zekice! İnsanlar nasıl onun kendisini tükettiğini söyleyebiliyor ki? Bence tam aksine bu film Fellini’nin en iyi filmlerinden biri.

 

Unutulmuş Ataların Gölgeleri’nden sonraki filmlerinizin milli ve etnografik özelliği mi başınızı resmi mercilerle belaya soktu?

Doğa bizi doğurur ve sonra bizi yeniden koynuna alır. Doğaya tapmak zorundasınız: onun hakikati, onun ideali, onun anneliği, onun anavatanı… Doğa hem vatan sevgisini yaratır hem de fanatizmi. Hem hükümetin temel prensiplerini korumak, hem de ülkeyi büyük bir şefkatle sevmek için. Ben Ukrayna’da Ukrayna’nın sorunlarıyla uğraşan bir Ermeni’ydim. Unutulmuş Ataların Gölgeleri ile 23 ödül kazandım. İlki Mar del Plata’da, sonuncusu Cádiz’de. Ukrayna’da tanındım ve kabul gördüm. Ukraynalılar beni sevdiler. Karım Ukraynalıydı, oğlum Ukraynalıydı. Oysa bazı çevreler bundan hiç hoşlanmadı. Tutuklandım ve beş sene hapiste kaldım. Sert geçen bir mahkûmiyet.

 

Hapishanede neler oldu? Hayatta kalmayı nasıl başardınız?

Sovyetler Birliği esir kamplarındaki tecrit, gerçekten dayanılması çok zor bir durumdu. Asıl trajedi, ruhsal çöküntüye uğrayıp işimi kaybetmek olurdu. Bu ortamda bir suçlu olabilirdim. Uzun suç kayıtları olan, kötü yola düşmüş, tehlikeli tutuklular vardı. Bu ortama düşüverdim birden, sonra sanatım beni kurtardı. Çizmeye başladım. Dört yıl, on bir günden sonra, serbest bırakıldım. Louis Aragon, Elsa Triolet, sevgili arkadaşlarım Herbert Marshall ve John Updike sayesinde özgürlüğüme yeniden kavuştum. Cezamın bitmesine on bir ay, on sekiz gün kala affedildim. Bunun haricinde, mahkûmlar da beni sevdiler, onların itiraflarını dinleme görevini üstlenmiştim. Her bir suçlunun itirafı, trajedileri ve suçları kulağıma fısıldandı. Tüm bunlar muhteşem bir senaryo ya da roman gibiydi. Bana verilen hediyelerdi bunlar. Yüz roman ve altı senaryo almış oldum böylece; bu senaryolardan dördü yakın zamanda filme çekilecek. Diğerleri de benim sırrım olarak kalacak. Belki bir gün basılırlar, belki beyazperdede görürsünüz, belki de sonsuza dek benimle kalırlar.

Hapishanede yaşam zordu. Ancak dağılıp parçalanmak yerine, orayı daha güçlü olarak terk ettim. Dört senaryo yazmış olarak artık daha zengindim. Bunlardan biri yapım aşamasında. Yönetmen Yuri Ilyenko Swan Lake: The Zone (1990) filmini çekecek, bu benim kötü yoldakileri anlattığım senaryom. Suç ortamı ve patolojisi yakında, o da insanları daha patolojik hale getiren tecrit hakkında… Sizi on gün boyunca kilitli tutuyorlar, burada hayatta kalabilmek için hem zihinsel hem cinsel olarak patolojik hale geliyorsunuz. Çünkü tecrit insanların tüylerini ürpertiyor. 2000 insanı bir esir kampında, bir “mıntıkada” tecrit altında tutarsanız, trajik şeyler meydana gelir.

 

O durumda siz ne yaptınız?

Çizmeye başladım. Grafik sanatına döndüm. Bazı ilginç materyaller yarattım, tecritteki çizimlerim kaldı bende. Arkadaşlarım bütün o pisliğin ortasında kendi işimle ve ruhaniliğimle inanılmaz bir saflığa eriştiğimi düşünüyorlar. Olabilecek en kötü hapishane koşullarıyla karşılaştığımda, bir seçim yapmak zorunda olduğumu anladım: ya dibe vuracaktım ya da bir sanatçı olacaktım. Bu yüzden çizmeye başladım. Hapishaneden çıktığımda yanımda 800 çalışmam vardı. Hapishanede yaptığım işlerden çoğu Erivan’da sergilendi. Üç ay sürdü sergi. Sergi kapandığında, kapısında hâlâ bir kilometrelik kuyruk vardı.

