A password will be e-mailed to you.

David Bowie, resim yaptığı kadar topluyordu da… Çağdaş sanat takipçisi olduğu kadar Rönesans resmi meraklısıydı. Angst’ını gidermenin ve kimi zaman arttırmanın bir yolu olarak görüyordu bazen bir Tintoretto bazen bir Auerbach’ın karşısına geçip vakit geçirmeyi… 1998 tarihli Michael Kimmelman, David Bowie görüşmesini tekrar tekrar okuyalım o halde. 

MICHAEL KIMMELMAN: Güzel Sanatlar okudunuz. Hatta genç yaşta koleksiyoner oldunuz.

DAVID BOWIE: Evet çok erken bir dönemden beri topluyorum. Yıllar yıllar önce aldığım birkaç tane Tintoretto’larım var. Bir tane Rubens’im var. Sanat içtenlikle sahip olmak istediğim tek şey. Beni istikrarlı bir biçimde besleyen bir şey oldu sanat. Onu kullandım. Sabahları uyandığımda nasıl hissettiğimi değiştirebiliyor sanat. İçinden geçtiğim şeye bağlı olarak aynı yapıt beni farklı biçimlerde değiştirebilir.

Örneğin, Frank Auerbach çok sevdiğim sanatçılardan biridir. Ben ve bir Auerbach portresinin belli bir biçimde birbirini vurarak, bu yapıtın yaşadığım depresyon biçimini abartabileceği bazı sabahların olduğunu düşünüyorum. Sıkıntılarıma ruhani değer biçiyorum. Bazı sabahlar ona bakıyor ve gidiyorum “Hey, Tanrım, evet! Biliyorum!” Ama bambaşka bir günde aynı resim benim içimde kendimi bir sanatçı olarak ifade çabasının paha biçilmez övüncünü doğurabilir. Ona bakıp şöyle diyebilirim, “Hey, Tanrım, evet! Onun göründüğü gibi tınlamak istiyorum.”

 

M. K:. Sizi Auerbach gibi bir ressamla özdeşleştirmezdim.

D. B. Ben onun kabartmalı resmini olağanüstü buluyorum. Kimi zaman bir heykelle mi yoksa bir resimle mi karşı karşıya olduğumdan emin olamıyorum. Dahası, her zaman büyük bir David Bomberg hayranı oldum. Ben bu özel resim okulunu seviyorum. Onlarda ingilizceyle tam olarak ifade edilemeyen bir hal var. Ama bunu çok da umursamıyorum. Aynı nedenlerle Kossoff’u da beğeniyorum.

 

M. K. Ve Lucian Freud?

D. B. Onun göz aldatan yapıtına, güzel ve pasaklı yer yer çürümekte olan tenine hastayım. Ama sahip olduğumuz en büyük ressam olarak onun eserlerini satın almam.

 

M. K. Peki ya Francis Bacon?

D. B. Hayır. Onun iki ya da üç parçasını fevkalede buluyorum. Haç’ın etrafındaki figürlerinden hoşlanıyorum, onu üne kavuşturan ilk yapıt ve hiç şüphesiz Papa, Bacon’ın yaptığı sıradışı yapıtı… Fakat çok çabuk zayıfladı. Devri çabuk kapandı. Bunun dışında benim Katolik bir zevkim var. Yani sanatı kullanırken demek istemiştim. Bir sanatçı ile anlık ussal paylaşımlar yaşamayı tercih ettiğim zamanlar var ve yalnızca bir Picabia ya da bir Duchamp’ın ince esprilerinden keyif aldığım zamanlar. Onların yaptıklarının iyi bir sanat yapma hali olduğunu düşünmeleri beni eğlendiriyor. Bazen Duchamp’ın yerine kendime koymayı diliyorum ve yaptıklarını bir sergiye koyup şöyle dediğini "Yarın sabah ne olacağını merak ediyorum”.

