A password will be e-mailed to you.

 

“Kaybolmak” fiili ve “kayıp” ismi tek başlarına iken olumsuz ya da pek de yolunda gitmeyen durumları ifade edegelmiştir. Öyle ya kimse bir şeyi ya da kendini kaybetmek istemez. Kelimenin kendinden bağımsız, zaman içinde semiren bakiyesi, ilk elden birçok zihinde olumsuz çağrışımlar yaratır zira. Kaybın birçok hali ve veçhesi olmakla beraber bu yazıda onun daha çok olumlu ve yaratıcı potansiyeline değinmek istiyorum. Kaybolma arzusu yahut kaybolmanın potansiyelinin tarihi, özgül örnekler üzerinden verildiğinde çok gerilere gittiği aşikâr. Bu metin bağlamında “kaybolma arzusu” sanayi kentlerinin tarihi içerisinde ele alınacaktır.

“Zamanın tininin onlara biçtiği mekanlar, bulvar, amorf ve bakir kuytu köşeler, tehlikeli ve kışkırtıcı batakhanelerdi ve kent, kalabalığıyla bu mekanlara can veriyordu.”

Modern kentlerin şafağında, sanayinin kentin bir öznesi olmaya başladığı dönemlerde, o ana dek hiç görülmemiş birtakım meslekler, tipler ve arzular ortaya çıkar. Her zamanki gibi bu henüz tomurcuklanan, embriyo halindeki arzuları önceden sezip, onları güçlü edebi anlatımlarla ifadeye kavuşturmak da bazı şair ve ediplere düşecekti. Sadece tanıma kavuşturulmakla kalmayıp yaşamlarıyla da bu hallerin bir tür göstereni ve cesametine dönüşürler bu şairler. Öyle ya, bazı dönemler, bazı kavram ve kelimelerin kanlı canlı arz-ı endam ettiği, cadde ve sokakları gezip insanlar arasına karıştığı olur. Dilin ve zamanın ortak cilvesinin bir neticesi olan bu büyülü duruma tarih ve kentin önemli kırılma noktasında hasıl olan yeni duygu coğrafyasının sakinlerinden Dandy, Bohem, Flaneur (kelime/tipler) güzel bir örnektir. Zaman içerisinde birçok edebi esere baş karakter, sosyal bilimlere cezbedici bir inceleme verisi sunan sanat ve kültür camiasının nevi şahsına münhasır bu “meslekler” (maişet ve günlük yaşam rutiniyle mesleki formlara yakın olduğundan bunlara meslek demekte bir beis görmüyorum) bir yaşam biçimi kadar bir arzu etme biçimi, bir yaşama katlanma ahvalinin de ifadesiydiler. Zamanın tininin onlara biçtiği mekanlar, bulvar, amorf ve bakir kuytu köşeler, tehlikeli ve kışkırtıcı batakhanelerdi ve kent, kalabalığıyla bu mekanlara can veriyordu. Dünya edebiyatına, 19 yy. şair panteonuna adını kazıyanlardan birkaçı bu yeni sınıflarla beraber anılır. Oscar Wilde, Arthur Rimbaud, Charles Baudelaire bunların başında gelir. Yürekleri ve zihinleri bir yandan yolculukta, keşifte; bir yandan da kendi varlığını unutup kaybolmakta olan şairlerdir bunlar. Kimisi yolculukta kaybolmak ister Rimbaud gibi; kimi de narin bedenine tuhaf elbiseler, ilginç sözler, yüzüne ve ruhuna maskeler takıp kat kat örtünerek salonlarda dolanır, Oscar Wilde gibi.

“Kendinden kaçmak isteyene herkes üstüne vazifeymiş gibi ona kim olduğunu hatırlatmaya yazgılı ya da pek meraklı “bir başkası” vardır.”

