A password will be e-mailed to you.

Marvel’ın Netflix ve dizilerde genel olarak sıkıntılı bir dönem geçirdiği açık. Daredevil, Jessica Jones ve Luke Cage’in ardından gelen, evrensel olarak nefret edilen Iron Fist ve yine Iron Fist’in sürükleyici rol oynadığı The Defenders, beklentileri karşılayamamış, izleyenleri hayal kırıklığına uğratmıştı. Tüm bunların üzerine, Marvel’ın en kötü işi olan, X-Men’in yerini alması beklenen, Inhumans geldi. Inhumans, Marvel için bir diziden çok utanç kaynağı oldu. Marvel yavaş yavaş dizi evreninde güvenirliğini kaybetmeye, yürütücü yöneticileri sorgulanmaya başlıyordu ki 17 Kasım itibariyle The Punisher bu çöküşe isyan eder bir biçimde yayına girdi.

Daredevil’ın ikinci sezonun ilk dört bölümü, Punisher ve Daredevil’in çekişmesi şeklinde geçiyor. Bu dört bölümün Daredevil’ın en iyi bölümleri olduğuna dair ikna edici bir argüman üretilebilir. Fakat bu dört bölüm The Punisher dizisi için büyük bir engeli de ortaya koyuyor; Punisher’ı ilginç kılan hikayeyi biliyoruz, intikamını tamamladığını da biliyoruz, böyle bir karakteri tekrar aktif ve ilginç hale getirmek ustalık isteyecek bir senaryo yazımı gerektiriyor. Neyse ki Hannibal dizisinin de yaratıcısı olan Steve Lightfoot tam olarak da böyle bir senaryo yazmayı başarıyor.

The Punisher’ı sıkıcı veya yavaş bulanlar mutlaka olacaktır fakat ilk bölümün tamamında kendi halinde yaşamaya çalışan, kimseye bulaşmayan biri olarak resmedilen Frank Castle, Daredevil’da yaşadıklarına uygun olarak hareket ediyor. Tüm dizinin başarısı da aslında bu ilk bölümün beklenin aksine daha yavaş geçmesinde yatıyor. Frank Castle’ın karakteri üzerine o kadar iyi düşünülmüş ki, tüm hareketleri doğal bir akış içinde gerçekleşiyor. Bir karakterin ne kadar inandırıcı olduğunu anlamak için kurduğu saçma cümlelerin ağzına oturup oturmadığına bakmak yeterli ve Frank Castle’ın ağzından çıkan cümleler başka bir karakterin ağzından çıkamayacak kadar kendine ait.

Kusursuz bir oyuncu seçimi

Bu noktada Frank Castle’ı canlandıran Jon Bernthal’ı da konuşmamız gerekiyor. Çoğu oyuncu hayatında sadece tek bir ikonik karakteri canlandırabilirken Bernthal, ikinci ikonik karakterini de muazzam bir şekilde hayata geçirmeyi başarıyor (ilk ikonik karakteri tabii ki The Walking Dead’deki Shane idi). Vücut dili, sesi ve fiziği ile Bernthal, Frank Castle için kusursuz bir oyuncu seçimi.

Bernthal’ın dizide partneri Micro’yu canlandıran Ebon Moss-Bachrach’ın da performansı gayet başarılı. Punisher gibi bir karakterin partneri olmayacağı açık. Punisher, yalnızlığı içinde kendini rahat hisseden, kimseye güvenmeyen bir karakter. Dolayısıyla böyle bir karaktere ‘arkadaş oldular ve artık beraber çalışıyorlar’ yazarsanız, inandırıcı olma ihtimali olmaz. Böyle bir klişe yerine seçilen yol çok daha ikna edici ve Frank’in nasıl düşündüğüne dair tutarlı bir bakış açısı.

SPOILER

Bir senaryoda senaristin eli ne kadar az hissedilirse o kadar iyidir. İzlediğiniz karaktere o kadar kendinizi kaptırırsınız ki artık bir dizi izlediğinizi unutur, karakterin başına gelenleri adeta bir belgesel gibi izlemeye başlarsınız. Bu noktada mantığa aykırı ve karakterin asla yapmayacağı bir hareket görürseniz tüm büyü bozulur ve izlediğiniz şeyden uzaklaşırsınız. The Punisher, izleyiciyi içine çekmeyi ve gerçek bir karakterin hikayesini izlediğimiz yansımasını yaratmayı büyük başarı ile gerçekleştiriyor.

Frank Castle’ın daha ailesi ölmeden ailesini kaybetmeye başlaması, bazen çocuklarının yanında olmaktansa kan ve kurşunlarla dolu bir odada olmayı tercih etmesi, çocuklarının kendisine yabancı biri olarak başlaması gibi detaylar, harika detaylar. Böylesi bir dizi için bu detaylar vazgeçilmez bir kaynak da sağlıyor. Frank, sadece ailesini öldürenlerden değil kendi benliğini de öldürenlerden intikam almak istiyor, asla eskisi gibi olamayacak, asla tramvalarını atlatamayacak ve bu yüzden devamlı intikam almak zorunda kalacak bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Bu detay o kadar önemli ki Frank’i tek boyutlu bir ölüm makinesinden insana dönüştüren tek şey bu.