Bir de Duchamp’ın bütün bunları yalnızca resim yapamadığı için yaptığını düşünen bir tarafım var. Kim bilir belki de şöhret olmasına onun neden olmadığı bir sanat olayına karşı duyduğu düşmanlıkla, kendisini yeni bir tarzda sanat üretme tavrına zorlanmış hissetti. Bu oldukça insani bir tepkiydi ve aslında onu benim gözümde sadece şunu söylese bile alçaltmayacaktı; “Sergiye bir pisuar koydum. Bakalım daha ne kadar ileri gideceğim”.

Bu tavrı tamamen anlıyorum çünkü bir sanatçı için onu en ilginç olan şey bir kültürün yıkıntıları arısında ağır ağır ilerlemek, nelerin unutulmuş olduğunu ya da nelerin ciddiye alınmamış olduğunu görmektir. Bir şey bir kez kategorize edildiğinde ve kabullenildiğinde, anaakımın tahakkümünün bir parçası olur ve kudretini kaybeder.

Bu benim için hep böyle oldu: en sınırlayıcı şeyler bende sınıflandırılıyormuşum hissini uyandırdı. Bütün bir ömrü boyunca sadece tek bir şeyle uğraşarak sanatını sadakatle bilediğine gerçekten ve gerçekten memnun olacağınız birilerinin olup olmadığını düşünmeye çalışıyorum. Hiç şüphesiz var. Ne kadar aptalım! Bob Dylan. Yalnızca izleğini çok fazla değiştirmemekle kalmadı, bugün onun müziği öyle bir tınıya sahip ki ben onun yeni albümünü ilk aldığımda bu işi bırakmam gerektiğini düşündüm.

 

M. K. Duchamp ve Picabia’dan bahsettiniz. Peki ya onlara çok şey borçlu olan mevcut Londra’lı sanatçı grubuna ne demeli? Chapmans ve Hirst’ü düşünerek konuşuyorum.

D. B.: Ben Chapmans’ların büyük bir hayranı değilim. Müstehzi müstehzi gülen küçük okul çocuklarının işi o ve ben onu almayı ciddi ciddi reddediyorum. Onların sadece bir şey yaparak belli bir üne kavuşmayı başardıklarını düşünüyorum –bir tür problemleri ilüstre ederek. Onların sanatının Jerry Springer tarzı bir tasarımla aynı olduğunu düşünüyorum.

 

M. K. Gerçi Damien Hirst hayranısınız… 

D. B.: O farklı. Onun yapıtının oldukça duygusal, öznel, kişisel korkularıyla sıkı bağları olduğunu düşünüyorum –ölüm korkusu çok güçlüdür— ve işlerini küstah değil etkileyici buluyorum.

 

M. K. Ben onu kimi zaman eğlendirici buluyorum, örneğin “retro” döner resimleri…

D. B.: Onlardan birini, onunla birlikte yaptım. Beni bir Marslı gibi giyinmek, bir merdiven üzerine tünemek ve dönen bir tuale boya atmak konusunda cesaretlendirdi. Bir topum vardı. 3 yaşıma geri dönmüştüm. Bana Picasso’nun tavrını hatırlattı. Siz de bilirsiniz, stüdyosunda çok saf bir şeyden türeyen bir tür neşenin yaratılmasını sağlayan parametreleri o kendi belirler. Damien’le çalışma ısrarla peşine düşülen bir şey olmaktan çıkar. Demek istiyorum ki, kesinlikle zekasını çalışmasına uygular ama bunu gözü dönerek yapmaz, bir umutsuzluğa kapılmaz. Damien aynı zamanda İngiltere’de sanatın halk için oldukça erişilebilir olmasına yardım etti. Bu daha önce yaşanmamış bir şeydi, hatta 60’lı yıllardaki yükselişte bile insanlar sanata bu kadar çok erişememişti. Hala Allen Jones’un ya da Hockney’nin ya da her kimse onun yapıtlarını görebilmek için yollarını değiştirmek zorunda kalıyorlardı. Bugün bir haftasonu evden çıkıp iyi sanat yapıtlarını izlemek İngiltere’nin her yerinde çok kolaylaştı.

