A password will be e-mailed to you.

The Museum Hotel Antakya, Antakya’nın ortasında zeminindeki milattan sonra altıncı yüzyıla tarihlenen mozaikleriyle binlerce insanın ölümüne neden olan depremlere direndi. Hasarları olsa da ayakta! Biz de müzenin iddialı tasarımına imza atan mimar Emre Arolat’a bunun sırrını sorduk. Bununla da kalmadık yasımıza rağmen iktidarın hızla yeniden inşa için kolları sıvadığı bölgede yeniden şehirlerin ayakta kalacak şekilde nasıl inşa edilmesi gerektiğini konuştuk.

Ayşegül Sönmez: Çok çok acı bir günde Sanatatak’a vakit ayırdığınız için çok teşekkürler yasımız baş tacı ancak bundan sonrası için önemli olduğunu düşünüyorum katkılarınızın. Öncelikle Antakya Museum Hotel ve Hatay mozaik müzesi iki bina bu şiddette Antakya’yı, 10 ilimizi yerle bir eden zelzeleden ayakta kalan 2 ikonik dikey yapı. Antakya Museum Hotel’de sizin imzanız var. Benim kuş yuvasına benzettiğim adeta M.S. 6. yüzyıl villalarından kalma mozaiklerin üzerine asılı kaldığımız tasarım çok sürpriz bir şekilde hala ayakta. Ne kadar hasarlı olduğu ayrı bir konu ve soruşturma konusu ancak benim sorum bu tasarıma imza atarken mozaiklere zarar vermemek kadar deprem konunuz olmuş muydu? Depreme dayanıklı olmalı diye bir kriteriniz var mıydı?

Emre Arolat: Rica ederim. Öncelikle Antakya’da ayakta kalan başka yapıların da olduğunu hatırlatmak isterim. Ancak sayıları yıkılanlarla kıyaslandığında ne yazık ki inanması çok zor olacak kadar az…

Ben her yapının pek çok ölçüt üzerinden ete kemiğe büründüğüne ve her projenin geniş anlamda içinde yer aldığı bağlamın verilerini kullanarak zaman içinde şekillenmesinin derin tılsımına inanan bir mimarım. Tasarımcının söz konusu bağlamı oluşturan yüzlerce unsuru önce çok ayrıntılı bir ön çalışma ile keşfetmesinin, sonra olabildiğince ayrıştırarak anlamasının, katmanlı bir analizle değerlendirmesinin ve en sonunda da öncelediklerini içselleştirerek kendi yorumunu üretmesinin önemine olan bir inanç bu. Evet, neticede her proje onu tasarlayanın öznel görüşleri ve bir tür spekülatif karar silsilesiyle gelişir. Ancak projenin içinde yer aldığı bağlamın ortaya koyduğu özelliklerin her birini bir diğeri ile çarpıştırarak, hatta gerektiğinde lime lime ederek hesaba katmak benim için bu sürecin en elzem ve sanırım aynı zamanda en kritik tarafı.

The Museum Hotel Antakya yapısı da pek çok diğer proje gibi konumlandığı coğrafyanın doğal, fiziksel, iklimsel, sosyal, kültürel, tarihsel, demografik, ekonomik ve politik verileri üzerinden şekillendi. Bu coğrafyanın en belirgin özelliklerinden olan deprem gerçeği de ilk aşamadan itibaren gündemde tutulan başat bir unsur olarak yapının cisimleşme sürecinde tasarımın önemli ölçütlerden birine dönüştü.

“Zemin etüdünün bulguları ayrıntılı bir biçimde değerlendirildi ve yapının ana taşıyıcıları mevcut zeminin metrelerce altındaki sağlam zemine oturtuldu. Bu işlemler sırasında arazide bulunan tarihi kalıntıların bütünüyle korunması da çok önemli bir diğer ölçüttü.”

