A password will be e-mailed to you.

“Kaderin sizi bağladığı şeyleri kabul edin ve kaderin sizi buluşturduğu insanları sevin, ama bunu tüm kalbinizle yapın.[i]

The Holdovers, Amerikan Bağımsız Sineması’nı hayatta tutan yönetmen Alexander Payne’in içimizi ısıtan ve ısıttığımızı etrafımıza yansıtabildiğimiz dokunaklı olduğu kadar öğretici yanları da olan bir drama. Alexander Payne filmi dokurken üç farklı karakterin öyküsünün birleştiği bir bağlam yakalıyor. Film de o bağlam etrafında dönüp duruyor. Hikâye 1970’lerin Amerikası’nda bir okulda başlıyor. Hikâyeye baktığımız zaman bu çok da aşina olmadığımız bir hikâye değil. Bilindik bir hikâyenin daha homojen bir sunumunu görüyoruz.

Filmi üç farklı karakter açısından ele almalı, ilk olarak Angus Tully ile başlayacak olursak; Angus zeki olduğu kadar haylaz ve geçimsiz de bir öğrenci profili çizmektedir. Daha önceden üç kez okuldan atılan Angus için Barton Lisesi son şansıdır. Eğer bu şansı da kullanamazsa askeri okula gönderilecektir. Filmin başındaki Angus ile filmin sonundaki Angus’a baktığımız zaman Angus’un olumlu manadaki değişimini gözlemleyebiliriz. Film boyunca karakter gelişimi artı çizgide ilerlemektedir. Aurelius’un dediği gibi bu gelişim kaderin onu buluşturduğu insanlar sayesindedir. Başta bunu reddeden Angus zamanla sevmeyi öğreniyor ve bunu da tüm kalbiyle yapıyor.

Hikâyenin ikinci önemli karakteri ise oğlunu Vietnam savaşında kaybetmiş okulun aşçısı Mary Lamb. Onun film boyunca karakter gelişimi aynı çizgide devam ediyor. Acısını yaşıyor ve bunu yaşarken insanları tüm kalbiyle severek yapıyor. Mary, dünyanın acı ve karmaşık bir yer olduğuna birinci gözden şahit konumda. Filmde Mary’nin motive edici yanlarının baskın olduğu sekansları görmekteyiz. Bu sekanslar bize bu hikâyenin itici gücünün aynı zamanda Mary olduğunu göstermektedir. Mary’i oynayan Da’vine Joy Randolph ise filmdeki rolüyle aldığı Oscar ödülünün hakkını vermektedir.

Hikâyenin baş karakteri ise Paul Hunham. Paul geziye çıktığı zaman müzede Angus’a yaptığı konuşmada, şimdiyi veya kendinizi gerçekten anlamak istiyorsanız geçmişte başlamalısınız tarih sadece geçmişin incelenmesi değildir aynı zamanda şimdiki zamanın bir açıklamasıdır, diye ifade eder. Paul bunu söyler çünkü kendisi geçmişte başlayamayan bir adamdır. Okula sıkışıp kalmış hayatında hiç kimsenin olmadığı hatta öğrencilerin dahi sevmediği bir öğretmendir o. Herkesin bir hikayesinin olduğu bu düzlemde kendi hikayesine yabancılaşmıştır. Paul’u bu yabancılaşmadan kurtaran şey ise Angus ve Mary ile kurduğu o bağdır. Üzerindeki yaşanmamışlık toprağını atarken Angus’a olumlu manada dokunan birisidir. Tüm bunlara rağmen bu film aslında bir akıl hocalığı filmi değildir. Film üçü arasındaki homojen bağı ustalıkla yansıtır.

Akıl hocalığı demişken Paul’un Angus’a olumlu manada dokunduğunu izlediğimiz bu filmin karşısında bu durumun tam tersi olan, bu sefer öğrencinin hocasına olumlu manada dokunduğu bir filmi koyabiliriz. Bu film Gus Van Sant’ın yönettiği Finding Forrester filmidir. Aslında The Holdovers’ta da karşılıklı bir dokunmanın olduğu ancak Paul’unkinin daha baskın olduğunu görürüz. Finding Forrester filminde ise Jamal’ın William Forrester’la olan ilişkisi de karşılıklı bir etkileşimi doğurur ancak burada bu sefer Jamal’ın dokunuşunun daha baskın olduğunu görmekteyiz. Bu etkiyle birlikte dışarıyı unutmuş bir adamı hayata döndüren bir etkisi vardır. Filmin sonundaki konuşma sekansı buna iyi bir örnektir.

Baktığımız zaman herkesin bir hikâyesi var. Kimininki sıradan ve olağan kimininki ise dokunaklı. Önemli olan bizim hikayemiz. The Holdovers filminin temel mesajı da bu hikâyelerin ne kadar değerli olduklarının altını çizmek. Tully, Paul ya da Mary. Hiç fark etmiyor. Aslolan ve varolan hikâyenin içindeki dokunuşların gücüdür.


[i] Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler, Çev: Yunus Emre Ceren, İş Bankası Kültür yay, 2018.

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 21:13:26