A password will be e-mailed to you.

İnsan doğasının karanlık tarafını ortaya çıkarmak sanatın temel amaçlarından biri olmuştur. Bu amacı önceleyen, insanı anlatan disiplinlerden biri de şüphesiz sinema sanatıdır.

Bir sinema filminin de her şeyden önce soru sordurtan nitelikte olanlarını kıymetli buluyorum; neleri sordurtuyor ya da cevabının -cevabı bulmak şart değil- peşine düşeceğimiz  hangi sorular zihnimizde yankılanıyor? Öyle ya karanlıklarımız sadece korkularımızdan ibaret değil; özlemlerimiz, bilinmezliklerimiz, heveslerimiz, ilhamlarımız da dahil. Ruhumuz da bunun en büyük simge aracı.

Nuri Bilge Ceylan da sineması yoluyla insan ruhunu deşmeye, anlamaya, anlatmaya, karanlık yanıyla hemhal olmaya meyilli bir sinemacı. “Kuru Otlar Üstüne”de ise bu karanlığın dozunu biraz daha arttırıyor. Ancak buradaki karanlık salt insanın kötü yanını, kötülüklerini tasvir eden katran karası bir karanlık değil. Ele aldığı Türkiye politik atmosferinin reel detayları ile karlar eridiğinde bile yeşile çalmayıp sararan, kuruyan otların hakim olduğu coğrafyanın çıkışsızlığının bir bütün olarak oluşturduğu bir karanlık; bunu da ilk kez bu kadar net sunuyor.

Sineması nereye evrilir, bir sonraki filmi ne üstüne olur hiçbir bilgim ve fikrim yok ancak Kuru Otlar Üstüne hakkında kimi zaman anlamlandıramadığım (henüz anlamlandıramadığım), kimi zaman artık buradan geriye dönülmez denilecek bambaşka bir noktada olduğu(muz) izlenimindeyim. Ki bence bu, hâlâ Ceylan sinemasında favorim olan filmi “Ahlat Ağacı” ile başlayan bir sürecin devamı. Sinan (Doğu Demirkol) karakterinin finalde kuyuyu kazmaya giriştiği yerden devam eden Ceylan, kuyuyu kazmaya ve derinlere inmeye devam ediyor. “O su çıkacak mı?” diye merak ve umut ettiğimiz bir noktada bırakmıştı bizi en son.

Ceylan, senaryosunu Ebru Ceylan ve Akın Aksu ile birlikte yazdığı, Cannes Film Festivalinde Altın Palmiye için yarışan ve başrol oyuncusu  Merve Dizdar’a En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandıran son filminde Samet, Kenan ve Nuray‘la kurulan ana üçlünün hikâyesine dahil ediyor bizi. Bir de Samet’in diğer öğrencilerine nazaran daha çok ilgi gösterdiği Sevim var…

Erzurum’un bir köyünde zorunlu hizmetini yapmakta olan resim öğretmeni Samet (Deniz Celiloğlu), evini yine öğretmen olan arkadaşı Kenan’la (Musab Ekici) paylaşmaktadır ve İstanbul’a tayin olmayı ümit etmektedir. Bir gün öğrencisi Sevim‘i (Ece Bağcı) taciz etmekle suçlanır. Samet, bu suçlamadan kendini temize çıkarmak için mücadele ederken, aynı zamanda okulun ve toplumun katı kurallarıyla da başa çıkmak zorunda kalır. Nuray’ın (Merve Dizdar) hayatlarına dahil olmasıyla birlikte Samet’in, Kenan’la olan arkadaşlığının seyrinin değişimini, kıskançlık, bencillik, kayıtsızlık, erkeklik, toplumsal meseleler gibi insanlık hallerini ve ideolojik tartışmaları olabildiğince derin, hisli, sert ve yenilikçi bir anlatıda izlemeye başlarız.