Yapının taşıyıcı sistemi büyük oranda çelik strüktür olarak tasarlandı ve imalat çok ciddi bir mühendislik hizmeti alınarak gerçekleştirildi. Burada yapının taşıyıcı sistem projesini hazırlayan NODUS Mühendislik ve İnşaat Yüksek Mühendisi sevgili Bülent Deveci’nin adlarını anmak ve haklarını teslim etmek isterim. Aynı ciddiyette yapılan zemin etüdünün bulguları ayrıntılı bir biçimde değerlendirildi ve yapının ana taşıyıcıları mevcut zeminin metrelerce altındaki sağlam zemine oturtuldu. Bu işlemler sırasında arazide bulunan tarihi kalıntıların bütünüyle korunması da çok önemli bir diğer ölçüttü. Bu koşulları sağlayabilmek için yapım aşamasında çok özel yöntemler kullanıldı ve aynı zamanda süreç boyunca ortaya çıkan yeni buluntular nedeniyle tüm projeler defalarca yenilendi. Tüm bu olgular hem projelendirme hem de yapım sürecinin beklenenden katbekat uzun sürmesine yol açtı, ancak bu süreçte teknik gerekliliklerden kesinlikle hiçbir taviz verilmedi. Mimari, Statik, Mekanik, Elektrik ve Altyapı projelerinin birbirleri ile ve tüm bu projelerin de alandaki buluntulara ait koruma ve restorasyon projeleri ile uyumunun ve koordinasyonunun sağlanması bizler için bu zorlu sürecin bir başka önemli meselesi idi.

Bu tür yapıların deprem anında salınım yaparak sarsıntının yıkıcı etkisini sönümlendirmesi ve böylelikle bertaraf etmesi öngörülür. Müze Otel yapısı da meydana gelen bu felaket sırasında teknik olarak hayli olumlu bir performans gösterdi ve gözle görülür, kayda değer bir hasar almadı. Depremin bu denli büyük bir tesir oluşturmasına karşın olay sırasında içinde bulunanların tümünün salimen ve kontrollü bir şekilde dışarı çıkabilmesine olanak verdi. Yapı daha sonrasında da tedbir amaçlı olarak tamamen boşaltıldı.

Proje ekibinin tasarım aşamasında ortaya koyduğu mesleki sorumluluk bilincinin yanında vurgulanması gereken bir diğer önemli konu da yapının inşa sürecinde imalatın ve belki de bundan daha önemlisi, teknik kontrollerin titizlikle yapılmış olması.

Depremden önce Antakya Museum Hotel ve çevresi

Yani bu soru aslında sizin gibi bir mimara genel de bir soru. Emre Arolat mimarlık bürosu, tasarım yaparken özellikle de Türkiye’nin çok farklı noktalarında Dalaman, Adana vs…. fay hatlarını, tehlike haritaların ne kadar dikkate alır? Şayet aldığı zaman başvuru kaynakları var mıdır? Fay hattında depreme dayanıklı bir mimarı tasarım mümkün müdür?

Az önce de anlatmaya çalıştığım gibi, nitelikli bir yapının tasarımında onlarca, hatta yüzlerce ölçüt devreye girer. EAA bu ölçütlerin her birinin titizlikle değerlendirildiği bir tasarım sürecini benimsemiştir.

Bugün kullanılan evrensel teknik bilgi dağarcığı ve yüksek teknoloji sayesinde, yapım maliyeti de göz ardı edilirse, yeryüzünün her noktasında ve her koşula dayanıklı yapılar inşa etmenin teorik olarak mümkün olduğu söylenebilir. Ancak yine de ortada çok ayrıklı bir durum olmadığı sürece kişisel olarak bu tür iddiaları çok da anlamlı bulmadığımı söylemeliyim. Bir yapının ya da daha geniş çerçevede bir yerleşkenin, hatta daha da büyük ölçeğe çıkalım, herhangi bir yerleşim biriminin çok özel haller dışında zemin ve depremsellik anlamında sorunlu bölgelerde konumlanmasını doğru bulmadığımı vurgulamak isterim. Bu çerçevede çok yönlü ve büyük ölçekten yapı ölçeğine kadar titizlikle ve katmanlı bir şekilde ele alınan kentsel planlamanın önemine bir kez daha dikkat çekmek gerekir.

