A password will be e-mailed to you.

Sevdiğimiz Amerikalı romancı Jonathan Franzen’ın denemelerinden oluşan kitabı Uzaktaki Sel Yayınları’ndan çıktı. Kitaptan Çirkin Akdeniz bölümündeki Franzen’in da bir gazeteci gibi katıldığı Kıbrıs’taki kuş avcılarına karşı soluk soluğa bir mücadele verdiği bölümü #sanatatakyazlıkta için seçtik. 


“Tabii ki.” Kuşu yerden alıp sırt çantasının dış ceplerinden birine koydu.


Karabaşlı yalı bülbülleri Avrupa’nın en yaygın ötleğenlerinden olup, ambelopoulia adıyla anıldığı Kıbrıs’ta da geleneksel milli lezzetlerdendir. Bu kuşlar Kıbrıslı kuş avcılarının ana hedefiydi, ama hedef dışı yakalanan diğer cinslerin de sayısı oldukça fazlaydı: ender görülen örümcek kuşugiller, başka ötleğenler, guguk kuşu ve sarıasma kuşu gibi daha büyük türler, hatta küçük baykuşlar ve şahinler. İkinci meyve bahçesinde ökseye yakalanmış beş adet halkalı sinekkapan kuşu, bir bayağı serçe, bir benekli sinekkapan (eskiden yaygın olup bugün Kuzey Avrupa’nın büyük kısmında nadir görülen bir kuş) ve üç tane de karabaşlı yalı bülbülü vardı. Ekip üyeleri onları serbest bıraktıktan sonra ökselerin sayısı üzerinde tartışıp elli dokuz tanede hemfikir oldular.


Uzaktan mavi denizin ve yeni açılmış bir McDonalds’ın altın kemerlerinin göründüğü, çalılıklarla kaplı kurak bir alanda biraz daha içerilere yürüdükten sonra üzerinde canlı bir kuşun asılı kaldığı bir ökse daha bulduk. Daha önce sadece bir kez gördüğüm, gri parlak tüylü bir çalı bülbülüydü bu. Tuzağa fena yakalanmış, bir kanadı kırılmıştı. “Kırık iki kemik arasında, iyileşmez,” dedi Rutigliano tüylerin arasından kanadı yoklarken. “Ne yazık ki onu öldürmek zorundayız.”


Sabah ökse çubuklarını toplayan avcının gözünden kaçmış olmalıydı. Heyd ile Conlin ertesi sabah şafaktan önce kalkıp avcıyı “gafil avlama”yı tartışırken Rutigliano çalıbülbülünün başını okşadı. “Çok güzel,” dedi küçük bir çocuk gibi. “Onu öldüremem.”


Heyd, “Ne yapacağız?” dedi.


“Belki ona bir şans veririz, yerde hoplaya hoplaya yaşar, sonra da eceliyle ölür.”


Heyd, “Bunun pek mümkün olduğunu sanmıyorum,” dedi.


Rutigliano kuþu yere koydu ve hayvanın kuştan çok fareyi andıran hareketlerle küçük bir dikenli çalının altına doğru koşmasını izledi. “Belki birkaç saat içinde daha iyi yürüyebilir,” dedi. Söylediği hiç de gerçekçi değildi.


Heyd, “Kararı benim almamı ister misin?” diye sordu.


Rutigliano hiçbir şey demeden tepeye doğru yürüyüp gözden kayboldu.


Heyd, “Nereye gitti?” diye sordu bana.


Çalıyı işaret ettim. Çalıya iki yandan elini sokup kuþu nazikçe tuttu, bana ve Colin’e bakıp, “Hepimiz hemfikir miyiz?” diye sordu Almanca.


Başımı evet anlamında salladım ve bileğinin tek bir hareketiyle kuşun başını gövdesinden ayırdı.


Güneş gökyüzünde bayağı yükselmiş, göğün mavisini beyaza çevirmişti. Korudakileri gafil avlamak için keşif yaparken, kaç saattir yürüdüğümüzü bilmediğimi fark ettim. Tuzak sahiplerine önceden haber verilmesini önleyebilmek için, bir kamyonda ya da tarlada ne zaman bir Kıbrıslı görsek eğilerek yürümek, kayaların arkasından dolanmak, üstümüzü başımızı yırtan dikenlerin arasına dalmak zorunda kalıyorduk. Burada söz konusu olan birkaç ötücü kuştan fazlası değildi, yamaçlarda mayın yoktu; ama o keskin sükûnette savaş zamanının tehditkâr havası vardı.