Samet (Deniz Celiloğlu)

Farklı Biçimsel Denemeler, “Devrimsel” Yenilikler

Nuri Bilge Ceylan sinemasının alametifarikaları var malumunuz;  uzun ve sakin planlı sahneler, güçlü karakterler, güçlü- detaylı sanat yönetimi, fotoğrafçılığından beslenen güçlü kadrajlar. Başlangıçta öyle olmasa da son filmlerinde karakterlerine yazdığı bol replikleri, atmosferinin tekinsizliğini de bunlara ekleyebiliriz. Zaten “Kuru Otlar Üstüne” bahsi geçen bu sinemasal ögelerin karışımı biraz da.

İkili, bol diyaloglu tartışma sahnelerini “Kış Uykusu” ve “Ahlat Ağacı”ndan hatırlıyoruz. Mum ışığı-soba alevi-abajurlarla aydınlanan karanlık görüntüleri ve kimi anlardaki tekinsizliği ise “Bir Zamanlar Anadolu” ile kardeş kadrajlar kuruyor. Ceylan, Ahlat Ağacı ile denediği ışık devamsızlığındaki biçimsel teknik farklılığı bu sefer kamera hareketlerine taşıyor; daha çok sabit ve dingin kamerasına aşina olduğumuz Ceylan, hızlı pan geçişlerini ve hiç beklemediğimiz anda gelen dördüncü duvar ihlaliyle bizi şaşırtarak yabancılaşma hissini ilk kez deneyimletiyor. Bunların dışında sahne mizanseninde fotoğraf makinası ve telefonla çekilen görüntüleri fotoğraf karesi olarak perdeye yansıtıyor. (Birinde devamlılık hatası var, dikkatli gözlerden kaçmamıştır eminim.)

Duygusal Yaklaşımdan Düşünsel Yaklaşıma

Bu biçimsel denemeler, Nuri Bilge Ceylan sineması için de genel olarak sinemamız için de –dünya sinemasında sayısız örnekleri mevcut olsa da- “devrimsel” yenilikler. Dördüncü duvar ihlali, yönetmenlerin farklı gerekçelerle duyusal-düşünsel-bedensel olarak tetikleyici unsur yaratmak maksadıyla tercih ettiği teknik bir yöntem. Buradaki kullanımı ise (daha çok tercih edilen) oyuncunun kameraya (seyirciye) bakarak, göz teması kurarak performansını icra etmesi şeklinde ele alınmamış. Samet vasıtasıyla filmin dekor (kamera önü) mekânından, filmin set (kamera arkası) mekânına geçiş, Ceylan’ın seyirciyi filmden duygu olarak bir anlığına koparıp zihnimizi devreye sokarak, gördüğümüz şeyleri sorgulamamıza alan yaratan, Samet’in de  bir sonraki sekansta Nuray’la yaşayacağı cinsel ilişkinin zorlama ve yapaylığına  atıfta bulunan bir bağlam kurmuş. Bu şekilde kurgusundaki hislere seyirciyi de davet etmiş.

Nietzsche’nin “Sanat gerçeklikten ölmeyelim diye var.” demesi misali Ceylan da bu ara imgeyi filmin gerçekliğinde sıkışmamak adına seyircinin kamerayı, kameranın da Samet’i takip ettiği bir dolaşım halinde bir kapıdan girip diğerinden çıkartarak döngüyü tamamlatıyor. Film sonunda Samet’in kafa sesinde söylediği bir repliği bu plana eklemlersem, “o kıpırtısız coğrafyada kendinde olmayanı arayan” Samet’in arayışlarından birinin tezahürü diye yorumlamak da mümkün olabilir.

Biçeme dair bu yaklaşımı sevsem de yabancılaşma hissini veren anlatıya, Kenan’ın da (Samet ve Nuray’a) dahil olduğu bir sahnede “yakalanmayı” tercih ederdim.

“Bir İnsanın Kendini Feda Edebilme Cesareti Gösterebilmesinin Hiç Mi Önemi Yok?”