Çok genel bir tanımla, bir yapının yer alacağı konumun zemin ve depremsellik özelliklerine bağlı olarak tasarlanması ve bu çerçevede üretilmiş olan yönetmeliklere uyum sağlaması esastır. Ancak her şeyden önce yönetmeliklerde verilen tüm verilerin kabul edilmesi gereken en az değerlerden oluştuğu bilinmelidir. Herhangi bir yapının taşıyıcı sistem tasarımını yapan uzman mühendisin deneyimi ve öngörüsü ile bu konuda yapacağı yorum önemlidir. Bununla birlikte, taşıyıcı sistemin konfigürasyonu da çok kritik bir konudur. İmalat esnasında yapım detaylarına da dikkat edilirse, yapı kabul edilen yüklerin daha fazlasını rahatlıkla karşılayabilir. Belki tekrar olacak ancak bir kez daha hatırlatmak isterim ki bir yapının deprem anındaki performansı ile ilgili olarak ayrıntılı zemin etütlerine göre hazırlanmış olan taşıyıcı sistem tasarımı en kilit projedir ve hiçbir mimari fikir, deney ya da kapris taşıyıcı sistem tasarımına ilişkin prensiplerin önüne geçmemelidir.

Depremden sonra Antakya Museum Hotel.

Antakya’ya dönecek olursak, museum otelin zeminindeki mozaiklerin yapıları engebelidir. Geçmiş depremlerini izlerin taşır. Bir mimar olarak bu iniş çıkışlı topografik görüntüyü siz o zaman nasıl değerlendirdiniz şimdi nasıl değerlendiriyorsunuz?

İtiraf etmem gerekir ki bahsettiğin mozaikler içinde özellikle merkezdeki büyük parçanın yıllar içinde geçirdiği depremler nedeniyle aldığı topografik hal ilk görüşte beni çok etkilemişti. Bir yandan tüm bu sarsıntılar sonrası neredeyse tek parça olarak algılanabiliyor olması, diğer yandan o esnada kısmen de olsa yapılmış olan temizlik ve restorasyon çalışması sonrasında ortaya koyduğu parlaklık ve geometrik zenginlik aklımı başımdan almıştı.

Bu felaket sonrasında biçimini büyük ölçüde koruduğu bilgisini aldım. Ancak onunla yaşayacağım ilk karşılaşmayı, bu berbat olay sonrasında bu topografik mucizenin bana ne anlatacağını ve göreceğim manzara karşısında ne hissedeceğimi inan ben de çok merak ediyorum.

İstanbul da depremini bekliyor. Bu depremle tanık olduklarımız sayesinde bunu daha da çabuk bekler olduk ve ne zaman bunu konuşmaya çözüm bulmaya çalışsak sağlıklı binalarda oturmanın da binamızı sağlıklı hale getirmenin de maddi olarak imkânsız olduğunu idrak ediyoruz. Bu sizce de imkânsız mı? İstanbul’un depreme dayanması her birimizin sağ salim kalabilmesi imkânsız mı?

Bahsettiğin anlamda bütünsel bir imkansızlığa doğrusu hiç inanmıyorum. Bugünkü merkezi yönetim, 1994 ve 2019 yılları arasında, tam yirmi beş yıl İstanbul’u yönetti. Bütünüyle doğru değil ama, haydi diyelim ki hepimizi uyarması gereken Yalova ve Düzce depremleri 1999 yılında gerçekleşti ve daha öncesinde de deprem hiçbirimizin gündeminde değildi; yine de bu yönetimin kenti hazırlamak için en az yirmi yılı vardı. Üstelik bu süreç merkezi ve yerel yönetimin uyum içinde olduğu ve en azından uzunca bir süre halkın önemli bir bölümünün neredeyse kayıtsızca destek olduğu bir döneme rastlıyor. Bu zaman aralığı çok daha verimli ve bilimsel gerçekliklere uygun olarak değerlendirilseydi, çıkartılan yasalara, kanun hükmünde kararnamelere ve yönetmeliklere uyulsaydı, yasaların eksik kısımları tamamlanıp gereken düzenlemelerin tümü yapılsaydı, böylelikle evrensel tasarım, yapım ve denetim normlarına uygun bir imalat süreci yürütülseydi, bugün büyük bir deprem felaketi bekleyen İstanbul’un için söz konusu olan tehlikenin önemli bir bölümü bertaraf edilmiş olurdu. Hep söylerim, ilk olarak İhsan’dan (Bilgin) duymuştum “toplumsal suç ortaklığı” tanımını. Kimse üzerine almak istese de bir gerçekliktir bu aslında. Acı ve fena bir gerçeklik.

