A password will be e-mailed to you.

Kül Yolu – Birinci Gün: İzlanda’daki Eyjafjallajökull Volkanı’nın 2010 yılında patlamasının ardından, Ceksın’ın içine düştüğü yolculuk serüveninin ilk bölümü.
 

İsmini telaffuz edemediğimiz, kes-yapıştır yapmadan yazamadığımız Eyjafjallajökull Volkanı, 14 Nisan 2010 Çarşamba günü patladığında, dünyanın en durağan ülkeleri sıralamasında, her sene komşularıyla çekişen İsveç’in en sakin köşelerinden birinde, şirket eğitimlerinden birindeydim. Sıkıcı giden eğitim, volkanın patlaması ve CNN’in National Geographic’ten aşina olduğumuz görüntüleri vermesiyle biraz renklenmişti. Görüntüler, üç gündür bir arada olmaktan sıkılmaya başlayan katılımcılar için “Bir an önce bitse de odaya gidip biraz kafa dinlesek” makamından geçen akşam yemeğinde taze bir mevzu olmuştu.

Perşembe sabahı, çıkan küllerin uçak motorlarına zarar vermesi riski yüzünden İzlanda hava sahasının kapandığı haberi geldi. 3000-4000 kilometre ötemizdeki küllerin etkisini aklımıza bile getirmeden, göl kenarından –dişlerimiz takırdayarak– eğitim binasına doğru yollandık. Öğlen, uçuş yasağı İngiltere’ye kadar ulaşınca ayaklarımız suya erdi. Akşam ise, okyanusun karşısına geçecek Amerikalılar ve Meksikalılar, Portekiz ve İspanya gibi güney Avrupa ülkeleri üzerinden alternatif rotalar aramaya başlamıştı. Cuma sabahı Stockholm havaalanı Arlanda’nın kapandığı haberiyle birlikte tüm ekip telefonlara yapışmıştı. Zaten otuz dakika eğitim, bir saat kahve molası şeklinde planlanan gevşek Cuma günü eğitimi iptal edildi. Küller tüm kuzey Avrupa’yı kaplamış, havaalanlarının kapılarına birer birer kilit vurulmuştu.

Cumartesi sabahı standart kontinental otel kahvaltısı ardından ne halt edeceğinizi bilmez bir halde Nordic Sea Oteli’nin lobisinde Amerikalısı, Meksikalısı, Çinlisi, Japonu, Filipinlisi, Almanı açık oturum yapıp başı kesik tavuklar gibi kendimizi oradan oraya vurup dururken, Alman Frank, Lost’taki Benjamin Linus gibi sinsice yanıma yanaşıp “I’ve a plan dude” dedi. “Nedir?” diye sorunca dökülmeye başladı. Stockholm’den trene binip Malmö’ye gidecek, Malmö’de bizi karşılayacak olan arabayla Kiel’e geçecek, geceyi Kiel’de geçirdikten sonra da sabah Münih’e yollanacaktık. Frank için şahane bir plandı. Zira kendisi Munih’te ikamet ettiği için Pazar akşamı evinde olacak ve henüz 7-0 biteceğini bilmediği Hannover maçını elinde soğuk weissbier ile seyredebilecekti.

Ama evi Mühih’ten 2000 km uzakta olan benim için durum o derece parlak değildi. On saniye düşündükten sonra, bana beş dakika müsade etmesini istedim. Akabinde eşim ile seyahat danışmanım, acil çıkışlar kraliçesi “kumandan uçan tekme”yle hızlı bir fikir teatisinde bulundum. Eşim ikircikli ve çekimser bir şekilde bulutlar kalkana kadar otelde kalmamı önerdi. Kumandan uçan tekme ise önce “Saçmalama Ceko” dediyse de ardından avantür işlere ve tebdil-i mekâna olan açık ve ısrarcı eğilimimi anlamış bir ruh haliyle “Hoca, sen daralmışsın oralarda, kendini yollara vurmadan rahat edemezsin” dedi. Reddedilmemenin gizli kabul olduğunu bellemiş bir arsızlıkla Frank’e “I’m in brother” dedim. Bu dört kelimeyi söylediğim andan itibaren geçecek 74 saatte hayatımın önemli tecrübelerinden birini yaşayacağımı elbette bilmiyordum. Oysa daha iki gün önce 700-800 derecelik korların üzerinden yürümenin “lifetime experience” olduğunu söyleyen havalı Andreas’a inat, kader ağlarını örmekteydi.