Nuray, net olarak adı geçmese de Ankara Gar Katliamında bir bacağını dizinden itibaren kaybetmiş bir öğretmen. Terörün kurbanlarından biri olan ve bedeninin bir kısmı ile bu bedeli ödemiş bir karakterin sinemadaki temsilini çok önemli buldum. Bunun dışında Nuray, Ceylan sinemasında şimdiye dek gördüğümüz en güçlü, entelektüel ve politik karakter.

Okuluna tayin edildiği günden beri aklında sadece gitmek olan Samet ise, hiçbir şeye karşı düşkünlüğü olmayan, bir şeyleri ya da birilerini önemsemeyen, öğrencileri arasında ayrımcılık yapan, kibirli, bencil, kıskanç biri. Nuray’ın “eksik” tarafıyla tamamlanmış biri olduğunu düşünen Samet, kendi içindeki boşlukların farkındadır ve yaşadığı her olumsuz şey için kendisi dışındaki her şeyi suçlayan bir kolaycılığa kaçmaktadır.

Nuray evinde vereceği akşam yemeğine Kenan’ı ve Samet’i birlikte davet etse de Samet, ev arkadaşına yalan söyleyerek o yemeğe tek başına katılır. Samet, tayin olacağı için başlangıçta Nuray’la ilgilenmez ve ona yakınlık duymaz. Aynı yörenin insanları ve hatta her ikisi de Alevi olduğu için Kenan’ın Nuray’la yakınlaşmasını teşvik eder. Ancak Samet’in egosu, Nuray’ı sevmese de Kenan’ı saf dışı bırakarak Nuray’la birlikte olmanın yolunu yalanla bezeli çirkin bir planla inşa edecek, sonra da bunu başka bir yalanla Kenan’a, onu kıskandıracak şekilde aksettirmesine sebep olacaktır.

Nuray ve Samet’in hararetli, bol diyaloglu sosyo-politik  tartışma sahnesi filmin öne çıkan ve akılda kalan önemli yerlerinden biri. Nuray, örgütlü mücadeleye inanan ve bu uğurda bedel ödemiş biriyken, Samet bunun tam tersidir. Ceylan, tam olarak liberal bir karakter tasviri çizmiş Samet’le. Samet için bir toplulukla birlikte yol almanın, mücadele etmenin değeri yok çünkü ona göre bir topluluğun davranışı, onu oluşturan bireylerin tek başınayken göstereceği davranışlara eşit değil. Hatta “Sürü içinde yol almak istersen hayatın boyunca kıç görürsün” atasözüyle de bu görüşünü destekliyor ama Nuray’ın da dediği gibi o topluluk içinde bulabileceği sıcak ve güvenli ortam ihtimalini, göreceği onayı anlayamıyor bile.

Bu sahnede gündelik yaşamımızda çok tercih etmediğimiz türden zaman zaman ağdalı, edebi, hatta janjanlı cümleleri duyuyoruz karakterlerin ağzından. Seyirci için tenis maçındaymışçasına bir Nuray’ın bir Samet’in döktürdüğü cümleleri yakalamaya çalışırken, oyunculuk adına da zorlayıcı olduğu kadar üstün performansların taçlandırdığı çok samimi bir sohbete dahil oluyoruz.  Bu anlamda Deniz Celiloğlu’na ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Sanırım oyunculuğuna bu kadar üst düzey bir yorum getirdiği bir  performansına şahit olmadık. Rolünün hakkını öyle güzel veriyor ki delici, tekinsiz bakışlarıyla kimi zaman seyirciyi hipnotize ediyor ve kesinlikle rahatsız edici bir profili başarıyla ortaya koyuyor.