Henüz diziyi bitirmediğimi ve 8’inci bölümde olduğumu belirterek yukarıda öve öve bitiremediğim The Punisher’ın biraz da sıkıntılı bölümlerine değineceğim.

Marvel evreninin en kötü aksiyon sahnesi

İlk bölümde karşımıza çıkan Frank, tüm hırsını duvardan çıkarmaya çalışan, kimseye bulaşmayan bir karakter fakat bir cinayeti durdurmaya çalıştığında işin sadece cinayet durdurmak olmadığını görüyoruz. Frank, öldürmeye bağımlı ve her gün bağımlılığı ile mücadele etmek zorunda, karşısına böyle bir fırsat çıkınca sadece tehlikede olan kişiye tehdit olan üç kişiyi değil tüm mafya örgütünü öldürerek rahatlıyor. Bu sahnelerde Frank’in rakiplerini kolaylıkla alt etmesi de güzel bir detay. Genelde kahramanlar kiminle karşı karşıya olursa olsun zorlanır fakat dizinin yaratıcısı Steve Lightfoot bunun saçmalığının farkında olacak ki Frank için kolay olması gereken işleri ona kolayca yaptırıyor. Homeland’in başında olan Carson Wolf ile mücadeleleri ise daha sert geçiyor ve bunu da seyirci olarak inandırıcı buluyoruz.

Tüm bu övgüleri hak etmesine rağmen dizinin en kötü bölümü bir aksiyon sahnesi… Afganistan’da geçen savaş hatıraları o kadar kötü çekilmiş ve sanat yönetimi o kadar başarısız ki tüm Marvel dizilerindeki aksiyon sahnelerinin ününe leke sürüyor.

Biraz da senaristin elinin hissedilmediği sahnelerden hissedildiği sahnelere geçelim. Bu konuda dikkatimi en çok çeken üç hamle:

1. Frank ve Micro’nun ‘kimse ölmeyecek kuralı 

Frank ve Micro, Agent Orange’ın yerini kendilerine aktarabilecek generali ziyaret ettiklerinde, Micro, Frank’e “kimse ölmeyecek” diye bir kural koyduruyor. Bu operasyondan önce herkesi rahat rahat öldüren Frank, bu operasyon için bu kurala uyuyor. İnandırıcılıktan uzak bu sekansın tek nedeni ise kötü adamımızın bu bölümde ölmemesi gerektiği gerçeği.

2. Micro’nun evindeki kameraların kapanması

Micro’nun eşini ve çocuklarını gözetlemek için kurduğu birçok kamera da aynı anda yayını kesiliyor ve Frank, durumu kontrol etmek için Micro’nun evine gidiyor. Bu noktada kameraları birinin keşfettiğini varsayıyoruz fakat tüm bu sahne Frank ve Micro’nun karısı Sarah’ın öpüşmesi için yazılmış bir senaryo hamlesi.

3. Frank’in ikinci ailesi

Bu senaryo hamlesi diğer iki maddede bahsettiğimizden biraz daha farklı. Burada senaryo boşluğundan çok klişeye bir yolun çizilmiş oluşu dikkat dağıtıyor. Dizide daha ilk gördüğümüz andan beri kötü bir karakter olmasından şüphelendiğimiz Billy Russo hakkındaki şüphelerimiz haklı çıkıyor. Billy Russo’nun bir önceki rolünün Westworld’de seks ve öldürme düşkünü Logan olduğunu düşünürsek, ‘sürpriz’ olması gereken bu hamlenin amacına ulaşmasının ne kadar zor olduğunu da görebiliriz.

Hakkında yazılan tüm övgüleri hakeden bir dizide böylesi üç hamleyi açıklamak gerçekten zor. Dizinin üzerine çok düşünüldüğü, eski askerlerden bilgiler alındığı açık bir şekilde belli oluyor. Mesela Curtis’in başından geçen keçi hikayesi, Agent Orange’ın Agent Orange olmasına neden olan sapkınlığı, Billy Russo’nun çocukluğu gibi hikayeler karakterlerin davranışlarını daha inandırıcı kılabiliyor. Bu karakterlerden sadece Billy Russo’nun karakterinin biraz daha Hannibal karakterine benzediğini yani The Punisher’ın realistliğinden biraz uzaklaşarak daha estetik bir gerçeklikte yaşadığını da eklemem gerek. Dolayısıyla bu kadar üzerine düşünülmüş, inandırıcı olması için çaba harcanmış bir diziye yukarıda bahsettiğim üç senaryo boşluğu yakışmıyor. Yine de başka ufak detaylar olsa da 8 bölümde sadece üç adımın yanlış atılmış olması diğer dizilere kıyasla başarılı sayılabilir.

 

 

Uzun lafın kısası, The Punisher, Marvel’ı tekrar dizi piyasasına geri döndüren, ustalıkla yazılmış, sadece bir süper kahraman dizisi değil, her anlamda iyi bir dizi olmayı başarabilmiş yapım. İzleyin, izlettirin.

 

İLGİLİ YAZILAR

Daredevil dizilerin The Dark Knight’ı mı?

NetflIx’in son süper kahramanı: Iron FIST

Jessica Jones Netflix sıralamasında nerede?

Walking Dead’in kaderini değiştirecek adam

Walking Dead’in kaderini değiştirecek adam

Daha fazla yazı yok
2024-04-26 00:22:03