A password will be e-mailed to you.

Fransa sinemasının “tuhaf” filmleri ile ünlü yönetmeni François Ozon, İstanbul Film Festivali kapsamındaki yeni filmi Peter von Kant ile aşkın, saplantının ve desenlerin derinlerine iniyor. Rainer Werner Fassbinder’in “Die bitteren Tränen der Petra von Kant” isimli oyunu ve filminin 2022 tarihli tek mekanda geçen film adaptasyonu başarılı bir Alman yönetmenin zaaflarına odaklanıyor ve aynı hatayı tekrarlamanın biyopsisini yapıyor.

Ozon ile Fassbinder’in yolu ilk kez kesişmiyor. 2000 yılında yine Fassbinder imzalı “Tropfen auf heisse Steine” oyununu “Gouttes d’eau sur pierres brûlantes” (Kızgın Taşlara Düşen Su Damlaları) adıyla sinemaya taşıyan yönetmen 22 yıl sonra Petra von Kant’ı (Petra von Kant’ın Acı Gözyaşları) da Peter von Kant’a dönüştürüyor. Kendinden oldukça genç kadınlardan hoşlanan ünlü kadın modacı Petra, filmde kendinden genç erkeklerden hoşlanan ünlü erkek yönetmen Peter oluyor. Hatta filmin bir de sürprizi var. İlk filmde Petra’nın yeni sevgilisini oynayan Hanna Schygulla bu filmde Peter’ın annesi Rosemarie’ye hayat veriyor.

Peter aslında kim?

Ozon’un belki otobiyografi perilerini dansa davet ettiği belki de hayranı olduğu Rainer Werner Fassbender’i filminin başkarakteri haline getirdiği Peter von Kant; 40 yaşın eşiğinde, hayatın para ve güç ile satın alınabilecek tüm zevklerine (alkol, kokain, lezzetli yemekler, pahalı kıyafetler ve aksesuarlar…) düşkün, işinde başarılı ve sözü geçen bir yönetmen. Yakın çevresini de onlardan istediği her şeyi alabileceği biçimde şekillendirmiş. Annesinin tek gelir kaynağı, en yakın arkadaşı ve eski sevgilisi onun filmleriyle kariyerinde saygınlık kazanmış bir aktris, yanından ayrılmayan çalışanı adeta onun kölesi, ergenlik çağındaki yatı okula gönderdiği kızı ise sadece özel günlerde onu elverişli bir şekilde görüp kurtulabileceği bir oyuncak… Emrine amade bir dünya! Filmin daha ilk dakikasından itibaren bu düzenden hiç de sıkılmadığını görüyoruz. Onun cennetindeki tek problem aşk…

Aslında aşkı da (daha doğrusu aşk sandığını) gücü ile elde ediyor ama hayattaki her şey gibi elde ettiği şekilde kaybediyor. Zaten filmin başlarında Von Kant’ın bir önceki sevgilisinin acısı ile dans ettiği, sözlerini Oscar Wilde’ın “Oysa Herkes Öldürür Sevdiğini” şiirinden alan Almanca şarkı da hem aşkın karanlık ve tüketici yüzünü hem zaaflarını aşk sanmanın yıkıcılığını izleyeceğimizin habercisi…

“Korkunun yanında her şey küçücük kalır”

Filmde “iyi yönetmen ama kötü insan” sözleriyle tasvir edilen Peter von Kant; kendi pek de iyi bakmadığı, hatta utandığı ve sevilmemesinin kökeni olarak gördüğü bedeni konusunda oldukça kırılgan. Fakat arzuladığı bedenler ondan hem oldukça genç hem de oldukça fit. 85 dakika boyunca yönetmenin henüz 23 yaşında, isimsiz bir oyuncu adayı olan Amir ile tanışmasını, ona sağlayacağı ün ve kariyer üzerinden kurulan ilişkilerini ve istediğini alıp gitmesini izlesek de film bize bu aşk hikayesinin benzerlerinden sadece birine şahit olduğumuzu hissettiriyor. Ve kahramanımız hep aynı döngüyü yaşıyor; “Aslında onu ben terk ettim”, biraz daha alkol, biraz daha kokain ve çok daha yemek…

Değersizlik duygusunu çözememek onu sahte cennetinde kendi yarattığı bir tutsağa dönüştürüyor. Ona asla sevgi, aşk, beğeni ya da şehvetle bağlanmayan partnerlerle hep en korktuğu yere, en mutsuz sona, tüm emeklerine rağmen terk edilmeye sürüklüyor.