Ve şunu fark ettim bugünlerde müzeleri ve galerileri ziyaret eden kalabalıkların çoğu hiçbir zaman olmadığı kadar gençlerden oluşuyormuş gibi görünüyor. Onların görsel ve işitsel arasında bir ayrım yapmayan bir kuşak olduğunu düşünüyorum. Bilirsiniz, 25 yıl önce tüm sanatları biraraya getirip bir potpori, yeni bir İngiliz müziği ruhu yaratmaya kalkışan bir akımdık. Bu belki de bizden önce, 60’ların ortalarında başlamıştı. O zaman blues çalan pek çok sanatçılar ve ritim ve blues orkestraları güzel sanatlar akademisinden geliyorlardı. İngiltere’de, şu şaka hep yapılır, blues gitar çalmayı mı öğrenmek istiyorsun, güzel sanatlar akademisine git.

 

M. K. Saksafon çalıyordunuz.

D. B.: Sadece Gerry Mulligan olmak istiyordum, bakın, benim hiçbir tekniğim yoktur. Dolayısıyla şöyle düşündüm, pekala, bariton saksafon daha kolay bir tür saksafondu, daha kolay başa çıkabilirdim, ama bir bariton almaya param yetmedi ben de parmak kullanımı aynı olan alto saksafon aldım (gülüşmeler).

70’lerin başında benim gibi belki Bryan Ferry gibi ve Brian Eno gibi, belki Floyd’un içindekilerden bazı tiplere, King Crimson’dakilere ve benzer orkestralardaki tiplere ne oldu: yalnızca Chuck Berry olmaya çalışmaktan ziyade kendi çalışmamızın içinde olup bitenleri insanların bilmesini teşvik etmekten coşku duymaya başladık hepimiz. Ferry’nin çok derin bir Dada hayranı olduğunu biliyorum örneğin. Hatta “Gelin Çırılçıplak” isimli bir albüm bile yaptı. Eno ve ben bunu yapanın ilk biz olmamız gerektiğini düşünerek “Bunu yapmamalıydı” dedik (gülüşmeler). Bir yandan giyinirken, sahne tasarımı bizi çok heyecanlandırdı. Yapacağımız müziğe tam anlamıyla bir çerçeve yaratmaya çalışılıyordu.

Beatles bunu belli ölçüde yaptı çünkü aralarında John vardı. John’la konuşmak ve birlikte olmak benim için daima keyif olmuştur çünkü onu ilgilendirmeyen hiçbirşey yoktu, bilirsiniz? O gerçek bir meraklıydı. “O nedir, onu sevdim! Kırmızı ve büyük ve ondan istiyorum!” Pek çoğumuz onun gibi olmak istedik. Okuduğumuz kitaplar hakkında konuşurduk, Beat’ler hakkında ve onlara benzeyen kişiler hakkında… Kabuki tiyatrosu üzerine sohbet ederdik. Sanatçılar hakkında konuşmayı severdik. Ben Dışavurumcularla ilgiliniyordum. Ve yaptıklarımızın içinde tıka basa Dada vardı. Onun kolajlarından çok etkilendiğimi hatırlıyorum…

 

M. K.: Hannah Hoch?

D. B.: Evet o ama bir de şu adam vardı, neydi adı…?

 

M. K.: Schwitters? Heartfield?

D. B.: Heartfield, kanımca 70’lerdeki İngiliz punk orkestralarının bazılarını etkilemiştir: onların posterlerini yapma biçimlerini, telaffuzlarını ve cümleleri bölme biçimlerini. Elbiselerin tahribatını… 

 

M. K.: İnsanlar 60’lardaki Durumcuların punkı doğrudan etkilediğine işaret ediyorlar. Size göre Heartfield’in 30’lardaki montajları da onları etkiledi mi? Zemini gevşetme, nesneleri kesme, onları yeniden yerleştirme? Yoksa sadece ironisini mi kast etmiştiniz?