Benim İlk Arabam, 1980ler 1927 senesinden bir fotoğraf ile kolaj

 

Son filminiz Âşık Garip bir çocuk filmi – tıpkı ilk filminiz Andriesh gibi.

Evet, Andriesh, Âşık Garip filmine çok yakın. Ama yine de farklılar. Ustalık, deneyim, zaman meselesi aslında. O zamanlarda masumiyet ve gençliğin ateşi vardı. Andriesh aceleyle yapıldı.

Aşık Garip filminden bir kare

 

Âşık Garip nasıl doğdu?

Yedi yaşındayken anjin hastalığına yakalanmıştım, annem bana Mikhail Lermontov tarafından yazılan Âşık Garip masalını okurdu. Çok bilinen bir masal değildi, okullarda okutulmuyordu artık. Kafkasya’da yaşayan Türk bir kadın bu masalı Alexander Pushkin kadar iyi bir şair olan Lermontov’a anlatmış. Lermontov hakikaten ciğerime işlemişti ben çocukken. Ağladığımı hatırlıyorum. Ağlamıştım, çünkü Magul Megeri sevdiğini bekliyordu. Başka bir adamla evlenmek zorunda kalmıştı ve kendini öldürmek istiyordu. Aşkına ihanet etmemek için kılıç ve zehir kullanmayı bile denemişti. Sonra birden Âşık geri döndü. Bir Amerikan filmi gibi bitiyordu: Mutlu Son. Kendi Âşık Garip’imi aramaya başladım, bu Müslüman ozan dünyanın çeşitli yerlerinde dolaşıyor ve Magul Megeri’yi esaretten kurtarmak için gereken parayı kazanmayı çalışıyordu. Böyle bir genç adamı gerçekten buldum, komşum olan bir Kürt. 22 yaşında, kavgacı bir tipti, bir polisi fena benzetmişti. Akan çatı yüzünden kapıcıyı dövmüştü. Araba çalıyor, herkesle ağız dalaşına giriyordu. Onunla tanıştığımda “Bu kavgacılığı bir seneliğine bırakabilir misin” diye sordum. “Sonsuza dek bırakabilirim, ne teklif ettiğine bağlı” dedi. O Kürtler, Müslüman değildi. O da bir Hristiyan’dı, ama sahnede bir Müslüman’ı oynadı.

 

Âşık Garip filminde müzik çok dikkat çekici…

Kullandığımız bir Müslüman müziği. Trans-Kafkasya’dan değil bu müzik. Müslüman muram’ı, eski bir rapsodi şarkısı. Müslüman bir ozan rapsodiler söyleyerek ağır ağır dolaşır dünyayı. Sonra bu Müslüman, Hıristiyan dünyasına geliyor, Gürcistan’a. Bu bölümün adı The Ruined Cloister (Yıkık Manastır). Burada “Tanrı birdir” fikri var – sadece tek bir Tanrı vardır. Gürcistan’daki ana motifin, sürekli tekrarlanan temanın anlamı budur: Gürcü kilise korosu, onu Müslümanlar tarafından dövülmekten kurtaran Gürcü çocuklar. Burada, Âşık kendisi gibi olanlardan dayak yiyordu, çünkü onlar “düşmanın topraklarında, sen de düşmansın” diye düşünüyorlardı. Belki sen sadece düşmanın topraklarından geçen bir kardeşimizsin, ama bu da seni bizim düşmanımız yapıyor. Aslında müziğin anlatmaya çalıştığı tam olarak bu.