Nuray’ın da “eksik” haliyle onay görme “ihtiyacı” sadece toplum nezdinde değil, onu o hâliyle kabul eden bir erkekle (Samet) birlikte oluyor ve daha sonra telefonuna cevap vermeyen Kenan’la konuşmak için bu iki adamın evine gidiyor. Kenan’la (ve aynı zamanda onu ahlaken düşük seviyede görebilecek toplumla da) kendisinin bulunduğu yeri sorgulayan bir hesaplaşmaya giriyor. Kendisini o haliyle başkalarının gözünde sınıyor; sınırlarının nereye kadar olduğunu, kaybettiği bir bacağı olduğu gibi, elinde kalanın da ne olduğunu bilmesinin hakkı olduğunu düşünüyor. Ben bu sahneyi de çok etkileyici buldum. Devamında Samet’in hava durumu nedeniyle uyardığı ve kalmasını istediği Nuray evden çıkıp gider ama hemen geri döner, kar çok bastırmıştır ve kendisini kasabaya bırakmalarını ister. Üçlünün araba içinde olduğu sahne de filmin finali için alternatif olabilirdi.

Nuray (Merve Dizdar), Samet, Kenan (Musab Ekici)

“Umut Etmenin Yorgunluğu”

Ahlat Ağacı’nın Sinan’ı ile umut etmeye ve kuyuyu kazmaya devam ederken Samet’le bu umudun kaybına şahit oluyoruz. Samet ise bu haliyle (Raymond Williams’ın deyişiyle) “geleceğin kaybının hissedildiği” bir çağda umut etmeyi yitirmiş, “umut etmenin yorgunluğu”nu yüklenmiş biri.

Umut etmekten vazgeçmiş bir diğer karakter de Yüksel Aksu’nun başarıyla oynadığı veteriner Vahit. O da apolitik ama onun bu durumu insanların kötülüklerinden  bezmiş olmaktan ileri geliyor; insandan umudu kesen Vahit kendi mekânına ve hayvanlara sığınmış biri. Burada, iş bulup köyden gitmek isteyen Feyyaz (Münir Can Cindoruk) karakteri dahil olur hikayeye. Feyyaz’ın babasını yıllar önce güvenlik güçlerinin alıp götürdüğünü, (filmde hiç görmediğimiz) annesinin de  o günden beri camda kendisinin  yolunu gözlediğini, eve gelmesini beklediğini öğreniriz. Feyyaz, Samet, Vahit bir gün sohbet ederken politik gündemle ilgili olarak Vahit ve Feyyaz birbirlerine ters düşer. Buradaki sahnelerde  ekonomik sorunlarla boğuşan köyün gençliğini ve aynı yerde yaşayan ancak birbirlerinin sorunlarını, politik gerçekliği anlamaktan aciz insanların yaşadığı siyasi gerilimin hiç dinmediğini görürüz. Bu mekândaki sahnelerde kullanılan ışık, aydınlatmaya yönelik değil de karartmaya yönelik tasarlanmış. Yakın planların kullanılmayışı, kameranın daha çok genel / toplu genel resimde kalması ve insan yüzlerini belirgin hale getirmemeye dikkat eden ışıklandırma tercihi, Vahit’in insanlarla kurduğu ilişkinin ve alt metinde işlenen bölge sorunlarının (Kürt sorunu, yoksulluk, işsizlik, gözaltılar…) sinematografik yansımasıdır.

“Eagleton’ın (Terry Eagleton – İyimser Olmayan Umut) sözünü ettiği gibi; umutsuzluk daha radikal bir tutum olabilir. Çünkü bizi içinde olduğumuz durumun dönüştürülmesi gerektiğine ikna eder. Umutsuzluk eleştirel bakmamızı sağlar, bu bakış içinde bulunulan durumu gerçekçi olarak tahlil etmemize sebep olur ve böylece koşullara karşı daha isyankâr bir tavır geliştirebiliriz.” [1]

Filmde çok beğendiğim, biri bana fazlasıyla dokunan iki sahne daha var: Biri Samet’in okulun elektriklerini söndürmeye gittiği, diğeri de okul öğrencilerinden olan Halime’nin yardım kolilerinden kendisine diye aldığını sandığımız kışlık botu kardeşinin ayağında gördüğümüz… Halime’nin de kışlık bota ihtiyacı vardır ama o, önceliği kardeşine vermiştir. Coğrafyanın ve yoksulluğun çocuk kalbine ve omzuna yüklediği sorumluluklar… Öylesine acı veren bir detay plan ki bu, sayfalar dolusu yazılabilecek bir temanın sinemasal karşılığı ancak böyle olsa gerek.