D. B.: 70’lerde genel bir kaos hissiyatı olduğunu düşünüyorum. Bu hisse göre bir “ideal” olarak 60’lar fikri bir yanlış adlandırmaydı. Artık hiçbir şey ideal görünmüyordu. Her şey ortada, vasat görünüyordu. Şöyle düşünüyorduk, “içinde sonsuza dek sürükleneceğimiz, bir daha asla içinden çıkamayacağımız, büyük bir akıntıya mı giriyoruz?” Brian’ın yapıtının bu düşünceye tepkisi bir tür keskin acı oldu. Benim çalışmamda, sadece korku vardı: “Peki, her şey buraya kadar! O zaman hadi giyinin! En güzel kıyafetlerinizi giyin çünkü herşey bitti!”.

 

M. K.: Alman Dışavurumculuğu’ndan bahsettiniz. George Grosz’u mu kastetmiştiniz?

D. B.: Hayır. Murnau ve Fritz Lang’a karşı bir şeyler hissediyorum. Grosz benim için fazla direkt. Ben daima belli bir soyutlamadan yanayım. Sanat benim için benim onunla aramda diyalog geliştirmeme olanak sağlayacak kadar açık olmalı.

 

M. K.: O zaman 90’ların başındaki politik sanata ne demeli? Oldukça direktti.

D. B:. Benim kanımı dondurdu. Bu insanları parmak sallama noktasına gelmeye zorlayan koşulların ne olduğunu düşündüm. Çok şükür, bir an önce dağıldı gitti. Şimdi mitoloji fikrini takıntı haline getirmiş olan Matthew Barney var. Bu fikir çok revaçta görünüyor: kültürümüzün tamamen paganlaştırılması. Barney ve birçok başka sanatçının çalışmalarına gelince, onların birkaç yıl öncesinden beri sanatın dışında kalan yapıtlar alanına düştüklerini düşünüyorum. Ama sanat dünyası bir şeyi aşağı sanattan yüksek sanata yükseltmek için parametrelerini daima genişletir.

 

M. K.: Bu sanat dünyası ve rock müzik dünyası arasındaki açık farklılıklardan biri.

D. B.: Farklılık o ki birinin beyni var (gülüşmeler). “Taşı gediğe koydunuz,” söyledikleriniz aslında hedeften çok uzak değildi. Rockta oldukça yüksek derecede ün kazanma amacı vardır ve bunun yola devam ederken büyük bir potansiyel yarattığını düşünüyorum.

 

M. K.: Sanatlar bu anlamda birbirlerinden çok daha farklı değiller, değil mi?

D. B.: Evet, bu doğru. Sanıyorum ki aynı şey bazı görsel sanatçılar için de söylenebilir. Ama sanatta başarı daha çok bir azınlığı tanımak ve onlara yağ çekmekle ilgili. Eğer bir görsel sanatçı kendi çalışmasını açık açık dile getirse, koleksiyonculara aldıkları şeyin ne ile ilgili olduğu hakkında birşeyler söylemiş olabilir. İnsanlar bir rock müzisyeninin yeni albüme neden 15 metelik vermesi gerektiğini anlamak için oturup onu dinlemeyecektir. “Benimle dalga geçiyor olmalısın” diyen biri olmadan rockta çok fazla şeyden kurtulamazsın. 20 kişiden bahsetmiyoruz, yüzbinlerce insandan bahsediyoruz, eğer şanslıysan ve dolayısıyla müzikle ilgili olarak bir uzlaşmanın oluştuğundan söz edebiliriz. Bir rock müzisyeni olarak dinleyicilerine dayanarak yaşayabilirsin, eleştiriler hiç önemli değildir. Söylemeliyim ki, bunu bir çok kez yaşadım. İniş çıkışlar oldukça korkunçtu (gülüşmeler).