En çok korktuğumuz mutlaka daha önce başımıza gelmiştir… Fransa sinemasının en önemli aktrislerinden biri olan filmin oyunculuk yükünü Peter rolündeki Denis Ménochet ile birlikte sırtlayan Isabelle Adjani’nin karakteri Sidonie de dostuna sanki bunu hatırlatırcasına “Korkunun yanında her şey küçücük kalır” diyor.

Kalmak mı sahip olmak mı?

Film adındaki gibi tamamen Peter’a odaklansa da nadir diyaloglarında, hep hak ettiğini sevgiye ulaşamadığına inanan ve sürekli “o da beni seviyor mu?” sorgulaması yaşayan, “Sen beni asla sevmedin” diye suçlayan Peter’ın, sevilmemesinde sevememesinin de payı olduğunu görüyoruz. İlişkinin son günlerinde artık tamamen aşağıladığı, hor gördüğü, hatta alay ettiği yönetmene “Ben de seni kendimce sevdim” diyor Amir; “Ama sen beni sevmedin, sadece bana sahip olmak istedin.” Madonna’nın “To Have not to Hold”unu hatırlatan bu diyalog bile kendi inşa ettiği hapishanenin parmaklıklarına hapsolmuş Peter’ı aydınlatmaya yetmiyor.

Hep öyle olmaz mı zaten? En basit çözümün kendimizden geçtiğini kabul etmek en zoru değil midir? Değiştirmesi en zor olan kendimiz değil miyizdir?

Peter: Kurban-Kurtarıcı-Zorba

Kahkahalarla izlediğimiz Peter von Kant’ın filmdeki karakterlerle kurduğu tüm ilişkilerinde kurban-kurtarıcı-zorba üçgeninde döndüğü trajikomik öyküsü aslında hepimizin kısır döngülerinin de bir özeti. Önce suçlayıp sonra kucağında uyuduğu annesinden bir insan olduğunu bile görmezden geldiği asistanına, önce kurtarıcısı sonra kurbanı olduğu Amir’den hem aşk hem iş hem dostluk yaşadığı Sidonie’ye tekrar eden roller, tekrar eden acılar, tekrar eden ilişkiler…

Bize üzerimizde bir lanet olduğunu düşündüren desenlerimiz neden tekrar etmesin ki? Hep aynı hatayı yapıyorsak hep aynı sonları yaşamamız neden sürpriz olsun ki?

Filmin en büyük handikabı

Filmin hikayesinden çıkıp nasıl çekildiğine gelirsek bundan iki film ve iki yıl önce “Été 85” (85 Yazı) ile yine bir oyunu sinemaya taşıyan François Ozon’un bu kez oyundaki tek mekanlı ve az karakterli yapıya, hikayenin altını çizmeye çalıştığı kısır döngüyü daha da görünür kılmak adına dokunmadığını görüyoruz. Ancak bu dezavantajı yakaladığı açılarla bertaraf etmeye çalışıyor. Tecrübeli yönetmenin her biri film afişi olabilecek nitelikteki birçok karesine rağmen, filmin akışı seyirci için yine de yeterince hızlı değil.

Böyle bir hikayede ve anlatıda Hitchcock’un tek plan ve tek mekanlı Rope’undaki dinamizmini ve dehasını beklemek mümkün değil ve de haksızlık. Fakat çok da yakın zamanda örneğini gördüğümüz başka bir oyun adaptasyonu olan ve yine bir ayrılık sonrasına yoğunlaşan 30 dakikalık Pedro Almodóvar filmi “The Human Voice”un akıcılıkta Peter von Kant‘tan çok daha üstün olduğunu gördük. Üstelik sadece başroldeki Tilda Swinton’ın bir monoloğundan ibaret olmasına rağmen… Belki de yine Peter von Kant’ın ahiretliği Sidonie’nin filmde dediği gibi: “En güzel şeyler kısa sürenlerdir.”

Ozon filmografisinde Peter von Kant

Son tahlilde bu yıl gerçekleşen 72. Berlin Film Festivali’nin açılışını da yapan Peter von Kant kesinlikle izlemeye değer… Muhtemelen Ozon’un Swimming Pool (Havuz), Les Amants Criminels (Suçlu Aşıklar), 8 Femmes (8 Kadın) gibi daha “camp” filmleriyle oldukça kabarık filmografisinde ilk anda göze çarpmayacak ancak diğer filmlerine oranla çok daha derin, çok daha nitelikli ve özünde kapkara (Fassbender versiyonu kadar karanlık olmasa da) bir trajikomedi… İzleyiniz efendim!

 

İLGİLİ HABERLER

Herkes öldürür sevdiğini: Alef

Çellocu Belgin mi acıların kadını Bergen mi?

Daha fazla yazı yok
2024-05-04 15:27:53