A password will be e-mailed to you.

İnsanın sahip olduklarını kültürel ve biyolojik olarak iki sınıfa ayırdığımızda, “kültür” görece sunduğu yaşam imkanları ile biyolojik doğanın önüne geçerek kendisine yeni bir doğa “kültürel bir doğa” yarattı. Algıda öne geçmesiyle de artık insanın birincil doğası haline geldi. Öyleki şu an kültürel olarak sahip olduğumuz her şeyi yaşam alanımızdan çıkardığımızda kendimizi birden mağarada bulmak mümkün! Oluşturduğumuz bu kültürel doğa sayesinde, biyolojik dezavantajlarımızın etkilerini bile hissetmiyoruz. Aslında ona da oldukça yabancılaştığımız söylenebilir. Biyolojik doğaya baksak ve onun farkında olsak bile binlerce yıldır ona ne görmek için baktık ne de verdiği tepkiler üzerinde derinlemesine düşündük.

Yuval Noah Harari’nin Homo Deus adlı kitabında da bahsettiği üzere: “…küresel mutluluğu daimi kılmak için Homo sapiens’in yeniden tasarlanarak bitmeyen hazların keyfini sürmesi, 21. yüzyılın ikinci yarısının ikinci büyük projesi olacaktır.” Günümüzde jeolojik zaman bile “Antroposen” olarak değil “Kapitasolen” olarak tanımlanmakta. Yani inşaa ettiği kültürel doğası ile dünya üzerinde istediği her yerde yaşayabilen insan, istediği her yeri de yaşanamaz hale getirdi/getirmekte. Bu bağlamda genç küratörlerden Umay Çise Kurt’un küratörlüğünü yaptığı 16. İstanbul Bienali paralel etkinlik takvimine dahil olan, sanatçılar Aybars Adıgüzel, Cengiz Çavuşoğlu, Çağdaş Erçelik, Malik Bulut, Mehmet Ali Yıldız, Metin Alper Kurt, Nazlı Kocaçınar, Seydi Murat Koç ve Umut Kambak çalışmalarıyla sergide yer aldığı, Sumahan’ın evsahipliğindeki “Hominid” sergisi; durumu “varoluşsal yokoluş” olarak ele alıp, izleyeni biyolojik ve kültürel doğası hakkında düşünmeye davet ediyor. Biz de bu doğrultuda sergiyi Umay Çise Kurt, Seydi Murat Koç ve Metin Alper Kurt ile konuştuk.

Serginin katalog metninde denk geldiğim bir yer hakkında sorulara başlamak istiyorum: “…Zeki insanın (Homo Sapiens) uyumsuzluğunun sonucu olarak ortaya çıkan hız ve kaos, Hominid (insansı) kavramını farklı açıdan ele almamızı sağlamıştır…” Burada hız ve kaosu zeki insanın uyumsuzluğu olarak görmekteyiz; fakat evrene ve onun oluşumuna baktığımızda ise büyük patlama sonucu ortaya olağanüstü bir hız çıkmış ve rastgeleliğin doruklarında olan bir kaos meydana gelmiştir ki entropi de bu kaosu destekler niteliktedir. Bu bağlamda günümüzün hızlı akan yaşantısını ve kaotik ortamını ben çok da yapay bir olgu olarak görmüyorum. Bu doğrultuda hız ve kaos, Hominid kavramını ele alışınıza hangi açılardan etkide bulunmuştur?

Umay Çise Kurt: Öncelikle manifestoda bahsi geçen “hız ve kaos”, Yuval Noah Harari’nin “Homo Sapiens” adlı kitabına atıf yapmakta; “İnsan tepeye o kadar hızlı çıktı ki ekosistemin gerekli ayarlamayı yapacak vakti olamadı ve buna ek olarak insanlar da bu değişime ayak uyduramadı…” Besin zincirinde hızlı bir yükselişe sahip olan insan, dünyasının da diktatörü haline geldi. Genlerimizde hala izlerini belli eden korku ve tedirginliğin, kaos yaklaşımını desteklediği görülebiliyor. Harari’ye göre ise bu durum bizi fazlasıyla “zalim ve ölümcül” kılmakta. Pek çok tarihsel kötülüğün ve çevre felaketlerinin sebebi olarak, bahsi geçen “hızlı” sıçramadan kaynaklı olduğu belirtiliyor.

