A password will be e-mailed to you.

Mustafa Horasan’ın ‘Karanlığın Uykusu’ sergisini Demet Elkatip yazıyor.

Mustafa Horasan ‘yeni’yi seviyor. Yıllardır bildiğimiz resimlerinden, işlerinden farklı bir sergi var bu kez karşımızda. Sürüp giden dilde aynı kaygılar, serzenişler görülse de kullandığı malzeme ve ifade edişi sürprizlerle dolu. Önce bu değişimden bahsediyoruz.

“Aslında benim bir stilim yok, yani kabul ettiğim; şöyle yaparım, böyle yaparım dediğim bir durumum yok. Birçok kanaldan besleniyorum. Akılda kalan, grotesk işlerden oluşan bir bölüm var, çünkü yaklaşık otuz yıllık sürede resim yaptığım için akılda kalan bir Horasanlar var. Onun dışında denediğim çok alan var; video, heykel, eskiden beri yaptığım şeyler. Mesela yaklaşık beş yıl önce  ‘İçindeki Şeytanı Öldürürsen Meleği de Öldürürsün’ adlı sergide enstalasyonla heykel çalışması yapmıştım. Hep başka disiplinlerle flörtleşiyorum. Kendimi malzemeyle tekrar sınıyorum ya da yeni bir konsept bulduğum zaman üzerinden yeni malzemeyle yürüyorum. Ondan dolayı farklı diller sürekli ürettiğim bir şey, tabii izleyici algısı sizi sürekli bir yere kilitlemek istiyor. Yani bir şekilde orada bulmak istiyor sizi. Bu konformist bir durum. 

“Benim sürekli yeni malzemeler üzerinde çalışmam var. Bu sergide de aslında duygu olarak eski işlere çok işaret eden,  Grotesk yapıya çok hitap eden işler var. Ben yıllar önce ‘Alacakaranlık’ diye bir sergi yapmıştım. O zaman Türkiye’nin galiba Çiller dönemiydi ve faili meçhullerin olduğu, en karanlık dönemlerinden biriydi. O zaman ‘Alacakaranlık’ bir umut vaat ediyordu.  Çünkü aydınlanmaya doğru gitmek istiyorduk. O sergide de işlerin armonileri, koyu renkler ve tonlar gayet keskindi.”

Bu sergide de karanlıkla karşı karşıyayız. “Karanlığın Uykusu” hepimizi saran bir süreç aslında, Horasan’ın işleri de bu duyguyu bire bir yansıtıyor.

“Şimdi de yine bir karanlık var. Hepimizin uyanacak mıyız, uyanmayacak mıyız gibi bir endişesi var. Nereye gittiğimizle ilgili herkes sıkıntı içinde. Bu coğrafyanın getirdiği bu sıkıntılar birey olarak beni de çok etkiliyor. Bir şekilde bir umut kapısı aralamaya çalışıyoruz. Tabii ben sanatçı olarak kendimden yola çıkarak her şeyi düşünüyorum. Benim deneyim alanım kendim aslında. Yani kendi yolculuğum bana duygularımı, çevreyi gösteriyor. Çünkü en iyi gözlemleyebildiğim tek varlık kendimim. Türkiye’nin tarihine bakarken bile kendi tarihimle özdeşleştirerek yürüyorum. Mesela Türkiye’de Alevilerle, azınlıklarla ilgili yapılan şeylerde kendi tarihime baktığım zaman bunu çok rahat okuyabiliyorum. Biz de çocukken bir sürü toplumsal baskılarla büyüdük. Onları hafızanızdan çıkarttığınız zaman otomatik olarak yerlerine oturuyor belli şeyler. Ondan dolayı kendimi gerçekten bir deney tahtası gibi görüyorum. Bir de kendimi deşmekten hiç korkmuyorum. Bir başka sanata, sanatçıya bakmakla, etkilenmekle ilgili bir derdim yok.” 

Kimler var peki bu sanatçılar arasında?