Öte yandan kişisel olarak halen İstanbul’un öncelikli meseleleri arasında en önde geleninin bu olduğunu düşündüğümü söylemeliyim. Bu çerçevede daha fazla zaman kaybetmeden, geç kalındı, iş işten geçti demeden, kentin tüm katman ve dinamiklerini göz önüne alan bir dönüşüm planı yapılmalı. Kim bilir belki birazdan belki de on, ya da yirmi yıl sonra gerçekleşecek bu deprem. O zaman geldiğinde de bugünkü gibi hayıflanmayız hiç olmazsa…

Tam 10 yıl önce değerli sosyolog Ayşe Çavdar ile yine Sanatatak için nefis bir konuşma yapmıştınız. Demişsiniz ki:

“Ben Menderes’in kent hakkındaki tahayyülleriyle bugünkü başbakanın fikirleri arasında hiçbir fark olduğunu düşünmüyorum” ve şöyle de demişsiniz:

“Menderes, Vatan Caddesi’ni açtığında bu adam ne yapıyor diye sormuyordu kimse. Büyüklerimiz yapar diye görüyordu. Şimdi bana ilginç gelen de şu: Özel sektör değişmiş, dünyaya başka türlü bakıyor, beklentileri farklı… Böyle olmasına rağmen, yönetenle yönetilenler arasında koca bir ilişkisizlik var. Bu bağlamda hiç değişmedi. Hiç kimse hala üçüncü köprüye, üçüncü havalimanına, İstanbul’un kuzeye doğru gelişmesine ciddi anlamda ses çıkarmıyor.” 

Bugün depremin bilançosunun maddi ve manevi bu kadar ağır, trajik olmasının nedeni tam da 10 yıl önce yaptığınız bu analizde yatmıyor mu?

On yıl önce sözünü ettiğim yönelimin etkisini giderek arttırdığını, son birkaç yılda ise ipin ucunun toptan kaçtığını hep birlikte izledik. Önceleri şaşırırdık, sonra alışmaya başladık. Belki de en kötüsü bu oldu. Evet, on yıl önce sözünü ettiğim kopukluk bugün neredeyse karşılıklı düşmanlık mertebesine ulaştı. Bu durum son dönemde yeni kuşakların oyuna katılması ve sosyal medya olanaklarının on yıl önce tahmin edilenin çok ötesinde bir iletişim seviyesi oluşturmasıyla birlikte daha taze ve çok daha ilgi çekici bir iklim yarattı. Evet, son günler hepimizi derinden yaraladı, zihnimizi, moralimizi ve belki de hayallerimizi allak bullak etti. Sanıyorum hiçbir zaman bugünkü kadar huzursuz hissetmemiştim kendimi. Ama ne tuhaftır ki gelecek için aynı anda bir o kadar da umutluyum bugün. Karşıdan hızla gelen trenin ışığı değildir umarım karanlığın ucunda gördüğüm.

 

Sizin gibi entelektüel iddiası olan hem de Türkiye’yi, İstanbul’u seven, uluslararası işlere imza atmış bir mimar, imar affı karşısında ne hisseder? Ne hissetti? Sizin için nedir imar affı tam olarak?

İmar affını toplu halde taammüden öldürme teşebbüsünden pek de farklı görmüyorum doğrusu. Giderek daha da sık yaşanan, son dönemde her seçim öncesi en önemli oy silahlarından biri olarak görülen ancak sadece bugünkü yönetime mal edilemeyecek kadar da eski, hatta bu coğrafyada toplumun genetik yapısına işlemiş bir girişim. Haksızlığa yol açan, kanun tanımadan inşa etmeyi, ahlaksızlığı ve umarsızlığı normalleştiren hatta teşvik eden… Tek kelimeyle tanımla dersen, tek kelimeyle rezillik diyebilirim.