Bu doğrultuda sergi, Homo Sapiens’in de içinde bulunduğu “Hominid” kavramına, geçmiş-şimdi ve gelecek arasındaki geçişleri sorgulayarak; “İnsan ilkel haliyle daha mı “insan” olarak kalmıştır?” ve “Ayak izi rüzgarın olmadığı ayda bozulmamış halde duran Neil Armstrong, 30 bin yıl önce Chauvet Mağarası’nın duvarına el izini bırakan isimsiz avcı toplayıcıdan daha mı mutluydu?” gibi soruları yöneltiyor.

 

Kürate ettiğiniz Hominid sergisinde sanatçı ve iş seçimlerinizde nasıl kıstaslar uyguladınız? Birincil önceliğiniz neydi?

Umay Çise Kurt:Hominid” sergisinde ilk önceliğim yeni mezun olmuş, başarılı olacağına inandığım ve çalışmalarının hikâyesine güvendiğim sanatçılarla hareket etmekti. Bir anlamda büyük bir tabuyu kırma çabası olarak yorumlayabilirsiniz. Bunun yanı sıra, geçen sene Şubat ayında Sevil Dolmacı Art Gallery’de gerçekleştirdiğimiz ilk “Hominid” projesinde, birlikte ilerlediğimiz usta ve genç sanatçılarla tekrardan, Suma Han mekanı içerisinde ve Trend Rugs ana sponsorluğunda, 16. İstanbul Bienali paralel etkinliği için buluştuk.

 

Serginin amacına baktığımızda: “İzleyiciyi çözüm odaklı bir yaklaşım yerine, bilinçaltının ve içgüdülerinin derinliğine davet ederek, mekân – doğa ilişkisini tek bir mekan algısı altında toplamaktadır. Böylelikle izleyicinin sınırlarını ve evini sorgulamayı amaçlar.” cümlesiyle karşılaşmaktayız. Amacı doğru iletmek adına sergide nasıl bir küratöryel yol izlediniz?

Umay Çise Kurt: İnsanlar ilk olarak şu soruyu soruyor: “Homo Sapiens’in tahribatını kavramsal çerçeve
olarak belirleyen bir sergide, neden çözüm odaklı bir çalışma yürütmediniz?” Çözüm odağımız materyal bir yaklaşım yerine daha “Varoluşçu Terapi” izlerini taşıyan bir çerçeve olarak sunuldu. 16. İstanbul Bienali “Yedinci Kıta” konseptine baktığımızda, farkındalığın amaçlandığı araştırma çalışmalarını içeren projeler dizisi olduğunu görebiliriz. Birçok sanatçının, antropoloğun, etnoloğun ve biyoloğun bir araya geldiği bienalde, sanat aracı rolünde. Tek amacın ise güncel olan ekolojik problemlere ışık tutabilmek olduğunun farkındayız. Bu sebeple ‘Hominid’in duruşu ekolojik dengenin bozulmuş olmasına ve ne sebeple bozulmuş olabileceğine odaklanıyor.

Sergi, Avusturalyalı nörolog ve psikiyatr Victor Emil Frankl’nin öncülerinden birisi olduğu varoluşçu terapi çalışmasının kavramını temel alarak, izleyicinin içgüdülerine ve bilinçaltına bakmasını amaçlıyor. Irvin David Yalom’a göre varoluşçu terapi: “Bireye yapılan psikolojik yardım sürecini insanın varoluşunda, özünde yer alan dört büyük konuya (ölüm, özgürlük, yalıtılmışlık, anlamsızlık) odaklanan dinamik bir süreç.” (Yalom, 1980). Mekan tasarımının bir evi andırması da, insanın kendi yaşadığı alanını ve iç dünyasını sorgulayıcı bir yaklaşım barındırıyor. Mekan-doğa ilişkisi ve bilinçaltına yolculuk, zeki insanın yaşam alanında sorgulanmayı amaçlıyor. Böylece hem bir hikaye dizisi hem de geleceğe yönelik imgelerin bulunduğu çalışmalar mekan içerisinde, çelişki yaratacak biçimde kürate edildi.