“Bundan önceki sergiler için söyleyeceğim çok sanatçı var, çünkü daha çağdaş sanata işaret eden birçok sanatçıdan etkilenerek yola çıktım, birçok sanatçının da referanslarını verdim, Peter Coffin, Paul McCarthy gibi, hep referanslarla çalıştım, o bir homage sergisiydi. Bu bir homage sergisi değil. Bu, biriktirdiklerimden oluşan bir sergi. Şimdiye kadar tüketim fazlası ya da atamadığım, kıyamadığım, sağdan soldan topladığım, hoşuma gitti diye aldığım ya da lazım olur diye kenara kaldırdığım bir sürü malzemenin ne kadar çok biriktiğini gördüm. Biriktirme nedenimi bilmiyorum. Mesela yıllardır dişçiden diş kalıpları biriktiriyordum, çok hoşuma giden bir şey diş. Fakat ne yapacağımı bilmiyordum, sonra geçen yılki Londra sergimde o dişlerden bir heykel yaptım. Serginin adı ‘Zamanı Gelince’ydi,  yaşlanmak üzerine bir temaydı. O dişlerin hepsi de yaşlı dişleriydi. Onları pleksi kutuların içine alıp havada uçuşan dişlerle ilgili bir iş çözümlemiştim. Yani bazı şeylerin zamanı geliyor ve malzeme size yol veriyor. Bir sürü şeyi biriktiriyorsunuz, ondan sonra o malzemeyle bir şey yapmak istiyorsunuz.”

Bu sergide de biriken malzemelerin kendi yollarını bulmalarına tanık oluyoruz.

“Bu malzemeler çok birikmişti.  İki tane malzeme var kullandığım; bir tanesi balmumu, diğeri de cilt tutkalı. Bu ikisi de sıcakta eriyen malzemeler, ısıya gelince sıvılaşıyorlar, soğuğa gelince donuyorlar. Bunun içine renk koyabiliyorsunuz, balmumu çok organik bir şey. Bütün bu malzemeleri kendi ruhlarına göre kaplamaya başladım. Kimisini siyahla, kimisini kendi balmumuyla,  bir anda atölyenin ortasında büyük bir mezar gibi;  yaşayanlar, ölenler, böyle siyah parçalar,  yaşayan parçalar gibi bir sürü parçalar oluşmaya başladı. Malzeme forma girdi, parçalar bana ne yapmak istediklerini söyledi; parçaları nasıl yan yana getiririm, neler üretirim gibi. Aslında tüketim fazlalıklarından oluşan bir enstalasyon sergisi. Heykel diyemiyorum çünkü heykelde bir yontma tarafı var, ben tıraşlamıyorum. Bir şekilde kurgular yapmaya başladım. 

“Sonra şehirlerle ilgili bir şey yapmak istiyordum. Çünkü etrafta inanılmaz bir yıkım var. Bina maketleri baktım, bulamadım. Bir gün Nevzat Sayın’la görüşürken, ‘Bende bina maketi var, sana vereyim, ne istersen yap’ dedi. O maketin üzerinden yeni bir şehir yarattım. Orada yaşanır mı yaşanmaz mı ama karanlık olmasına rağmen bir yaşama alanı var içerisinde. Domuz çiftliği, mercanlar var. Yani işte, her şeye rağmen ayakta kalmaya çalışıyoruz, yaşadığımız yerde pencereleri açamıyoruz, nefes alamıyoruz, gürültüden oturamıyoruz, tedirginiz, her tarafımız inşaat. Bir şekilde yaşıyoruz da nasıl dayanacağız bilmiyorum. Etrafımızdaki çevre duygusu gitti.”

Kolay kolay da geri geleceğe benzemiyor. Kaybolan şehre karşı yeni bir şehir oluşturma çabası bir yerde Horasan’ınki.

