A password will be e-mailed to you.

Onca ilgi duyulmuş filozofun biyografisine sıra 24 yıl sonra geldi. Orijinali 1989’da yayımlanmış Didier Eribon imzalı Foucault biyografisinin Türkçesi taze çıktı.

 

Orijinali 1989’da yayımlanmış Didier Eribon imzalı Michel Foucault biyografisinin Türkçesi (Ayrıntı Yayınları. Çeviren: Şule Çintaş) taze çıktı. İlk hayret tabii taze çıkışına. 60’ların ortasından itibaren kültleştiği Fransa ve ABD’den başlayarak birçok ülkede kilolarca akademik ve “akademikimsi” çalışmada eserleri alıntılanmış, yorumlanmış, neredeyse tüm eserleri Türkçeye çevrilmiş birinden söz ediyoruz nihayet… Onca ilgi duyulmuş filozofun biyografisine işte 24 yıl sonra sıra geliyor. 1962 tarihli doktora tezi Deliliğin Tarihi’nden itibaren felsefese-tarih-psikoloji-sosyoloji-antropoloji ve ek birkaç disiplini daha bir yüzüğün çok halkaları gibi birbirine geçiren Foucault üstüne readymade cümleleri burada yinelemek yerine (azıcık itinayla onlara internetten her dilde ulaşmanız işten değil), biyografisinde bana özellikle çarpıcı görünmüş noktalara değineceğim. 

Her şeyden önce şu: Foucault ‘nun eserinin ortaya çıkışı sırasında ve öncesinde orada olan, nefesini hissettiren tüm çevresel, ailesel veri ve çalkantılar, hakim siyasi atmosfer, felsefe ve yargı sistemi, toplumdaki hakim cinsiyet anlayışı ve kendi cinsel hakikatini sırtlanma ihtiyacı, kültürdeki iktidar ve gerilim noktaları, dostların durdukları yer ve toplumda oynadıkları rol, Paris’teki birçok öncü düşünürün aynı tarihlerde ortaya çıkışı ve tüm bunların kendi aralarındaki bağlantıları titizlikle, çok da sıkı bir arşiv çalışmasıyla irdelenirken, Didier Eribon’un, üstadından  “aferin koçum, bu işin ‘sistem’i  işte bu olmalıydı” sözünü duyma arzusu ve ya duyamazsam endişesi de olduğu gibi bize geçiyor… Kitap boyunca Foucault’nun ve düşüncelerinin ağırlığı, otoritesi baştan sona orada.

Bu imrenilesi çalışmayı şu sıralar Türkçesinden okumanın bir artı getirisi: Bugüne dek Türkiye’deki biyografik eser alanındaki yoksulluğumuzu temellendirip anlamlandırmak için aradığımız, bulduğumuz, kimi kez icat ettiğimiz sayısız gerekçeye kendi hesabıma birini daha ekliyorum: bu coğrafyadaki yaşayan kültürümüzde ölüler alanının asla bir “iktidar alanı” olarak  algılanamadığı gerçeği… Söz konusu kült isimler olduğunda bile. Daha doğrusu, kültürümüzde, ölüler alanının hep, her tür “iktidar”ın yitirildiği, eserin gücü ve otoritesinden bile neredeyse tamamen soyunmuş  bir “sessiz” alan olarak tasavvur edildiği. Adeta delilerin alanı gibi… Hapishaneye kapatılmışların alanı gibi… Ve bu konuda emin olun, muhafazakar ile olmayan, tıpatıp aynı kumaştan. Aynı derece “kalan sağlar bizimdir”… Türkiye’de, Foucaultcu bir yaklaşımla yazılacak bir Ölüler Tarihi, kendimizle alakalı, görmekten kaçındığımız kimbilir neler anlatılabilirdi bizlere. Biyografik eserler alanındaki  yoksulluk kadar, kentlerimizin (belleklerimizin)  nice nirengi taşının suçluluk duymaksızın tarumar edilişi de ölüler alanının bir “mutlak iktidarsızlık” alanı bellenişine tamamen yabancı olmasa gerek.

Bu küçük parantezden sonra, gene üstada dönelim (Zaten hep onun etrafındaydık, di mi ya?). Eribon’un bize aktardığı 1981 tarihli şu kilit Foucault cümlesi birçok eseri önünde hatırlanmalı: “Ne zaman kuramsal bir çalışma yapmaya kalkışsam, bu, kendi deneyimimin verdiği ipuçlarından kaynaklanmıştır.

Biz de o halde kitapta titizlikle sunulmuş bir hayatın ipuçlarına dalalım…  Önem sırasına göre değil, rasgele sıralayacak olursak:

İpucu a) Felsefe ve psikoloji lisansından sonra hem Sainte-Anne hastanesinde (ruh hastalıkları hastanesi)  hem Fresnes Cezaevi’nde elektroensefalografi laboratuvarında stajyer psikolog olarak çalışmak (2 yıl), Foucault’nun ilgi alanlarını kalın hatlarla çizecektir sanki. “İki tip kapatılma biçimi olduğunu gördü: ‘deliler’in ve ‘suçlular’ın kapatılması”. (…) “Foucault bütün bu tehditkâr ama reddedilmiş, bastırılmış, unutulmuş ve her zaman varolan deneyimlerin arkeoloğu olmak istiyordu”.