 

“İnsanın ihtiyacı olan her şeyden beslenebiliyorum”

Seydi Murat Koç, Kırılma Break No 2

Son olarak heyecanınızı, motivasyonunuzu merak ediyorum. Nelerden besleniyorsunuz?

Umay Çise Kurt: En büyük motivasyonu proje sürecinde birlikte ilerlediğimiz çalışma arkadaşlarımdan ve beni sürekli destekleyen değerli akademisyenlerden alıyorum. Aynı zamanda Umut Kambak’ın, Cengiz Çavuşoğlu’nun ve Malik Bulut’un sergi için ürettikleri, üretirken duydukları heyecanı ve fikir paylaşımları beni hem öğrenim sürecimde hem de kurulum sürecinde besledi. Bunun yanı sıra sergi için bir araya gelen sanatçılar sizin arkadaşınız hatta dostunuz olabiliyor. Güzel başlangıçların temeli atılıyor. Kısacası, sosyal bir canlı olan insanın ihtiyacı olan her şeyden beslenebiliyorum. “Sakın değişme” ve “insanların önünü kendin ile birlikte açmaya devam et” yorumları ise, doğru olduğunu düşündüğüm yolda, en önemli destekçi cümlelerime dönüşüyor.

 

Hominid sergisinde yer alan “Kırılma/Break No2” adlı işiniz üzerinden ilerleyecek olursak, sizce insanlık ve doğa için kırılma tam olarak nerede başlıyor?

Seydi Murat Koç:Hominid” sergisinde yer alan “Kırılma/ Break No 2” adlı çalışma, 2000 senesinde Türkiye’de yükselen kentsel dönüşüm sürecine ayna tutuyor. Zeki insanın yaşam alanının büyüklüğünü gözler önüne seren, aynı zamanda yaşadığı alanını kısıtlayan kırılmaların bir yansıması. İnsan-doğa ilişkisi için en büyük kırılmanın ise 1960’lı yıllarda başladığını söylemek mümkün. İnsanların kendi yarattıkları toplumsal düzenin doğa üzerindeki etkilerini sorgulamaya başladığı bir dönem. Bu farkındalığın başlaması ise, insanın doğa üzerinde yarattığı yıkımın boyutlarıyla bağlantılı. Ekolojik kriz, türlerin yok oluşu, iklim değişikliği, susuzluk, sel felaketleri, enerji krizi ve nükleer kazalar… İlk kırılma bir farkındalıkla başlayarak döngüsünü korumaya devam ediyor.

“Mükemmel ve kusursuz”

Seydi Murat Koç – Tabula Rasa No 7

Hades, Teğet, Yerden Yüksek, Vertigo, Hafıza Panosu serilerinizden de alışık olduğumuz kent-doğa-insan çatışmalarını; sergideki işleriniz bağlamında ele aldığımda insan beynini, algısını kentleşmeye meyilli boş bir levha olarak okuyorum. Levhanın işlenmiş halini ele alırsak eğer nasıl bir bellekle karşılaşıyorsunuz?