Ökseyle kuş yakalamak Kıbrıs’ta en az on altıncı yüzyıldan beri geleneksel, yaygın bir uygulamadır. Göçmen kuşlar kırsal alanlarda önemli bir mevsimlik protein kaynağıydı; annesinin, bahçeye çıkıp akşam yemeği için bir şeyler yakalamasını söylediğini hatırlayan yaşlı Kıbrıslılar var. Son yirmi otuz yıl içinde ambelopoulia hali vakti yerinde, şehirli Kıbrıslılar için bir tür nostaljik ikram haline gelmiþti; ev hediyesi olarak bir kavanoz salamura kuş getirmek ya da özel bir kutlama için restoranda kızarmış kuş sipariş etmek yaygındı. Doksanların ortalarında, ülkede her tür kuş avcılığının yasaklanmasından yirmi yıl sonra, yılda on milyon kadar ötücü kuş öldürülmekteydi. Geleneksel ökse avcılığı restoranların talebini karşılayabilmek için ağlarla kuş avlamaya dönüşmüştü; hükümet ise sicilini temizlemek ve AB’ye girme hakkı kazanabilmek için ağla kuþ avcılığıyla sıkı bir mücadeleye girişmişti. 2006 yılına gelindiğinde yılda öldürülen kuş sayısı bir milyon civarına düştü.


Diğer yandan son birkaç yıl içinde, Kıbrıs’ın AB üyeliğinin kabulüyle birlikte ambelopoulia restoranların menüsünde tekrar belirmeye baþladığı gibi av alanlarının da sayısı arttı. Elli bin avcıyı temsil eden Kıbrıs avcılık lobisi, kaçak avlanmayla ilgili yasaları gevşetmeye yönelik iki yasa önerisini destekliyor. Önerilerden biri ökse kullanımını suç yerine kabahat yapmayı, diğeri de kuşları çekmek için elektronik ses kayıtlarının kullanımını suç olmaktan çıkarmayı hedefliyor. Kamuoyu yoklamaları çoğu Kıbrıslının kuş avcılığına karşı olmakla birlikte bunu önemli bir mesele olarak görmediğini ve çoğunun da ambelopoulia’ları zevkle mideye indirdiğini gösteriyor. Ülkedeki Game Fund [Av Vakfı] kuş servis eden restoranlara baskınlar düzenlediğinde, hamile bir kadının yediği kuşun elinden çekilip alındığı bir olayı öne çıkaran medyanın olayı veriş biçimi gayet olumsuzdu


“Burada yiyecek kutsal,” diyor, provokatif eylemlere CABS’ten daha mesafeli yerel bir örgütlenme olan BirdLife [Kuş Yaşamı] Kıbrıs kampanya yöneticisi Martin Hellicar. “İnsanları bu şeyleri yedikleri için mahkûm edebileceğinizi hiç sanmıyorum.”


Hellicar ile birkaç gün ülkenin güneydoğu ucundaki, kaçak avla avlanma alanlarını gezdik. Küçük bir zeytinlik de bu iş için kullanılabiliyor ama gerçekten büyük av alanları akasya plantasyonları içinde. Akasya adaya yabancı bir bitki, kuş yakalama dışında sulanmaları için hiçbir sebep yok. Bu plantasyonlardan her yerde gördük. Akasya sıraları arasına ucuz yolluklar serilmiş; eski araba lastiklerine çimentoyla tutturulmuş direklere yüzlerce metre görünmez “sis” ağı gerilmiş ve geceleri göçmen kuşları gür akasya ağaçlarına çekmek için yüksek sesle ötücü kuş sesleri çalınıyor. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kaçak avcılar kuşları ürkütüp ağlara takılmalarını sağlamak için üstlerine bir avuç çakıl taşı atıyor. (Tuzakların bir belirtisi de yol kenarlarındaki çakıl taşı yığınları.) Kaçak avcılar ağa yakalanmış bir kuşu serbest bırakmanın uğursuzluk getireceğine inandığından para etmeyen kuş türlerinin ya orada kafası koparılıp yere atılıyor, ya da ağda ölüme terk ediliyorlar. Para eden kuş türleri ise kuş başına beş avro kadar getirebiliyor ve iyi işletilen bir av alanında günde bin ya da daha fazla kuş yakalanabiliyor.