Samet’in Son Konuşması

En baştan söylemek isterim ki benim filmde hiç ama hiç sevmediğim, kör göze parmak bulduğum hatta gereksiz bulduğum, tüm film boyunca bizi olabildiğince rahatsız eden ve Samet’in yaptıklarına gerekçeler düzen bir romantizmde verilen bu kısım. Film uzun süresine rağmen su gibi akıp giderken ve bizi gerek olay örgüsü gerek karakterleri hakkında belli bir duyguya ve fikre taşımışken Samet’e suçluluk değil de mağdur olarak bir son çizilmesini sorunlu buldum. Belki az da olsa Sevim’in duygularıyla öğretmenini cezalandırması içimize su serpebilir.

Karlar erimiş ve kuru otların bittiği yaz mevsimi gelmiştir. Samet, Nuray ve Kenan yine birliktedir ve tarihi bir mekanı gezmektedirler. Kuru otların üstünde, tepeye doğru tek başına yürüyüşüne devam eden Samet’in görüntüleri üzerine Samet’in kafa sesiyle uzun bir monolog düşer. Samet burada öğrencisi Sevim’le (aslında seyirciyle de) konuşmaktadır. Ona aşık olan ve bir aşk mektubu yazan Sevim’le herhangi bir tensel, bedensel temas kurmamış bile olsa erkek öğrencilerinin de sınıfta şikayet ettiği gibi Sevim’e ve bazı kızlara daha farklı davranan bir öğretmendir. Mesela bir sahnede Sevim’e ayna hediye ediyor, odasında sohbet ediyor. Bir öğrencisinin kendisine karşı hissettiği duygulardan  pay çıkarmakta bir beis görmüyor.

Konuşmasında da o kıpırtısız coğrafyada aradığı ama kendinde bulamadığı şeyi Sevim’de bulmanın heyecanını taşıdığından dem vuruyor. Yani film bize “Samet, Sevim’i değil Sevim’in ötesini düşledi. Kendi hayal dünyasına, fantezilerine aracı kıldı. Sevim’e zarar vermedi.” diyerek Samet’e bence adil olmayan bir arınma yaşatıyor. Bizi tüm film boyunca rahatsız eden bir karakterin öğrencisine hissettiği bu duygulardan (ki istismar olduğu su götürmez bir gerçek) son kertede “romantik” bir edayla seslenişi fazlasıyla  manipülatif. Evet, Samet hiç sorumluluk almadı, başına gelenler asla onun suçu olmadı, suçu hep dışarıda aradı ama böyle bir finale ne karakter ne film ne de seyirci ihtiyaç duyuyordu kanımca.

Vahit’in de “insan işte” dediği noktaya dönersek insan olmanın açmazları, zaafları, doğru-yanlış terazisinin bir olmadığı, salt kötülük veya salt iyilikle dolu olmadığı gibi bir çok şeyi düşünebileceğimiz gri alanda kalabilecekken yönetmenin anti-kahramandan yana tavır almasını doğru bulamadım. Yoksa pek çok insan, şayet yüzleşebilmeyi başarırsa, Samet’te muhakkak kendisini görebilecektir.

Sametler’den yana umudumuz yok belki ama çatlaktan içeri süzülen ışık misali  Sevim’in ışıl ışıl gözleri ve sıcacık gülüşünden kalan bir umut var elimizde. Çocuk saflığı, samimiyeti, iyimserlik, yardımlaşma, umutlar hayatın ortalarına geldiğinde insanın içinde bir çöle dönüşse bile…

Sevim (Ece Bağcı)

[1] “İyimser Olmayan Umut” veya Umut Üzerine Düşünme Gerekliliği / Emek Erez / edebiyathaber.net

Daha fazla yazı yok
2024-04-27 15:31:49