A password will be e-mailed to you.

Adrian Searle’nin 2015 İstanbul Bienali: İnsan Sefaletinin Gelgitleri Üzerine Kuvvetli bir Düşünüş başlıklı Guardian yazısını yayınlıyoruz:

 

Yüzen bir hayvanat bahçesi, bataklık esinli bir film, denizanaları için bir sualtı tiyatrosu ve Aborijin sanatçılara ait resimler bu yılki tuhaf, her daim şaşırtıcı bienalin öne çıkanları…

 Lev Troçki 1929’dan 1933 yılına kadar İstanbul’un hemen güneyinde, Marmara Denizi’nde bulunan Büyükada’da sürekli bir suikaste uğrama korkusuyla sürgün hayatı yaşamıştı. Evinin göçük duvarlarının ötesinde kıvrılarak denize inen bir patika var. Suların çekildiği kıyıya zorlukla tırmandığınızda, ansızın denizin dalgaları arasındaki kaidelere tünemiş, parıldayan bir çift beyaz zürafa ile karşılaşıyorsunuz.

Suların içinde adeta bütün bir hayvannâme duruyor; sırtına taştan bir aslan yerleştirilmiş goril, bir ayı, omuzlarında bir Kanada geyiği taşıyan gergedan, kocaman bir yakacak odun demeti yüklenmiş bir koyun, kürk mantoya benzer bir şey giyen bir devekuşu. Adrián Villar Rojas’ın gerçeğe uygun boyuttaki cam elyaf yaratıklarının hepsi başka bedenler, kumaş, kil, demir, tahta ve pişmiş topraktan yapılmış başka hayvanlar yüklenmiş. Şaşkınlık çok uzun sürmüyor. Başka kumsalları, dalgalarda süzülen bedenleri akla getirmemek imkânsız. İstanbul’dan tekneyle bir saatlik mesafede ama yine de İstanbul Bienali’nin bir parçası olan bu küçük sayfiye adasının başka bir yerinde, eski moda bir otelde Troçki konuşmalar arasında boğuluyor; kadınlar ve devrim üzerine düşünüyor. William Kentridge imzalı, siyah-beyaz ve gürültücü filmlerden bir öbek Troçki’yi sakalı, elektriklenmiş saçları ve bir megafonla gösteriyor.

 Yolun aşağısında Ed Atkins’in avatar’ı (sanatçının yaptığı her dijital filmde giderek daha da gerçekçi ve bitkin bir hale geliyor) ıssız, ahşap bir pansiyonda deliriyor; pansiyonun odalarıysa dökülen sıvalar ve terk edilmiş yatak takımlarından oluşan bir kaos. Hem şarkı söylüyor hem de hüngürdüyor, “Üzgünüm, bilmiyordum, üzgünüm.” Elton John ve Kiki Dee’nin Don’t Go Breaking My Heart şarkısından parçalar, ızdırabının altını oyuyor. Bunun ardından oda, tatmin edici derecede gürültülü bir felaketle yıkılmaya başlıyor. Bu, belki de bir depremdir. Bunların herhangi birinin niye gerçekleştiğini bana sormayın ama gerçekleşiyor işte ve bu muhteşem bir şey. Atkins’in esin kaynağı 2013 yılına ait, uykuda olduğu sırada evi bir bataklık tarafından yutulan Floridalı bir adam hakkındaki haberler. Filminde düşey denge yok oluyor ve biz katlar arasında çalkalanıyoruz. Atkins gittikçe iyileşiyor, kötüleşiyor. Bütün karmaşa içerisinde Atkins’in filmi, binanın farklı katlarındaki iki ekranda gösteriliyor.

Adaların açığındaki pusun içinde daha da tuhaf bir iş var. Ben görmedim. Kimse görmedi. Dalgaların birkaç kulaç aşağısında, Pierre Huyghe deniz yaşamı için bir tiyatro inşa ediyor. Garip ve “biyolojik olarak ölümsüz” denizanası Turritopsis dohrnii’nin, Derin Zemin yapısını mesken tutmasını umut ediyor. Burada olduğu düşüncesi bile yeterli.

Huyghe’ün işi Sivriada yakınlarında; 1911 yılında İstanbul’u modernleştirmeye yönelik bir programın parçası olarak, şehirde dolaşan 80.000’den fazla sahipsiz köpek bu çorak kaya çıkıntısına nakledilmiş ve burada açlık ve susuzluktan telef olmuş. Köpek katliamı, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1915’te Ermenileri soykırıma uğratmasına dair bir hissikablelvuku olarak da görülüyor. Tam bir yüzyıl sonra, travma kaçınılmaz. Bu konu bienalde birkaç noktada tekrar tekrar ortaya çıkıyor. İstanbul’a, en çok da Carolyn Christov-Bakargiev’in 2012’deki documenta (13)’ünden keyif almış olduğum ve bir sonraki sefer ne yapacağını görmek istediğim için gelmiştim. “Küratör” ve hatta “seçici” sıfatlarını –ona göre, seçme işlemi ölümle eşdeğer olabildiği Holokost ve diğer soykırımlarla alakalı meşum çağrışımları olan bir kelime– reddederek, bunların yerine kendisini şekillendirici ve araştırmacı olarak tarif ediyor.

TUZLU SU başlığı ve Düşünce Biçimleri Üzerine Bir Teori alt başlığıyla sunduğu bienali birçok yönden akıl ermez nitelikte. Bu, benim için sorun değil.