Karar verildikten sonra otelin yüz metre ilerisindeki istasyona yöneldik. Otelin, şirket merkezinin ve önceki gece eğlendiğimiz Fasching Jazz Club’ın da aynı yüz metre çapındaki daire içinde olduğunu düşündüm ve Stockholm’un yüz metre çapında bir daire olduğuna inandım. Bu saçma düşünce, ilk defa üniversite ikide gittiğim Veliefendi Hipodromu’nun miting gününde gördüğüm kadar insanla karşılaşınca yerini yeise bıraktı. Bir hayalin sadece on dakika sürmesinin verdiği üzüntüyü anlayan Frank, kuyruklardan birine girmeyi önerdi. Kuyruk için ne olur ne olmaz diyerek ikimiz de birer bilet aldık. Ben Frank’a göre bir numara daha şanslıydım, o, 705; ben, 704. Kafalarımız önce elimizdeki biletlere, ardından da yukarıdaki dijital sayaçlara yöneldi; yukarıdaki rakam sadece ve sadece 350’ydi. “Şayze” ve AQ ünlemleri arasında kuyruğa yazıldık. Sağa sola bakınarak, bu soğuk memlekette kıçının üzerinde miniyi nasıl giyiyor bu kızlar diye şaşırarak, krizi fırsata çevirmeye çalışan genç oğlanları ve kızların flörtleşmelerini keyifle izleyerek, çınarlı yoldan boğazın poyrazına karşı elde bira bağıra çağıra maça gitmek ile Alianz Arena’da şampiyonlar ligi final maçı seyretmenin karşılaştırmasını yaparak zamanı erittik. O sırada yanımıza gelen ve üç gün sonra Kadıköy Evlendirme Dairesinde nikâhı olan oğlana acırken, tabelanın 700’lere yaklaştığını görüp içimiz pırpır etmeye, avuçlarımız terlemeye, tansiyonumuz yükselmeye başladı. Dijital tabela, 704’e döndüğünde seğirterek 11 numaralı gişeye yöneldik.

Karşımızdaki delikanlıya Malmö’ye gitmek istediğimizi bildirdik. İsveç şimendifer teşkilatı SJ’nin sayfaları arasında dolaştıktan sonra “Ne yazık ki doğrudan bilet yok” cevabını aldık. Biraz eşeleyince doğrudan biletin yol boyunca aynı koltukta oturarak gitmek olduğunu anladık. Bunun umrumuzda olmadığını ayakta bile gideceğimizi beyan edince, bize Malmö’ye kadar üç farklı kompartımanda değiştirilmek üzere yerlerimizi verdi. Biletleri kapınca sevinçle otele dönüp valizlerimi hazırlandım, ne kadar kıymetli olacağı sonradan anlayacağım duşumu aldım ve Facebook’a “Stockholm -> Malmö -> Kiel -> Munich -> ??? -> İstanbul” notunu iliştirdim. Lobide hesap kesildikten sonra kapıdan çıkarken Nordic Sea Oteli’nde sanki yüz yıldır kalmışçasına hızlıca istasyona geri döndük.

Malmö treninin üç numaralı vagonuna bir şekilde yerleştikten on dakika sonra tren hareket etti. Yol boyunca üç defa, elimizde valizlerle yer değiştirdik. Dört saatlik yolu orman içlerinden ve dere kenarlarından geçerek geçirdik. Malmö’ye geldiğimize inandığımızda trenden indik. Ancak gardan çıkınca buranın Malmö olmadığına dair içimizde bir şüphe belirdi. Ortalık İsveç şehirleri için bile çok hareketsiz ve insansızdı. Günlerden Cumartesi ve ulaştığını düşündüğümüz yer İsveç’in en büyük üçüncü şehriydi. Burası neresi diye sorduğumuz ilk insan evladından, Lund yanıtını alındığında küfür kıyamet tekrar gara girildi ve on beş dakika sonra gelen trene tıkışıldı. Malmö’ye ulaştığımda aklıma ilk gelen, Beşiktaşımızın efsane iki numarası Takoz Recep ve onun 1980’lerin sonunda röveşatayla bizim kaleye attığı golle 3-2 kaybettiğimiz maçtı. Tren çıkışı Frank’ın baldızının erkek arkadaşının bir arkadaşıyla mal şehir Malmö’den yola koyulduk.

Bu kadar teğet bir bağlantı ile bir insanın iki ülke değiştirip, 450 kilometre direksiyon sallayarak gelmesi benim için hala bir muamma. Malmö’den çıktıktan yarım saat sonra İsveç’i Danimarka’ya bağlayan Oresund Köprüsü’nde, Kuzey Denizi üzerinde batmakta olan güneşi seyredip, rüzgâr değirmenlerine bakarken içim geçmiş. Uyandığımda isimlerini Avrupa kupalarından tanıdığım Odense, Brondby gibi şehir-kasaba kırması Viking yerleşkelerinden geçiyorduk. Hız kontrolü çok sıkı olduğu için altımızdaki “VW R350” das Auto’nun üç yüz elli beygiri boşa kişnemekten başka bir işe yaramıyordu. Flensburg’tan Almanya’ya girince beygirler şahlandı, dörtnala koşmaya başladılar. Saat geceyarısına yaklaştığında tipik bir Alman köy evine ulaştık ve valizler çıkarıldı. Bizi büyük bir sıcaklıkla karşılayan baldıza ve erkek arkadaşına selam verildi. Bu arada baldız, erkek arkadaşı ve bize soförlük eden erkek arkadaşın elli yaşın üzerinde olmaları ve onların hiçbirinin ismini aklımda tutamamış olmam ayrı bir mevzu. Bana tipik ergen tarzı döşenmiş olan oğlanın odası verilmiş, yatak biz gelmeden hazır edilmişti. Bir yorgunluk birası içildikten sonra saatleri 5’e ayarlayıp yataklara serilindi.

 

İkinci Bölüm: Kül Yolu: Külbastı – Kiel-Münih Hattı

Daha fazla yazı yok
2024-05-17 07:47:51