“Yok olan bir süreç var, daha güzel bir yöne de evrilmiyor. Şehirde,  bu yok olana rağmen bir şekilde orayı var etmeye çalıştım. Yani bir şekilde hayat kurmaya çalıştım. Tabii bunun yanında küçük tuvaller var, bizim işimiz aslında biraz algıyla. Hem kendi algımızla yeniden algıyı düzenlemek, bakışı yeniden değiştirmek hem izleyicinin bakışında… O küçük resimlere baktığınız zaman tamamen kolaj duygusunda boyanmış ama kolaj olmayan, hiperreal boyanmış resimler. Aslında özünde kolaj mantığının resme taşınmış hâli. Bu dil bana çok ilginç geldi. Yani ‘mış gibi’, aslında baktığınız zaman bir kolaja bakıyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz fakat tamamen bir boyaya bakıyorsunuz. Oradan yola çıktım. Aslında çektiğim fotoğraflardan, çürümeden ve yok olmanın fotoğraflarından yola çıkmıştım. Sakat atlardan, çürüyen otlardan hatta etrafımda yaşayan yaşlı insanlardan çektiğim fotoğraflardan değişik biçimlerde keserek yola çıktığım kolajlardan, sonra boyaya çevirdim. Kolajlar da var orada, onları da beraber koyduk ki beraber görülsün diye.”

Serginin başlığı, ‘Karanlığın Uykusu’na gelirsek…

“Aslında tamamen karanlığa işaret eden bir sergi değil. Uyku güzel bir kelime. Uyanılma ihtimali var. Karanlığa rağmen bir çıkış yolu gözüküyor. Bu tüketim alışkanlığımızı tekrar gözden geçirmemiz gerekiyor. Bize dayatılan, söyletilen o kadar alışkanlığımız var ki. Bir şeyi alırken artık şunu düşünerek almak belki daha motive edici olur: Ben bunu aldığım zaman doğadan ne yok olacak? Geçen yıl Bolu’ya gittik, dağlar bitmiş. Ne kadar büyük bir tahribat içinde olduğumuzu anlıyorsun. Bizim aldığımız, tükettiğimiz her parça,  bir yerlerden bir şeyleri eksiltiyor. Belki bunu birazcık göz önünde bulundurabilirsek, tüketim alışkanlığımızı bir parça gözden geçiririz diye düşünüyorum. Çünkü ‘eğer tüketirsen varsın’ ağırlığı var üzerimizde. Çocuklarımız zaten böyle yetişiyor. Her şeyi update etmemiz gerekiyor. Mesela ben skype kullanıyorum, bilgisayarım da eski bir Mac, bu alet kendi kendine bunu update ediyor, bana sormuyor ve bana ‘sen bu programı kullanamazsın, makinanı değiştireceksin’ diyor. Ben bu eski programı kullanabilirim, benim için sorun değil. Cep telefonlarında da bunu yapıyorlar. Yenisini almadığınız zaman teknolojinin bir yerinde kalmak zorundasınız. Aslında bakınca, ne kadar manipüle edildiğimizin resmi, ‘artık sen bu evde oturamazsın, yandaki bu eve geçeceksin’, verilen alternatifler de sana seçim izni tanımayan şeyler. Yeni evler yapıyorlar, her şey ‘mış gibi’. Tahta gibi parkeler, mermer gibi tezgâhlar; her şey gibi gibi. Hiç sağlıklı değil, bir sürü kanserojen maddeyle döşenmiş apartmanlar olacak, evler küçülecek, tavanlar alçalacak, ama insanlar yeni ev olarak bunları kendilerine öngörüyorlar. Tek kıstas, deprem korkusu. İnsanlar bir şeyle korkutularak çok rahat yönetilebiliyorlar.”

Görüldüğü gibi, Mustafa Horasan’ın sergisi yaşadığımız şehir, tüketim alışkanlıklarımız, yaşam biçimlerimiz üzerine defalarca düşünmeye çağırıyor bizi. Karanlığın uykusunu sonlandırmanın vakti gelmedi mi sizce de?

Karanlığın Uykusu”/ www.piartworks.com/ 6 Haziran’a dek izlenebilir.

Daha fazla yazı yok
2024-05-14 01:01:22