A password will be e-mailed to you.

Rastlantı, tesadüf, şans, kader- kısmet, alınyazısı.. Her ne ise… Herkesin kendi meşrebince bir isim takabileceği bu büyük köşe kapmaca aynı zamanda insan hayatının en flu ve anlaşılmaz döngülerinden, açmazlarından biri değil mi? Nurinisa Eroğlu’nun kaleminden Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı…

Sami, öğle yemeğine çağırılmıştı fakat,  giderse, tanımadığı insanlar vardır ve  hal hatır sorararlar .. Ayrıca, ‘ayakkaplarınızı çıkarmadan girin..’ denilecek diye yalan söyleyerek reddetti gitmeyi. Gitseydi,  B’yle karşılaşacaktı. 

Böylelikle ilk fırsatı kaçırmış oldu.

İkinci fırsat hemen arkasından geldi. Dolmabahçe durağında iki yandan gelen iki tramvay aynı anda yan yana durdular. Başını sola çevirseydi B’yi görecekti. Aklı,  önünde oturan adamın kulağındaki Matisse desenine benzettiği kirde olduğu için.. başını çevirmedi. Göremedi.

İklim değişti. İlkbahar oldu. Karaköy’de dört yol kavşağındaki  tatlıcıda oturmuş..  Otomobillere, gelene gidene bakıyor. Birden gözü ilerideki köşeye takıldı. İki adam birbirlerinden ayrılmak üzereydiler. El sıkıştılar. İçinden ‘şapkalarınızı çıkarın’ dedi. Çıkardılar. ‘İnsanlardan yenilik beklemek saçma’ diye düşündü. Derken,  ayakkabıları topuksuz iki kızı gördü. ‘Topuksuz olması iyi’ diye düşündü. Kızlardan biri devetüyü renginde,  diğeri mavi yağmurluk giymişti. Ayrılacaklarken içinden ‘ Haydi, el sıkışın’ dedi. Hayır. Kızlar öpüşerek ayrıldılar. İşte o zaman, yani ezber bozulunca…

Kendini tatlıcıdan dışarıya attı. Devetüyü Yüksekkaldırım’dan, açık mavi Tophane’den yana yürüyordu.

Sordu:  ‘Tanrım, hangisi?’

Bir an durdu ve devetüyünü takip etmeğe karar verdi. ‘Gene yanıldı.’ B, açık mavili idi.

Yusuf Atılgan’ın, kendi deyimiyle ‘parası bol ama zengin olmayan!’ – aylak adamı,  resim atölyeleri, kahveler, pastaneler, lokantalar, yazlık pansiyonlar, şehrin sokakları, sinema ve tiyatroları ile evi arasında mutsuz- umutsuz yaşayıp giderken..

Başka bir şey olsun istiyor. ‘Başka türlü bir şey!’

Mesela: Biraz şaşırsın. Merak etsin. Sıkıcı akıştan, standart insan davranışlarından, hep aynı konuşmalardan.. Birisi onu çıkarsın, ‘alıp götürsün’  herkes, her şey geride kalsın istiyor. Çocukluğunun yaraları en görünmeyen yerinde.

Ustalıkla saklarken onca yıllık ama bir yandan hala taze acıları.. arıyor.

Aradığı,  hayatının kadını, ruh eşi: B.

Onunla o iki fırsattan birinde karşılaşabilseydi her şey bambaşka olacaktı.

Olmadı.

‘Devetüyü’- Güler-  onunla kendisi için heyecan verici ama öte yandan biraz da ‘tuhaf’ bulduğu bir ilişkiyi sürdürürken, aylak adam tekrarın, sığlığın ve benzerliğin sarmalında bir kez daha mutsuz oldu.

Güler,  yakın arkadaşı, B’ye yazdığı mektuplardan birinde bir parça tarif etti aslında kaçan fırsatı: ‘Biliyor musun biraz sana benziyor..’

Türkçe edebiyatın en huysuz ve huzursuz kahramanlarından o.

28 yaşında.

Hep bir yere, birisine geç kalmış olduğu duygusu var içinde.

Resim ve Bach en önemli tutkularından.

Babasından nefret ediyor.  

‘Büyük sevinçlerden büyük kederlere birden geçivermeyi’ çocukluk yıllarının yaşantısına borçlu!

İnsanları yalan söyledikleri zaman dinlemeyi seviyor.

Kendi deyişiyle, ‘Hiç kimse erkek yaratılmanın azabını onun kadar çekmedi!’ Arkadaşlarından ve kendisinden ve hayattan – çok- sıkılıyor.

Mütemadiyen sol kulağındaki yara izini kaşıyor.

‘Yarına varmanın en kısa yolunun uyumak olduğunu’  biliyor.

‘Eli Paketliler Sokağı’ diye adlandırdığı yerin sakinleri için en büyük korku, ‘komşularının saygısını yitirmek’ ona göre.  Kendisinin en korktuğu ise; vasat. İki oda, bir salon çekirdek kadar evde, karısının ve biri kız biri oğlan çocuklarının akşamlarına ‘elinde paketlerle’ yorgun argın dönmek mesela…

Ya da bir işte sabah 8 akşam 5 çalışmak.