Christov-Bakargiev konudan konuya atlıyor: Dalgaların kıvrımları, tuzlu su akıntıları ve düğümleri, denizlerin dolaşımı, bedenlerimizdeki kan, Boğaziçi’ndeki akıntılar, gözyaşlarımızdaki tuz, dünyanın ve düşüncenin kendisinin çalkantıları. Şiirsel bir insicam çabası var burada, nihayetinde imkânsız olan küresel bir konumlanma.

Christov-Bakargiev gösterinin İstanbul Modern’de (şehrin tek güncel sanat müzesi) bulunan Kanal adlı bir kısmında, Charles Darwin’in orkideler hakkındaki yazılarını, Émile Gallé’nin Art Nouveau seramik ve cam eşyaları, Karl Blossfeldt’in bitki morfolojisi fotoğrafları, Robert Smithson’ın Sarmal Dalgakıran’ı ve daha birçok şeyle bağlantılandırıyor. İstanbul Modern’e aynı zamanda, şaşırtıcı ve etkili bir şekilde, Avustralyalı Aborijin sanatçıların birtakım resimlerini yerleştirilmiş ve yerli Yolngu halkının atalarından kalma toprakları ve denizleri üzerindeki haklarını talep eden 1963 tarihli –yazılı, imzalı ve ağaç kabuğu üzerine yapılmış bir boyamayla çevrelenmiş– dilekçe sergileniyor. Bu dilekçe en sonunda Avustralya yasalarında değişiklik yapılmasında etkili olmuş. Yanında, Avustralyalı sanatçı Vernon Ah Kee dört kanallı bir videoda, 2004’te bir polis arabasından duyulacak şekilde Who Let the Dogs Out adlı şarkıyı söylediği için alıkonulan genç bir Aborijin’in gözaltındayken ölümünü takiben Queensland’de bulunan Palmiye Adası’ndaki gösteri ve ayaklanmalara dair düzenlenmiş haber çekimleri sunuyor. Aslı Çavuşoğlu’nun bir yan odada sergilenmekte olan ve çoğu bu rengi üreten böceği resmeden harika kırmız tablolarını, aynı odadaki diğer birçok şeyle beraber, çözümlemesi imkânsız buldum. Beyoğlu’ndaki bir dükkânda Theaster Gates çömlek yapıyor ve Atlantic etiketli caz albümleri çalıyor (pikap ile çömlekçi çarkı arasında ve Amerikalı plak şirketi ile İstanbul arasında bir bağlantı var).

Yakınlarda, bir otelin bodrum kat süitinde, sanatçı ve şair Heather Phillipson bir çeşit oyun odası kurmuş. Boruların içindeki su şırıldıyor ve kapalı kapılar ardından sevişme ve obsesif diş fırçalama sesleri sızıyor. Orhan Pamuk’un Beyoğlu’ndaki hafif gülünç ve zevkine düşkün Masumiyet Müzesi’ne, soyut dışavurumcu Ermeni ressam Arshile Gorky’nin iki biyomorfik çizimini asmak dokunaklı olabilir ama fazla bir şey söylemiyor. Her şey bir araya geldiğinde, bienal gerçekten de işliyor. Etkisi kümülatif. Çekirdeğinde bir birlik çabası ve geçmişle şimdiki zamanın, bedenle dünyanın bağlantılılığına riayet var. Hikâyeler birbirinin üstüne yığılıyor. İskenderiyeli sanatçı Wael Shawky, halen sürmekte olan Kabare Seferleri filmlerinin sonuncusunda farklı haçlı seferlerinin çapraşık hikâyesini üfleme Murano camları ve kuklalar kullanarak anlatıyor. Shawky’nin yeni işi bizi Venedik entrikalarından İstanbul’un yağmalanmasına ve Hristiyanların Hristiyanlara ihaneti ve uyguladıkları katliamlara kadar götürüyor.

Filmin yansıtıldığı Küçük Mustafa Paşa Hamamı 1477’de inşa edilmiş ve geçmişteki şiddetle yankılanıyor. Bu muazzam kubbeli mekânda, kuklalar ve figürlerin karikatürleri psikolojik etkiyi daha da büyütüyor. Francis Alÿs’in güzel siyah-beyaz filmi Ani’nin Sessizliği’nde –Türkiye’nin doğusunu Ermenistan’dan ayıran Arpaçay’ın kıyısındaki ortaçağ kentinin kalıntılarında– yöre çocukları taşların, çimenlerin, yıkılmış kolonların ve duvarların arasında saklambaç oynarken birbirlerine kuş düdükleriyle sesleniyor. Şehir, geçmişte defalarca yağmalanmış ve sakinleri katledilmiş. Yıkım 20. yüzyılda da sürmüş. Ordular, depremler ve ihmal en çıplak izlerini bırakmış. Gençler çimenlerin üzerinde uyuyor; kuşlar, rüzgârın içinden ses veriyor. Bu ağıtsal filmin sonlarına doğru, canlandırma bir güvercin, gerine gerine yürümek için taşların üzerine konuyor. Bu, iniltili bir barış çağrısı. Christov-Bakargiev burada bir çeşit senteze kalkışıyor.

Ermenilerin ya da Avustralya’nın Aborijin halkının yaşadığı vahamet –Türkiye’nin Kürtlerle olan sorunlu ilişkisi veya şu anda Ermenistan’da yaşamakta olan Azerbaycanlıların sorunları ve halihazırda Türkiye’nin sınırlarında Suriye’den kaçmakta olan tüm mülteciler bir yana– ezici bir sefalet tufanı. Tuzlu su, çaresizliğe ve insan sefaletinin süregelen gelgitlerine merhem değil. İstanbul Bienali 1 Kasım’a kadar farklı mekânlarda.

Daha fazla yazı yok
2024-05-11 05:52:03