A password will be e-mailed to you.

Son zamanlarda ürün tasarımı ve sergilerle de isminden söz ettiren Odile Decq ile sinemadan renk kullanımına, mevcut eğitim sisteminin sorunlarından keyif veren mekânlara sohbet ettik.

 

Fransız mimar ve şehir plancısı Odile Decq, “rock’n roll” tarzı kadar işleri ile de mimarlık dünyasının nevi şahsına münhasır isimlerinden. Siyahı sevdiğini, çünkü “isyanın, anarşinin, devrimin ve rock’n roll’un renginin siyah olduğu”nu söyleyen Decq tasarımlarında bir ideoloji gözetmediğini söylese de, sonbaharda Lyon’da açılacak olan ve devrimci olarak nitelendirilmesi son derece mümkün bir eğitim anlayışına sahip mimarlık okulu ile gündemi epey meşgul ediyor. “Mimarlığı bir meslek değil, bir düşünce olarak öğretme” amacı güden, disiplinlerarası bir eğitim sistemi öneren ve “Confluence/Kesişim” temalı okul hem müfredat hem de mekân olarak şeffaflığı ve melezliği kutsayacak şekilde kurgulandı.

Son zamanlarda ürün tasarımı ve sergilerle de isminden söz ettiren Odile Decq ile sinemadan renk kullanımına, mevcut eğitim sisteminin sorunlarından keyif veren mekânlara sohbet ettik. Duruşu ile kendimi bildim bileli idolüm olduğunu söyleyebileceğim ve bu yüzden sohbeti benim için son değerli olan Decq’in en önemsediği konulardan birisi ise kadın mimarların görünürlüğü; bugünün sahnesini “eril bir sahne” olarak tanımlayan ve bu sahnede kadınların varoluşunu son derece problematik bulan Odile Decq, kadın mimarlara verilen Prix Femme Architecte ödülünü kabul edişinin nedeninin genç kadınlara cesaret vermek olduğunu belirtiyor ve ekliyor; “savaşmaya devam etmeliyiz”.

 

Tasarım evreninizde geometri ile rengin önemli bir yeri var ve bu izleyiciye güçlü duyumlar yaşatıyor. Örneğin, MACRO’da (Museo d’Arte Contemporanea Roma/Roma Çağdaş Sanat Müzesi) biçimler ile insanları harekete geçirdiğinizi, bedenleri müzenin çevresinde dolanıp yol aldıkça bir yeniden keşfediş yaratmayı amaçladığınızı okumuştum. Oradaki kendi deneyimimde “yolculuk”un ağır basan bir his olduğunu söyleyebilirim. Mekânlarınızda hikâyeler yaratmak ilginizi çekiyor olmalı.

Hikâyeler, evet. Hikâyeler, ve yeni deneyimler yaratma isteği. Yeni duyumlar yeni deneyimler sunar ve bu algınızı açar, sizi keyiflendirir. İnsanları keyiflendirmeyi önemsiyorum. Böylece kendinizi rahat hissedersiniz. Mimarların ilk görevi bir “barınak” yaratmaksa, benim için ikincisi de günlük hayatlarındaki koşturmacayı ve dertlerini unutabilecekleri mekânlar sunmak. Bugünün sosyal problemlerinde “iyi” hissetmeniz çok zor ve mimarlar olarak bunu sağlamamız gerektiğine inanıyorum.

 

Dikkat çekici bir paletiniz var: yoğun kırmızılar, parlayan beyazlar ve -elbette- derin siyahlar. Fakat saldırgan ve rahatsız edici olmanın tersine, bu renkler son derece davetkâr ve kıpır kıpır. Tasarıma yaklaşımınızda rengi nasıl kullanıyorsunuz, biraz bahsedebilir misiniz?

Bir projeye başlarken hiçbir zaman aklımda verilmiş kararlar olmaz, süreç ilerledikçe fikirler belirir ve sorulara dönüşür, ve sorular başka sorular doğurur. Çıkanlara bakar ve sorarım: “Tamam, peki siyah nerede?” Siyahı severim ve olabildiğince kullanırım, fakat tabii bu her zaman mümkün olmuyor, işlev devreye girdiğinde kişisel ilgi ve alışkanlıklarınızı bir kenara bırakabiliyorsunuz. Demek istediğim, esnek olmaya çalışıyorum. Keyifli mekânlar yaratma isteğimden bahsetmiştim; rengi “sıkıntı” hissi gördüğüm yerlerde kullanıyorum -benim renklerim hınzır renkler.