Kıbrıs’taki en feci kaçak kuş avlama alanı Pyla Burnu’ndaki Britanya askeri üssü. Britanyalılar Avrupa’nın en kuşsever milleti olabilirler, fakat geniş atış alanlarını Kıbrıslı çiftçilere kiralayan üs, diplomatik açıdan hassas bir konumda. Ordunun kaçak avcılara yönelik en son temizlik harekâtından sonra kızgın yöre sakinleri “Özerk Üs Bölgesi” yazılı yirmi iki tabelayı tahrip etmiş. Üssün dışında kaçak avcılar işlerini lojistik ve siyaset sayesinde yürütüyorlar. Gece bekçileri ve gözcüler tutuyorlar ve kaçak av alanlarına küçük barakalar dikiyorlar; zira Game Fund görevlilerinin herhangi bir “meskeni” arayabilmesi için özel izin gerekiyor, bu da avcılara ağlarını kaldırıp elektronik ekipmanlarını gizlemek için gereken zamanı kazandırıyor. Büyük ölçekli kaçak avcılık artık düpedüz suçlular tarafından yapıldığından görevliler saldırıya uğramaktan da korkuyor. Game Fund’ın yöneticisi Pantelis Hadjigerou, “En büyük problem, siyasetçiler de dâhil, Kıbrıs’ta hiç kimsenin çıkıp da ambelopoulia yemek yanlıştır dememesi,” diyor. Aslına bakılırsa, zamanında bir oturuşta elli dört ambelopoulia yeme rekorunu elinde tutan kişi Kuzey Kıbrıslı popüler bir politikacıymış.


“Bizim idealimiz ‘Ben ambelopoulia yemiyorum, çünkü bu yanlış,’ diyecek ünlü birini bulmak,” diyor BirdLife Kıbrıs’ın yöneticisi Clairie Papazoglou. “Fakat kol kırılır yen içinde kalır, dışarıya karşı kötü bir imaj çizmememiz gerekir, şeklinde küçük bir anlaşma da var adada.”


Hellicaş şöyle diyor: “Kıbrıs Avrupa Birliği’ne kabul edilmeden önce kaçak avcılar, ‘Bir süreliğine geri çekileceğiz,’ dediler. Şimdi on sekiz, on dokuz yaşındakiler için kaçak avcılık bir tür vatanperver maçoluk. Büyük Birader AB’ye direnişin sembolü.”


Kıbrıs’ın iç politikası Orwell’i aratmıyor. Otuz altı yıldır adanın kuzey kısmı Türkiye’nin işgali altında ve etnik olarak Rum olan güney kesim de o zamandan beri olağanüstü zenginleşti, fakat ulusal haberler hâlâ haftanın yedi günü Kıbrıs Sorunu’ndan bahsediyor. Kıbrıslı sosyal antropolog Yiannis Papadakis, “Diğer tüm sorunlar halının altına süpürülüyor, diğer her şey önemsiz,” diye anlatıyor. “‘Kuşlar gibi aptalca bir mesele nedeniyle bizi Avrupa Mahkemesi’ne vermeye nasıl cüret edersiniz? Biz o mahkemeye Türkiye’yi veriyoruz!’ diyorlar çevrecilere. Avrupa Birliği’ne katılma konusunda hiç ciddi bir tartışma yapılmadı. Avrupa Birliği bizim için Kıbrıs Sorunu’nu çözeceğimiz araçtı sadece.”


Avrupa Birliği’nin en güçlü koruma aracı, 1979’da kabul edilen ve tüm üye devletlerin Avrupa kuş türlerini koruyup onlara yeterli yaşam alanı bırakmasını şart koşan, dönüm noktası niteliğindeki Kuş Yönergesi’dir. Kıbrıs 2004’te AB’ye katıldı€ından beri bu yönergeyi çiğnediği için Avrupa Komisyonu’ndan defalarca uyarı aldı; fakat ceza almaktan ve hüküm giymekten kaçınabildi. Eğer bir üye devletin çevre kanunları Yönerge ile kâğıt üzerinde uyumluysa, Komisyon fiili bir yaptırımla müdahale etme pek istemiyor.