Yetenekli bir Azeri besteciyle çalıştım, adı Lavanchir Kuliyev’di. Ne istediğimi anlamıştı. Yapacağı iş çok çetin bir mücadeleydi. Karşısına pek çok zorluk çıkardım, hepsinin üstesinden geldi. Avrupa müziği bile kullandık: “Ave Maria”, Schubert, Gluck, “Passion”dan motifler. Müzik modern bir dokunuşla, su gibi aktı. İstedik ki Avrupalı seyirci “Ave Maria”yı Müslüman dünyası ile bağdaştırabilsin.

 

“Yılmaz Güney iki dünya arasındaki sınırı aşabildi”

 

Film müziklerinde, kilise müziği de duyduğumu sanmıştım…

Evet, org müziği, Hristiyan kilise müziği. God Is One (Tanrı Birdir) bölümündeydi, Gürcistan’da. Çok sesli a capella kilise müziği duyuluyordu. Geri kalanı da Müslüman muram’ı. Halkın filmi anlayıp anlamayacağı başka bir şey. Bir yetimhanedeki çocuklar şarkı söylediler filmde. Farklı illerden, dağlardan, bozkırlardan çocuklar geldiler okula, nasıl muram söyleneceğini öğrenmek için sadece. Şarkı söyleyen çocuklar bir filme duygusal derinlik ekleyebilirler. Sadece çok az film ve birkaç yönetmen iki dünya arasındaki sınırı aşabilir. Yılmaz Güney de bunlardan biriydi. Onun, Doğu’dan birinin, Avrupa için filmler yapabilmiş olması gerçekten müthiş. Bu kültür, dünyanın doğusu ile batısı arasındaki sınırın tam ortasında kalıyor.

 

Son üç filminiz –Narın Rengi, Suram Kalesi Efsanesi ve Âşık Garip– bir üçleme oluşturuyorlar mı, konu ya da tarz bağlamında?

Lenin Ödülü’nü kazanmak için filmleri birbirine bağlayıp üçleme haline getirirsiniz – sonra da halkın beğenisinin tadını çıkartın! Bu Tengiz Abuladze ve onun üç filmine oldu. Göze çarpan filmi Prayer (1969), The Wishing Tree (1977) ve Repentance (1986). Bu üç film aslında birbirine bağlı değildi. Ortak bir noktaları yoktu. Ona Lenin Ödülü’nü kazandırmak için bir bahane olarak birleştirildiler. Benzer tarzları, içerdikleri ifadelerin grafik gücü nedeniyle onlar bir üçleme olarak düşünüldü. Böyle gelişigüzel övgüye ihtiyacım yok. Benim filmlerimin tek bir ortak noktası var: tarz benzerliği. Benim hayatım yeterli bir kanıt. Ben bir ekol kurmak ya da birilerine bir şeyler öğretmek istemedim. Beni taklit etmeye kalkan herkes yolunu kaybeder. Yeteneksiz genç yönetmenlerden, genç sonradan görmelerden oluşan bir ordu var, sinema sektörüne gelmişler ve yönetmen olmayı bekliyorlar. Oysa yapmaları gereken, hayatları boyunca nasıl yönetmen olabileceklerini düşünmek olmalı.

Suram Kalesi Efsanesi çekimleri sırasında, Dawid Garedgi (Gürcistan), 1983, (Fotoğraf: Yuri Mechitov)

 

Çok uzun zamandır yeni filminiz İtiraf’ı (Confession) planlıyorsunuz.

Ermenistan’a sinematografik bir itiraf borçluyum, bir tür kişisel kutsal kitap. Annem, babam, çocukluğum, hapishanedeki tecrit ve düşlerim hakkında olacak. Ayrıca Sergey Kirov adına bir kültür parkı yapmak için harap edilen bir mezarlığın trajedisini de anlatacağım. Mezarlık, komünist Kirov’u onurlandırmak için yoldan çekilmeli. Sovyet vatanseverleri gelir, hayaletler oradan kovulur. Nereye gideceklerini bilemiyor hayaletler bu yüzden yaşayan varisleri olan benim yanımda barınak arıyorlar. Onları içeri alamam. Geceyi benimle geçirdiklerini polise haber vermek zorundayım. Elektriği bile olmayan ben, bir sigorta acentesi de değilim. Onlar kötülük bilmezler. Onların nesli, o zamanlar, daha kibardı. Tek istedikleri benimle kalmaktı. Ben ise onları sevdiğimi kanıtlamak için gözlerinin önünde ölmeliyim. Bu benim halkıma karşı görevim. Ben Gürcistan’dan bir Ermeni’yim. Ben Ukrayna’da filmler yaptım. Gürcistan’da ve Ukrayna’da parmaklıkların ardında acı çektim. Bazen gecenin bir yarısı uyanıyorum ve bit saldırısına uğradığımı hayal ediyorum. Hapishaneye temiz girebilirsiniz, ama o bitler sizin üzerinizde cirit atarlar. İki saat içinde bitlerle kaplı hale gelirsiniz.