 

Bir demecinizde siyah rengi sevmenizin birkaç nedeni olduğunu, bunlardan birinin de isyanın, anarşinin, devrimin ve rock’n roll’un renginin siyah oluşu olduğunu okumuştum. Kişisel tarzınızın da son derece “rock’n roll”, hatta “isyankâr” olduğu söylenebilir. Bunu tasarım algınızla bağdaştırıyor musunuz?

Genellikle “isyankâr” olarak nitelendirilseler de, tasarımlarımda ideoloji gözetmiyorum. Projeleri bir macera gibi görüyorum, isyan ya da devrimden ziyade. Sonunu göremediğiniz bir sürece atılıyorsunuz. Nasıl kullanılacağını, içinde nasıl yaşanacağını, binanın şehre nasıl bağlanacağını ve kullanıcıyı nasıl saracağını tahayyül ediyorsunuz ve biçim, sürecin içinde keşfediliyor. Belki tarzım için de aynısını söyleyebilirim.

 

Mimarlık pratiğinde yer alan kadınlara verilen “Prix Femme Architecte” ödülünün sahibi oldunuz, ayrıca Alice Shure ve Janice Stanton’un “Making Space/Mekân Yapmak” belgeselinde inceledikleri beş “yükselen kadın”dan birisiydiniz. Sözü edilebilecek bir eril hegemonyada, meydan okuyucu bir figür oluşunuza dair ne söyleyebilirsiniz?

Ah, şimdi güzel bir noktaya geldik! En çok önemsediğim konulardan birisi bu. Mimarlık için “eril bir hegemonya”dan bahsetmek son derece mümkün ve kadınlar olarak uzun süredir bunun mücadelesini veriyoruz. Bugün koşullar iyileşmiş görünse de aslında değişim çok yavaş; işte bu yüzden ödülü kabul ettim. Demek istediğim, kendim için değil; genç kadınlara cesaret vermek için. Ve kendilerine güvenmeleri için; bence yeni neslin en büyük sorunlarından birisi bu. Eğer bunu ben yapabildiysem, onlar da yapabilir. Okula başladığımda ailem dahi kimse mimar olabileceğime inanmıyordu. Bu bir kültür ve eğitim meselesinden daha ötede; bugünün sahnesi, eril bir sahne ve kadınların bu sistemde varoluşu son derece problematik. Mimarlık pratiğinde de tablo değişmiyor. Hepsinden öte, sürecin her aşamasında erkeklerle çalışıyorsunuz. İşverenleriniz erkekler; büyük “genel müdürlükler”de büyük “adamlar”ı görüyorsunuz, sizi çalıştıranlar erkekler. Projeye dahil olan elektrik mühendisleri, inşaat mühendisleri, işçiler; hepsi erkek. Zamanla duruma alışıyor ve sorun etmiyorsunuz. Ve sonrasında ise fark ediyorsunuz: onlar sizinle çalışmayı sorun ediyorlar! Nihayetinde bu sizin sorununuza evriltiliyor. Tarzımı “isyankâr” olarak nitelemiştin; bugünün tablosunda bir kadın olarak görünürlüğümü sağlamamın bir aracı bu. Savaşmaya devam etmeliyiz.

 

Son yıllarda ürün tasarımına yöneldiniz ve bu alanda kayda değer ödüllere sahipsiniz. Mimarlık disiplininden birisi olarak sizin için bu nasıl bir deneyim oldu?

Mimari ve ürün tasarımı arasında elbette bir ölçek farkı var ve ilk zamanlar bu sizin için şaşırtıcı oluyor. Birlikte çalıştığınız insanlar kadar tasarladığınız şeyin işleme şekli de değişiyor tabii fakat bir yerden sonra yaklaşımınızı bu yeni boyuta taşımanın bir yolunu buluyorsunuz. Ürün tasarımında beni asıl heyecanlandıran şeyinse küçücük bir objeye tüm benliğinizi sığdırmak olduğunu söyleyebilirim; bu sanki tüm düşüncenizin sıkışıp, sıkışıp yoğunlaşması gibi.