M. K.: Şu anda bir ressam olarak ikinci bir kariyere başlamış olarak oldukça tuhaf bir pozisyondasınız.

D. B. Bu ölümcül bir hata mı acaba?

 

M. K. Siz mi bana soruyorsunuz? Ben size soruyorum.

D. B. Bu aslında oldukça tumturaklı bir soru. 94’te yaptığım görsel çalışmalarla bir tür halk arasına karıştım. Bunu neden tercih ettiğimden emin değilim ve bugüne kadar hala bunun bir hata olup olmadığından emin olamadım ama geri dönüşü yoktu. Bu noktaya kadar, resim yapmak benim için özel bir şeydi ve gerçekten sorun çözmekle ilgiliydi. Üzerinde çalıştığım müzikte yaratma sıkıntısı yaşıyorsam, sorunu çizime ya da resme dönüştürdüğümü fark ettim. Bir biçimde müziğin yapısını resimde ya da çizimde yeniden yaratma çabası yeni bir atılıma dönüştü.

 

M. K.: Bu nasıl oldu?

D. B.: Bunu sözcüklere dökmek benim için çok zor. Sürecin nasıl işlediğinden tam olarak emin değilim. Bu gerçekten bir “Buldum!” meselesi. Özel bir araçlar setini biraraya getiriyorum ya da olağandışı sesleri birbirine bağlıyorum ve ardından metnin müziğin içinde nereye denk düşmesi gerektiğinden ya da o sesin bende ne hisler uyandırdığından emin olamıyorum. Ardından gidip müziğin sesinin çizimini ya da resmini yapmayı deniyorum. Ve genellikle bu çalışma kendi kendine bir zemin üretiyor ve ben bu zemin içindeki yerleşimleri ayırt ediyorum. Birdenbire müzikteki şeylerin nereye gideceğini ayrımsıyorum.

 

M. K. Edebi yerleşimler?

D. B.: Şey, tamamen figüratif bir sanat. Ben onu zemin diye tanımladım ama konum sanıyorum ki daha iyi bir kelime olacak.

 

M. K.: Hala anlayıp anlayamadığımdan emin değilim.

D.B.: Sanat hakkında konuşmanın yarattığı sorun da işte bu değil mi?

 

M. K.: Pekala, belki bize neden eserlerinizi sergilemeye başladığınızı daha açıkça anlatabilirsiniz.

D. B.: Kibirden (gülüşmeler). Hayır, aslında, Eno benden bir hayır işi için bir şeyler yapmamı istedi. Dolayısıyla ona bir dizi baskı ürettim. Ve bu süreç hoşuma gitti. Galeride durup beklemekten hoşlandım, biraz geçmişe dönük bir şey, yaptıklarımı izleyen insanların geçip gidişlerini izlemek ve onların yaptıklarımın ne oldukları hakkında kendi açıklamalarıyla gelişleri. Bunların çok eğlenceli olduğunu düşünüyorum. Ardından bu ilki yüzünden benden bir sergi açmam istendi. Kuşkusuz başka bir neden söz konusuydu. Olay daha kompleks bir hal almaya başladı, ama 80’lerin önemli bir bölümü boyunca bir müzisyen olarak kendimden hoşnut değildim özellikle 80’lerin sonu boyunca…Orta yaş krizim kuyruğa girmiş beni bekliyordu. 40’ıma bastıktan hemen sonra, herşey ters gitmişti. 1987’ye geldiğimde sanki müziksel olan hiçbirşey bende işlemiyormuş gibi görünüyordu. İpin ucunu kaçırmıştım. Gerçekten çok kötü hissediyordum. Bir sanatçı olarak kendimi iğrenç hissediyordum. Ve büyük bir olasılıkla büyük bir çaresizlikle bir sanatçı olarak selamete ermek için şeylerin görsel yönü üzerine çalışmaya başladım. Ve ardından 90’ların en başı boyunca yavaşça yeniden müziğe doğru yöneldim. Şimdi müzikte yaptığım şeyden doyum sağlıyorum, umarım bu sadece kendi kendime yaşadığım bir doyum değildir. Öte yandan, insanların sanata nasıl tepki verdiğini aklımda tutmayı keşfettim, bu tepki görsel ve müziksel olan arasında bir ayrım üretiyor. Bunun iyi bir şey olup olmadığından emin değilim. Ama gözlerimi dört açarak bu ayırımın içinden geçiyorum. Alay edilmesini bekliyordum –ve edildi (gülüşmeler)

Daha fazla yazı yok
2024-05-16 05:52:59