Küçük yerlerin edebi adıyla, taşranın görece huzurlu kucağından sıkılanların ruhları daha geniş mekanlara, artan nüfusun büyük işyerlerine–-sanayiye- ihtiyaç duymasının kesişme noktasında kaçınılmaz bir buluşma olarak okunabilir bu tiplerin mevcudiyeti. Varlıklarının lokomotifi yolculuktur ve bir başkası olma arzusuyla işler. Küçük yerler ne bu potansiyele sahiptir ne de böyle bir şeye imkân verecek tıynettedir. Zira küçük kasabalar, herkesin bir parça tanıdık olduğu yerlerde yaşamak, öznenin ötekinde ve mekanlarda parça parça yaşaması demektir aynı zamanda. Herkeste kendinden bir parça ve tanışıklık bulmanın kaçınılmaz olduğu bu tip yerlerde, kendinden firar etme, rutini kırma, bir başkası olmak ve elbette kaybolmak söz konusu olmaz. Kişi yaşam boyunca diğerlerinin/başkasının bakışına, kulağına, zihnine dağılmış, parça parça kendinden kalıcı izler bırakmıştır. Kendinden kaçmak isteyene herkes üstüne vazifeymiş gibi ona kim olduğunu hatırlatmaya yazgılı ya da pek meraklı “bir başkası” vardır. İnsanın -kendinden sıkılma yeteneğine de sahip- sıkılgan bir varlık olduğunu hatırlarsak kendinden kaçma ve kaybolma isteği artık bazıları için kaçınılmaz olur. Ve kent hem fiziki anlamda büyüklüğü, yeni ve bilinmedik yerleri sunma kapasitesiyle kalabalıkların içinde kaybolma imkânını bahşediyordu insanlara.
Kaybolma şimdiye dek kendine eşlik etmiş olan hafızayı ve bu hafızaya tanıklık etmiş “o herkeslerden” bir nebze olsun uzak durabilmeyi sağladığı gibi kendinden başka biri gibi davranma hürriyetini veriyordu. Üstelik kaybolma isteği aynılığa karşı da bir reaksiyondur, içinde yabancı olma istidadı ve dünyada olma halinin yarattığı kendinden menkul hatırlayışı da barındırır. Böylece insanın evrendeki kadim hallerinden biri olan yabancı olmakla da güçlü bir rabıta kurar. Tesadüflerinin bağrında yatan kimi zaman kösnül, kimi zaman kaotik kimi zaman da serüven dolu sürprizlerin de kapıyı aralamasıyla estetik duygunluk yaratma alanları açar. Bu muzır ve yaratıcı arzunun kişinin eski beninden kurtarmaya, hafifletmeye, yükünü atmaya, kendinden kendine bir mola vermeye, bazen de benini detaylı bir modifiye etme hasletleriyle ruhsal arınmayı sağladığını hatırlamak lazım.

Wakefield adında Londra’da yaşayan evli bir adam bir yolculuğa çıkma bahanesiyle karısı ve eviyle vedalaşıp yan sokakta bir daireye taşınır.

Tüm bu işlev ve meziyetlerinden ötürü bu arzunun uzun süre varlığını koruyacağını söylemek mümkün(dü).
Sözün burasında 19. yüzyılda yazılmış olan Nathaniel Hawthorne’un Wakefield adlı nefis öyküsünden bahsetmenin yeridir. Öykünün tek yahut başat izleği kaybolmak olmasa bile kaybolmaya dair derin bir sezgi üzerine kurulduğunu söyleyebiliriz. Dolaysıyla kendisi gibi bir başka Amerikalı yazar Paul Auster’in romanlarına hem izlekleri hem de göndermeleriyle fazlasıyla sızan bu öyküyü öteden beri bir kaybolma arzusunun yansıması olarak okurum. Yanlış okuma hakkımı zevkle kullanacağım ve bu düşüncemin berisinde yükselen başka olasılıkları da (Kendi yokluğunun boşluğunu dikizleme tutkusu…) hasetle bastırdığım öyküyü kısaca özetlemek gerekirse, Wakefield adında Londra’da yaşayan evli bir adam bir yolculuğa çıkma bahanesiyle karısı ve eviyle vedalaşıp yan sokakta bir daireye taşınır. Küçük bir oyun gibi başlayan bu taşınma ve evine dönememe hali on sekiz yılı bulur. 18 yıl boyunca aynı kişi artık yaşlanmış ve aynı evde yaşamayı sürdüren dul karısının kapısını çalıp evine döner. Ömrünün geri kalanını mutlu bir şekilde yaşayarak geçirir. Bu ifrata kaçmış kaybolma arzusunun gönümüzde ne kadar mümkün olduğu, hâlâ ne kadarıyla varlık sürdürdüğü ve en önemlisi bu arzuyu/imkânı kaybetmekle neleri kaybettiğimiz sorusu bu yazının çıkış noktası, yazılış amacıydı.

Bugün artık yasaklar ve emirlerle yönetilen bir disiplin toplumunda yaşamadığımızı, başarı odaklı bireyin kendini gönüllü bir şekilde sömürdüğü bir toplumda mı yaşıyoruz?