İpucu b) 50’lerde çok kısa bi Komünist Parti üyeliği. “Öncelikle olarak şu noktayı atlamamak gerekir: Foucault, eşcinselliği burjuvazinin bir ahlaksızlığı, bir çöküş işareti olarak kınayıp reddeden bir partide kendini rahat hissetmiyor olabilirdi.” Yakın dost Althusser de Eribon’un bu iddiasını doğrular.

İpucu c) Uppsala, Varşova, Hamburg. Bu üç kent, kitaptaki önemli bir bölümün de adı… 70’lerden sonra devlet karşıtı angaje filozof olarak tanınıp medyatikleşecek Michel Foucault, eserini inşa etmedeki ilk önemli adımlarını, Fransız devlet kurumlarının desteğiyle, işte bu üç kentte atar….  “Fransız toplumsal ve kültürel yaşamının kimi özelliklerine katlanmakta her zaman güçlük çektim” diyen Foucault’nun İsveç’teki o küçük üniversite kentine Fransızca okutmanı olarak tayini çıktığında, yıl 1955’tir.  “Her gün  beş altı saat boyunca yazı yazma çılgınlığına tutulmam uzun İsveç gecelerinin bana yadigârıdır”. Maison de France’ta kültürel faaliyetler düzenler, büyükelçiye raporlar yazıp yeni projeler önerir… 

Bunları bilmek Foucault’dan bir şey götürmez; aksine. Bol labirentli bir düşüncenin ve “yapı”nın oluşumunda ne denli karmaşık dinamiklerin kesişmiş olabileceğini bize bir kez daha hatırlatır. Es geçilemeyecek nokta: Foucault Deliliğin Tarihi’ni yazmaya da orada başlar. Uppsala’nın büyük kütüphanesinde muazzam bir hazine onu bekliyordu: Doktor Erik Waller’in yirmi bir bin adet belgeli tıp tarihi koleksiyonu.

1958’de Foucault Varşova Üniversite’nde bir Fransız Kültür Merkezi oluşturma sorululuğunu üstlenir. Bir yıl sonra neredeyse aynı görevle bu kez Hamburg’dadır ve   “Deliliğin Tarihi”ni tamamlar. “Ben bu dilin tarihini yazmak istemiyorum. Yazmak istediğim daha çok bu sessizliğin arkeoljisidir”.

1965 yılında, Eribon’un deyişiyle “politik ve idari yükseköğretim yardımcılığı görevlerinden tiksinmeyen, kelimenin tam anlamıyla bir akademisyen”dir. “Milli Eğitim Bakanı C. Fouchet tarafından başlatılan üniversite reform hazırlığına katılacaktır”.

İpucu d) Deliliğin Tarihi’nin yazarken, her akşam Bach’ın Goldberg Varyasyonları’nı dinler. “Zira onun için müzik Bach ya Mozart demekti”…

İpucu e) Stockholm’e araba almaya gidip Uppsala’ya bej renkli bir Jaguar’la dönüşü, onu deli gibi sürüşü, asistanını kente alışveriş yapmaya götürürken şoför kılığını girişi, Paris’te üniformalaştırdığı siyah kadife takımı, beyaz bisiklet yaka kazağı, her gün traş ettiği kafası; tüm bunlarla ve daha fazlasıyla, bir dandy’dir de, Foucault.

İpucu f) Bir akşam Lacan’ların evinde şu cümleyi kurar: “Erkekler arasında evlilik kabul edilmediği sürece uygarlıktan bahsedilemez.

İpucu g) 1966’da bir dergide: “Sartre kuşağını, yaşamın, politikanın, varoluşun tutkusuna sahip olan cesaretli ve cömert bir kuşak olarak yaşadık. Fakat biz, başka bir şey, başka bir tutku keşfettik: kavram ve “sistem” tutkusu.

İpucu ğ) “Pek çokları, hiç kuşkusuz, benim gibi, artık bir yüze sahip olmamak için yazıyor. Bana kim olduğumu sormayın ve aynı kalmamı söylemeyin. Bu sıradan kamu ahlakıdır. Kimlik kartlarımızı yönetir. Bari yazmak söz konusu olduğu zaman bizi rahat bıraksalar.

Çiçeği burnunda sanatatak.com sitesi aşırı yüklemeden çökmesin diye şimdilik  ipuçlarını kesiyor, sizi bu kapsamlı biyografiye yönlendiriyorum. Çok ısrar ederseniz,  ipuçlarını biraz daha uzatırız elbette, bir başka gün.

Daha fazla yazı yok
2024-05-14 15:10:51