Piyano dinleyememek.

Rahat etmek.

Günlüğüne şunu yazdı bir yaz gününde: ‘Açık korku kişiye adam öldürtür, gizlisi uslu uslu oturtur.’

Bir başka cümle ressam sevgilisiyle dertleştiği günden: ‘Londralı kasapla İstanbullu kasap dünyaya aynı gözlerle bakarlar.’

Ölü babasını unutamadıkça içen ve dağılan, ‘insanlar haksızken daha çok çok bağırırlar’ diyen,  bir gün aynaya baktığında ‘Gece razakı üzümü yiyebileceği için sevinen birini’ görünce bir daha üzüm almayan Aylak Adam, B’yi üçüncü kez plajda ıskalayıp finalde son anda ve son kez yakalamışken bu defa hafif yaralı atlattığı bir trafik kazasıyla elinden kaçıracak. 

Yusuf Atılgan’ın büyük romanı,  yıllardır tartışılan, üzerinde çok konuşulan bir eser.

Aylak Adam’ın B ile yaptığı labirentteki yolculuk ise,  bizi ister istemez aşkın rastlantı ile olan ilgisi üzerinde düşündürüyor.

Rastlantı, tesadüf, şans, kader- kısmet, alınyazısı.. Her ne ise… Herkesin kendi meşrebince bir isim takabileceği bu büyük köşe kapmaca aynı zamanda insan hayatının en flu ve anlaşılmaz döngülerinden, açmazlarından biri değil mi?

Nerede-ydi o!?

Tam da bulmuşken hatta.. Nerede kaybettik?

Hangi kapı arkasında, hangi son anda gitmekten vazgeçtiğimiz toplantıda, sinemada, konser salonunda? Kimbilir belki de.. hatta yanıbaşımızdayken.. nasıl karşılaşamadık?

İşin takvimi ne şekilde  gerçekleşti: Bir an,  beş  dakika, iki sene, sekiz ay?..

Orhan Pamuk, ‘hayatın gizli geometrisi’ şeklinde tarif ediyor bu gibi durumları.

Bir adı da, büyük kurgunun acımasız satrancı olan vaziyet Yusuf Atılgan’ın unutulmaz romanında,  Aylak Adam’la B. arasında yaşanıyor.

İzliyoruz.

Nefesimizi tutarak.

Belki bir dahaki sefere deyip.. umut ederek

Ve.. Malum finalden sonra..

Teraziyi bu kez kendimiz için de kurarak: Neredesin?

 

Notlar:

1.        Aylak Adam’ın meşhur ‘sol kulak’  meselesi: Annesinin ölümünün ardından babası ve teyzesini evde ‘uygunsuz vaziyette’ yakaladığı gün, üstlerine atıldığında babasının elini öyle bir ısırdı ki dişleri acıdı. Sonrası şöyle: ‘.. Birden sol kulağıma yapıştı. Pis, yakıcı bir acı duydum. Teyzem, “Ah, ne yaptın?” diyordu. “Kulağı yırtıldı! Alçak, kulağını yırttın onun! Kulağı yırtıldı! Ağlıyordu. Sonra düştüm. Kafamdaki ses durmadan, “Kulağı yırtıldı,” diyordu. Kulağı yırtıldı, kulağı yırtıldı, kulağı yırtıldı…’

 

2.     Çocukluğa dair bir başka hikaye: ‘.. Ertesi yıl kolejde boksa başladım. Ötekilerin benden yılgınlığı hoşuma gidiyordu. Kaskatı bir adam yapıyorlardı beni. Spor hocası, “Sen gerçekmiş gibi dövüşüyorsun,” derdi. Bütün bunları yalnız yorulmak için yaptığımı anlamazlardı. Son sınıftayken babam öldü. Evde yüzünü açıp gösterdiler. İçimi saran kurtuluş rahatlığını hatırlıyorum. Okula döndüğüm gün bahçede bir şeye gülmüş olacağım ki yanımda duran Feyyaz, “Yuf ulan! Dün babası öldü, bugün gülüyor,” dedi. Saldırdım. Elimden güç aldılar. Yüzü kanlıydı…’

 

 

3.     Bu defa… Deniz kenarında, lokantada. Garsondan rakı istiyor. Çabucak getirsin diye her zaman yaptığı gibi parasını konuşturarak, umduğunun üstündeki bahşişi ‘peşin vererek!’. Rakı geldi. Sonrası şöyle: ‘.. Bardağı doldururken, önemli olan artık içkiyi nasıl getirttiği değil, onu bir an önce içmekti. Yüzünü buruşturdu. Bu anason kokusunu sevmezdi. Ondan, eskiden birkaç kere bulduğu o kurtulmuşluk duygusunu umuyordu.’

 

 

4.     Son not, bir öneri: Aylak Adam ve onun içimizi yakan hikayesi için, J. S. Bach dinleyelim. Özellikle de passionları lütfen! 

Daha fazla yazı yok
2024-05-04 04:53:03