 

Kaybolmayı kaybetmekle neyi kaybettik? sorusu kadar bunu kaybetme biçimi de durumun mahiyeti hakkında bize bilgi verir. Mikro (misal baba, aile) makro (devlet, yasa) bir iktidar aygıtının dayatması altında kaybolma imkânsızlığı ile günümüzdeki kaybolmanın olanaksızlığı oldukça farklı seyretmektedir. Bu mahiyet yahut fail değişimi üzerine birkaç şey söylemek gerekebilir. Oldukça sert bir kırılmadır bu. Belki çağımızın alamet-i farikası bu geleneksel otoriter figür ve sistemeler yerine insanın gönüllü bir şekilde kendi özgürlüklerini sonlandırıp bir tür kendi tutsaklığının icracısı haline gelmesidir. Bu ve benzeri temaları son derece sarih ve etkili sözlerle dile getiren Koreli filozof B.C. Han durumu “Bugün artık yasaklar ve emirlerle yönetilen bir disiplin toplumunda yaşamadığımızı, başarı odaklı bireyin kendini gönüllü bir şekilde sömürdüğü bir toplumda yaşadığımızı” şeklinde özetler. Yani gözetlenme, kontrol artık bir devletin, polisin eliyle değil kişinin kendi gönül rızasıyla, oburca icra ve iştirak ettiği bir durum olmuştur. Bu uyuşuk kütlesel ifşa halinden kaybolma arzusu, tesadüflere açık olma, sürprizlere bel bağlama, organik sahici serüvenler yaşama imkanı topyekûn sönmüştür. Hazzın, organik serüvenin öldüğü haliyle efektinin dolaşıma sokulduğu yerde mütemadiyen bir sıkılmadan neşet eden kara delikler oluşur. Bu deliklerin, kaybıyla göz göze gelmemek için, kişi tam tersine mutlu olduğuna kendini inandırmak adına zoraki, şişirilmiş kahkahalar ve mutluluk efektleriyle bu boşluklara sürekli dolgu yapma durumunda kalır.

Sürprize kapı aralayan hatalar yapmak ve yolunu kaybetmek artık mümkün değil mi?

Dijital panoptikonda kaybolma imkânı kaybolmuştur. Yedi/yirmi dört saat ne yapıp ettiğimizin göstertildiği yerde insanın ne kendinden ne de başkasındaki kendinden uzaklaşması kabildir. Bu sürekli kendini ihbar etme hali her alana sızmış durumda. Zamanın gürültücü ve insanı kemiren keşmekeşinden kurtulmak için yapılan daha küçük alternatif aktiviteler -bisiklet turları, çadır kamp, karavanda yaşam- minik kaçışlar dahi saniye saniye yüzlerce fotoğraf eşliğinde kesintiye uğratılmaktadır. Sürprize kapı aralayan hatalar yapmak ve yolunu kaybetmek bir tür negatif hürriyetti, ne yazık ki söz konusu hürriyet navigasyon vb. uygulamalarla akamete uğramıştır. Nokta atışı yapmanın, zamanı şimdisinden soyup peşinden koşmanın bedeli; serüvenin, keşfin, kaybolmanın kaybı olmuştur. Son olarak dijital bir tur rehberi programından bahsedip didaktizmin serin sularına dalmadan yazıyı noktalamak istiyorum.

Sadece bir başkasının gözüyle değil onun zihniyle de dolaşmak mümkün ama imkansız mı?

Gezi ve seyahatlere eşlik edecek paralı bir dijital bir tur programı (isim vermek istemiyorum) kaybolmanın negatif hazzına son darbeyi indirmiş gibi görünüyor. Profesyonel rehberler eşliğinde seyahat edenlerin telefonunda canlı anlatımlar aracılığıyla gittikleri yerlerin tüm bakiyesi hakkında son derece detaylı bir şekilde bilgilendirmeyi hedefleyen bir program. Rehberler her an nerede ne yapacağını nereye bakacağını, bakınca ne düşüneceğinizi engin deneyim ve birikimlerinden dolaşan kişiye aktararak kişiyi şehrin cadde ve sokaklarında kaybolmasını da engellediği gibi gezilen yerleri hakkıyla tanımalarını sağlayacağını iddia ediyor. Bir nevi bir dönemin turist rehberi denilmeyecek bir şey, ondan çok fazlası ve ondan eksiği. Böylece milyonlarca insan farklı yerlerden ve uluslardan gelse de aynı rotada aynı rehberler nezaretinde zihni ve gözü bir şeye kaymadan bir yeri aynı tıynette dolaşmış olacaklar. Esasında olan şey tek bir kişinin dolaşması diğer insanların bu dolaşanın fotoğrafına kafasını uzatması gibi bir durum. Sadece bir başkasının gözüyle değil onun zihniyle de dolaşmanın bir dolaşma olmadığı sabit yerine odaklanma olduğu kesilen biletin geriye doğru eksildiği tuhaf tatminsiz bir durum.
Sözü uzatmandan kaybolmanın imkansız hale getirildiği bir yer ve zamanda tekrar kaybolmak isteyenler için tekrar soralım: Kaybolmayı kaybetmekle neyi kaybettik?

Daha fazla yazı yok
2024-05-03 01:02:14