 

İktidar işini de “inşaat” olarak açıklamışken bir şehir depremden sonra nasıl ve nerede inşa edilmeli? Antakya peki yeniden nasıl inşa edilecek? Edilmeli? Sizin bu konuda önerileriniz neler? Örnek bir çalışmanız var mıdır?

Doğrusu bir yanım daha enkazda insan aranırken bunu düşünmek, dillendirmek ya da tartışmak ne kadar doğru diye soruyor, diğer yanım ise “çabuk ol, iş işten geçmeden, TOKİ etrafı sarmadan bir şeyler yapman gerekir” diyor. Ne acı değil mi? Oysa kâğıt üstünde TOKİ ne kadar da uygun bir kuruluş. Web sitesinin ‘Kurumsal’ sekmesinde Toplu Konut İdaresinin 2985 sayılı Kanunla tanımlanan/belirlenmiş görevleri arasında, doğal afet meydana gelen bölgelerde gerek görüldüğü takdirde konut ve sosyal donatıları, altyapıları ile birlikte inşa etmek, teşvik etmek ve desteklemek olarak tarif edilen bir madde var. Ne günlere kaldık… Devletin bu amaçla kurulmuş, kuruluş yıllarında hayli nitelikli işler yapmış böyle bir kurumu var ve biz onlardan proje kaçırma planları yapıyoruz. Tıpkı yangından mal kaçırır gibi. Çok acı gerçekten.

Sorunun cevabına gelirsek… Evet, bu konuda bir girişimde bulunacağız. 2020’de yaşanan deprem sonrasında bir grup gönüllü arkadaşımla birlikte Elâzığ’a gittik ve kent için neler yapabileceğimiz konusunda yöneticilerle görüştük. Elâzığ Belediyesi ile yaptığımız değerlendirme neticesinde benimle birlikte içinde Profesör Ece Ceylan Baba ve Yeditepe Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nden bir grup öğrencinin olduğu bir tasarım ekibi kurduk. Elâzığ-Malatya Karayolu üzerinde bulunan yaklaşık 600.000 metrekare büyüklüğünde bir rezerv alanı, belediye adına gönüllü olarak düzenlemeye ve bu alanda sürdürülebilir bir yeni kent parçası oluşturmaya karar verdik. Daha sonra ekibe bir grup akademisyeni de danışman olarak kattık. Yaklaşık iki buçuk yıl süren çok yoğun bir çalışma neticesinde, kentsel tasarım ölçeğinden en küçük mimari yapısal detaya kadar titizlikle hazırlanmış projeyi inşaat ihalesi için belediyeye teslim ettik. Bu bence içinde mimarlık dünyasının, akademyanın, yerel yönetimin ve Valilik kanalıyla da merkezi yönetimin bulunduğu çok katmanlı bir katılım olarak hayli heyecan verici ve öncü bir örnek oluşturdu.

Bu deneyimden hareketle, Ece ile dün Antakya meselesini konuştuk. Kuşkusuz bu kere konu çok daha geniş, katmanlı ve uzun soluklu. Son depremde neredeyse tamamen yok olmuş kadim bir şehirden söz ediyoruz. Birden fazla kere başına aynı şey gelmiş, farklı dönemlerde yaşadığı depremler neticesinde yerle bir olmuş, yine de gidip defalarca aynı sorunlu toprağa yerleşmiş bir medeniyetler yumağı. Tabii bu yönüyle de inanılmaz heyecan verici bir durum. Kentsel ölçekten başlayarak çok ciddi kararlar almak, kısa, orta ve uzun dönemli projeksiyonlar yapmak, bu esnada acele etmemek ama çabuk olmak gerekiyor. Bu çerçevede her türlü disiplini içeren çok nitelikli bir planlama ve danışma ekibi oluşturmak ve yine gönüllü olarak bu işin içinde yer almak düşüncesindeyiz.

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 15:53:22