Kıbrıs’ın iktidardaki sözde Komünist Partisi özel girişimi şevkle destekliyor. Ülkenin temiz su kaynakları son derece sınırlı olmasına rağmen Turizm Bakanlığı on dört yeni meskûn golf tesisi inşa etmeyi planlıyor (zaten hâlihazırda üç tesis mevcut). Yolu olan her yere inşaat yapılabiliyor ve bunun sonucunda kırlık alanlar çok bölünmüş durumda. Güneydoğudaki en önemli doğa koruma alanlarından dördünü ziyaret ettim; dördü de AB düzenlemeleri gereği güya özel koruma altındaydı ve istisnasız hepsinin koşulları beni manen çökertti. Örneğin CABS’ten insanlarla birlikte etrafında devriye gezdiğimiz Paralimni’deki mevsimlik büyük göl kalabalık ve gürültülü bir çöle dönmüş, yasadışı bir şekilde atıþ sahası olarak ve motosiklet yarıþları için kullanılıyor, ortalık çifte fişekleriyle, çöple, molozla ve atılmış beyaz eşyalar ve evsel atıklarla kaplı.


Ama kuşlar yine de Kıbrıs’a gelmeye devam ediyor, başka seçenekleri yok. Gökyüzünün beyazlığının azaldığı bir vakitte kasabaya dönerken CABS devriyesi, siyah başlı bir kirazkuşunu seyretmek için yolda durdu; siyah, altın ve kestane rengindeki bu mücevher bir çalılığın tepesinden ötüyordu. Bir an için gerilim yok oldu, hepimiz kendi ana dillerimizde hayranlığını ifade eden kuş gözlemcilerine dönüşüverdik: “Ah, che bello!”


“İnanılmaz.”


Unglaublich schön!”


Rutigliano son bir yere daha uğramak istiyordu. Önceki yıl bir CABS gönüllüsünün kuş tuzakçıları tarafından tartaklandığı bir meyve bahçesiydi burası. İçinde olduğumuz kiralık araçla ana yoldan uzaklaşıp tozlu dar bir yolda giderken karşıdan gelen pikaplı bir adam bize bakıp boynumuzu keser gibi bir hareket yaptı. Araç anayola çıkınca pikap içindeki diğer iki adam da camdan sarkıp bize hareket çekti.


Asık suratlı Alman Heyd derhal geri dönmek istedi ama adamların peşimizden geldiğini düşünmemiz için bir neden yoktu. Meyve bahçesine doğru yolumuza devam ettik, orada ökseye yakalanmış dört adet halkalı sinekkapan ve bir orman çıvgını bulduk. Orman çıvgını uçamadığından Rutigliano onu sırt çantama koymam için bana verdi. Bütün ökse çubuklarını tahrip ettikten sonra Heyd daha da endişeli bir halde, bir kez daha oradan ayrılmamızı teklif etti. Fakat ileride başka bir koruluk daha vardı ve iki İtalyan orayı da kontrol etmek istiyordu. Rutigliano, “Benim içimde kötü bir his yok,” dedi.


“Bir İngiliz deyişi vardır: ‘Şansını zorlama’,” diye söze karıştı Conlin.