 

“Filmim kutsal kitaplardaki hikayelere benzeyecek”

 

Bir sonraki filminiz ne olacak? Faust üzerine bir film?

Evet, ama Faust üzerine çalışmadan önce Amerika’ya gitmek ve Longfellow’un The Song of Hiawatha’sı üzerine bir film çekmek istiyorum. Harika bir iş o. Rusya’da bizim neslimiz tarafından hâlâ epey biliniyor. Ancak kitabın çevirisini bulmak çok zor; maalesef kimse onu yeniden basma zahmetine katlanmıyor. Bu filmi Amerika’da çekmek istiyorum, Longfellow’daki manzaraya karşı. Doğaya, yerlilere, tüylere, atlara, kahverengi derili genç kızlara, yakışıklı kahramanlara ihtiyacım var. Amerika’da bu film çabucak ve çok az maliyetle çekilebilir. Akıllı bir yapımcı olasılıkların nerelerde olduğunu, iyi ilişkilerin nasıl kurulacağını bilir, doğa gerisini halleder. Doğa bizim için mükemmel bir set hazırlamış. Hiawatha kıyafetleri de zaten var. Tek karar vermem gereken şefin kıyafetinde kaç tüy olacağı… Benim filmim kutsal kitaplardaki hikayelere benzeyecek, The Song of Hiawatha bu temaların biraz değişiği sadece. Âşık Garip de Müslümanların hikayelerinin bir çeşidi. Kahramanın doğaya, mizaha, kadınlara, kötülüğe ve güzelliğe bakışından bunu anlayabiliriz.

 

Peki Faust?

Faust Almanya’nın meselesi, Doğu ve Batı Almanya hükümetlerinin. Bence Almanlar harika insanlar. Onları ayıran duvara rağmen, aynı tarihi ve ortak bir geleceği paylaşıyorlar. Umarım film doğru değerlendirilir. Bu film ticari bir proje olarak görülmemeli, sanatsal değeri için yapılmalı. Faust gelecek nesil için önemli. Şu anki nesil yeniden eğitilemez. Televizyon onların hayatlarını yönetiyor. Sakız çiğnemeyi seviyorlar, belli başlı kıyafetler giyiyorlar; ancak bir sonraki nesil bunlar olmadan yaşayabilir. Biz sanatçılar, yönetmenler, siyasetçiler gelecek nesillerin yetiştirilme tarzını güvence altına almalıyız.

 

Âşık Garip’in prömiyeri için neden Münih Film Festivali’ni seçtiniz?

Âşık Garip’i halka sunmak için Münih’ten başka bir yer seçemezdim. Filmimle ilgili söyleyecek önemli bir şeyim var. Bu filmi çok seviyorum. Her sanatçı ne zaman öleceğini bilmeli. Ben bu filmden sonra ölmek istiyorum, çünkü gerçekten yaptığımla gurur duyuyorum. Bu film, benim sevgili arkadaşım Andrei Tarkovsky’nin hatırasına adandı. Tanrı birdir. Andrei Tarkovsky’nin aziz hatırası için bir dakikalık sessizlik rica ediyorum.

 

* Pera Müzesi‘ndeki “Parajanov Sarkis ile” sergisi 17 Mart 2019’a dek sürecek.

İngilizceden çeviren: Damla Göl

Kaynak: Pera Müzesi

 

İLGİLİ HABERLER

Kendi söküğünü diken hafıza terzisi: Parajanov

Haftanın etkinlikleri: 7-13 Kasım 2016

Daha fazla yazı yok
2024-05-03 00:28:33