Seydi Murat Koç: Öncelikle bu çatışmaların en büyük sebebi, ihtiyacın getirdiği diktatörlük. İhtiyaç çerçevesini genişleten insan, yaşam alanını kentleşmeye ve kalıplara sokmaya meyilli bir güdü ile hareket ediyor. “Hominid” sergisinde yer alan “Tabula Rasa” da bu kalıpları gözler önüne seriyor. “Hades”, “Teğet”, “Yerden Yüksek”, “Vertigo” ve “Hafıza Panosu” serilerinde geçen bir diğer ayrıntı ise “mükemmel ve kusursuz insan” imgeleri. Bu aynaların yansıması ise; insan-doğa çatışmasının geçirdiği evrim. Bireyin içinde yer aldığı kültür, din ve eğitim faktörleri ise kalıplaşmanın, kusursuzluğun ve ihtiyaç çizelgesinin önemli bir sürecini oluşturuyor. Aynı zamanda teknolojinin doldurduğu birçok beyin ya da levhalar, hem bir ihtiyaç listesine (varoluş) hem de kalıpların getirdiği manipülasyonları (yok oluş) doğuruyor.

Bunun karşılığı ise “Yedinci Kıta” çerçevesinde “otofaji” olarak yorumlanabilir. Böylelikle eğitim, din ve kültür faktörleri “mükemmel ve kusursuz” levhalar üzerinde kent-doğa, insan-doğa ilişkisine, hatta ekolojik sorunlara karşılık gelebilir. Bu durum boş bir kitabın içerisine yerleştirilen birçok bilgi, birikim ve kurallar dizisi olarak da düşünülebilir.

“Varoluşun yok oluşuna daha yakın”

Metin Alper Kurt, İsimsiz Heykel

Sergideki “İnşaat Nesnesi Üzerine Lazer Kesim” çalışmanız doğrultusunda; bahsedilen inşaat nesnesinin sıva yapımında, şap atımında kullanılan ‘mala’ olduğunu görüyorum. Mala, bir mekan yapımında iyi bir yardımcı elemanken aynı zamanda da dünyanın betonlaşmasına yardımcı olan kötü bir elemandır. Mala üzerine lazer kesim dünya haritasını gördüğümde ise günümüzdeki bu çıkmaza, paradoksal duruma dair göndermeler görüyorum. Çalışmanız bu sergi çerçevesinde varoluşa mı, yok oluşa mı daha yakındır?

Metin Alper Kurt: Mala, işlevi gereği bir yüzeyi ya da bir yeri biçimlendirmekte kullanılmaktadır. Kentsel dönüşüm, betonlaşma ve tüketim kültürüyle birlikte içi oyulan, boşaltılan ve giderek katmanlaşan dünyamız yeniden biçimlendirilmektedir. Bu açıdan inşaat sektörünün sunduğu nesnelerin işlevselliği, dünya haritası kapsamında topoğrafik açıdan ele alıyorum. Bu bağlamda kullanılan malzemenin işlevinden ötürü her bir eylemin oluşturduğu bütünlük, dünya haritasının kavranmasında yeni bir sorgulama alanı ortaya çıkarmaktadır. Dolayısıyla bu sorgulama alanının ortaya çıkmasıyla, günümüzdeki paradoksal duruma bir gönderme olduğundan bahsedilebilir. Mental olarak dünyaya inşaat nesneleri üzerinden bakabiliriz… İçinde yaşadığımız dünyanın biçimlendirilmesine aşina olduğumuzu görüyorum…

Burada da paradoksal bir durum söz konusu, yani üzerine düşünülmeyecek kadar normal gelmeye başladığını ifade edebilirim. Bir diğer yönle ele alacak olursam malanın iç mekânda kullanıyorlar olması ve dünyayı topoğrafik olarak ele alışım, bir tür iç dış meselesini ortaya çıkarmaktadır. Sergi çerçevesinde değerlendirecek olursam, varoluşun yok oluşuna daha yakın olduğunu söyleyebilirim. Yani var olan şeylerin zamanla tüketilmesiyle ve tahribata uğramasıyla, yok oluşa doğru ilerlemesiyle ifade edebilirim.

 

İLGİLİ HABERLER

HARARI’nin HOMO SAPIENS’ine çağdaş sanat yorumu

İstanbul çağdaş sanatında merkez kayıyor mu?

Daha fazla yazı yok
2024-05-10 03:36:40