O anda yolda yanımızdan geçen kırmızı pikabı gördük, yamaçtan aşağı hızla geliyordu, 50 metre kadar ötemizde sarsılarak durdu. Pikaptan üç adam inip bize doğru koşmaya başladı, koşarlarken bir yandan da yerden aldıkları beyzbol topu büyüklüğündeki taşları üzerimize fırlatıyorlardı. Havada uçan birkaç taştan kaçmanın gayet kolay olacağını sanırdım, değilmiş. Nitekim taşlar Conlin ile Heyd’e isabet etti. Rutigliano olan biteni videoya alıyor, Mensi fotoğraf çekiyor ve bağırışlar birbirine karışıyordu: “Çekmeye devam edin, çekmeye devam edin!” “Polisi arayın!” “Numara neydi?” Sırt çantamdaki çıvgını düşündüğümden ve bir CABS üyesi sanılmak istemediğimden yamaçtan yukarı doğru kaçan Heyd’i takip ettim. Çok da güvenli olmayan bir uzaklıkta durup iki adamın Mensi’ye saldırmasını, sırt çantasıyla fotoğraf makinesini almaya çalışmasını izledik. Bronz tenli, otuzlarındaki iki adam, “Bunu niye yapıyorsunuz?” “Neden fotoğraf çekiyorsunuz?” diye bağırıyordu. Mensi iki büklüm olmuş, tüm gücüyle fotoğraf makinesini karnına bastırarak vermemeye çabalıyordu. Adamlar onu tutup yere fırlattılar, sonra da üstüne çullanıp dövmeye başladılar. Rutigliano’yu göremiyordum, sonradan onun da yüzüne gelen bir yumrukla yere yığıldığını, bacaklarına ve kaburgalarına tekme yediğini öğrendim. Video kamerası bir kayaya çarpılarak kırılmıştı. Mensi de kafasından darbe almıştı. Conlin kavganın ortasında yenilmez bir asker edasıyla duruyor, iki cep telefonuyla birden polisi aramaya çalışıyordu. Bana daha sonra söylediğine göre, eğer ona dokunacak olurlarsa onları mahkemelerde sürüm sürüm süründüreceğini söylemiş saldırganlara.


Heyd tekrar kaçmaya başladı, bu bana da iyi bir fikir gibi geldi. Onun başını çevirip arkasına baktıktan sonra yüzünün nasıl kireç gibi olduğunu ve ardından ölümüne bir koşu tutturduğunu görünce ben de paniğe kapıldım.


Tehlikeden kaçan insanın koşması başka hiçbir koşuya benzemez. Bir kere insan önüne bakamaz. Taş bir duvarın üzerinden atladım, böğürtlen çalılarının arasına daldım ve bir hendeğin içine düştüm, sonra tel örgüler çenemi kesti ve yeter artık dedim. Çantamdaki çıvgın için endişeleniyordum. Heyd’in geniş bir bahçeye doğru koştuğunu, orada orta yaşlı bir adamla konuştuğunu gördüm, sonra korku içinde koşmaya devam etti. Ben de bahçe sahibinin yanına gidip durumu açıklamaya çalıştım ama adam yalnızca Yunanca konuşabiliyordu. Hem ilgilenmiş hem kuşkulanmıştı, gidip kızını çağırdı, kızı bana İngilizce olarak Greenpeace’in bölge direktörünün bahçesine girdiğimi söyledi, sonra iki tabak kurabiye ile su getirdi ve hikâyemi babasına anlattı. Babanın yanıtı öfkeliydi: “Barbarlar!”


Yağmur yüklü bulutların altında kiralık arabanın yanına geri döndüğümde Mensi’nin kaburgalarını, kollarındaki sıyrıkları ve berelenmiş yerlerini yokladığını gördüm. Hem sırt çantası hem de fotoğraf makinesi çalınmıştı. Conlin bana kırılmış video kamerasını gösterdi; gözlüklerini kaybetmiş, topallayarak yürüyen Rutigliano sakin bir fanatizmle, “Böyle bir şeyin olmasını istiyordum. Ama bu o kadar kötüsünün değil,” diye itirafta bulundu.

 


İkinci bir CABS ekibi gelmişti ve suratlarında ciddi bir ifadeyle ortalıkta dolanıyorlardı. Ekibin arabasının içinde bir kutu bulup kuşu içine koydum, artık çırpınmıyordu ama çok hırpalanmış da görünmüyordu. Kuşu kurtardığımız için sevinçliydim ama Kıbrıslı bir arkadaşımdan gelen mesaj keyfimi kaçırmaya yetti; kaçak ambelopoulia yemek için aldığımız ertesi geceki gizli randevuyu teyit ediyordu. Kendi kendime bir gazete muhabiri gibi gözlemci olacağımı ve ağzıma tek bir kuş bile koymayacağımı söyleyip duruyordum ama bunu nasıl yapacağıma dair en ufak fikrim yoktu.


 


Daha fazla yazı yok
2024-05-15 17:30:56