 

Galerie Onisiris’te (Noir Fracture), LA Sci-Arc (Anisotropy), Pekin Bienali’nde (FLAT Unlimited) sergileriniz oldu. Sanat üretiminizi nasıl tanımlarsınız?

Bir mimar olarak mekân üzerine düşünme becerisine sahip olduğunuzdan, sanat üretimine bu açıdan yaklaşabiliyorsunuz ve bu da izleyicide doğrudan bir algı yaratmanızı sağlıyor. Öte yandan işlev kaygısı duymadığınız bir alanda daha özgür olabiliyorsunuz, benim için bir oyun alanı gibi.

 

2011 yılındaki 68. Venedik Film Festivali’nde jüri üyesiydiniz. Sinema ile nasıl bir ilişkiniz var? Ve mimari ile sinema ilişkisini nasıl görüyorsunuz?

Sinema her zaman büyük bir tutkum olmuştur. Benim neslim televizyonla sonradan tanıştı, küçük bir çocukken sinemaya giderdim. Hareket eden görseller beni büyülerdi. Benim için hâlâ da bu böyle; mekânlarımı bu sürekli akış halini sağlayacak şekilde yaratmayı amaçlıyorum. Sinemada film izlerken, kendinizi bir mekânda hissedersiniz ve aslında o sırada başka bir mekândasınızdır; bu çok ilginç bir durum bence. Başka bir mekândan o mekânı algılayabilirsiniz ve bunun için bir kapıya ihtiyacınız yoktur. Mimaride bunu deniyorum; boşluklar olmadan algılatmayı ya da hissettirmeyi. Mekânlarımdaki duyumlar ve hikâyeler buradan çıkıyor. Sinemanın mimariye söyleyebileceği daha birçok şey var; örneğin yönetmenler anlatı ile oynayabiliyorlar. Demek istediğim, bir hikâye var ve yönetmenler o hikâyenin algısını değiştirebiliyorlar. Mimarlar olarak kente yaptığımız aslında bundan bağımsız değil; mekânlarınız bu güce sahipler. Yalnızca “görüntüleri” doğru kurgulamamız gerekiyor.

 

Eylül ayında Lyon’da mimarlık okulunuz açılacak; “Confluence/Kesişim” teması ile farklı disiplinlerin birlikteliğini esas alacak bir eğitim çerçevesine sahip. Okuldan biraz bahsedebilir misiniz? Size göre bugünün mimarlık eğitimde temel sorunlar nedir?

Mimarlık eğitiminin geldiği noktada temel sorun, “teknik mimarlar” yetiştirilmesi. Bugün bina yapma aracı olarak gördüğümüz mimarlık bir düşünce biçimidir. Mimarlık bir “disiplin”dir; bir “iş kolu” değil. Amerika’daki, Avrupa’daki her şeyi üzerinize akıtarak ederek sizi “işlemeye hazırlayan” akademik sistem yüzünden mimarlığın ne olduğunu unuttuk. Ve bunu hatırlamaya ihtiyacımız var! Dünyanın sürekli değiştiğini söylüyoruz, okullarımız neden buna ayak uydurmuyor? Etrafıma baktım ve bir ilham göremeyince okulu kendim açmaya karar verdim. “Kesişim” temasını böylece belirledik; mimarlığı bir “meslek” değil düşünce biçimi olarak ele alacak ve bu görüyü farklı disiplinlerin birlikteliği ile öğretecek bir kurgu hedefledik. Mimarların, sanatçıların, düşünürlerin, sinemacıların, bilim insanlarının, üreticilerin bir araya geleceği okul sinerjiyi ve melezliği kutsayan bir “alıştırma, yaratma ve araştırma” alanı olacak. Mekânın kendisinin de buna imkân sunacak şekilde tasarlamaya özen gösterdik; esnek ve açık bir kurguda öğrenme alanları, laboratuvarlar, sosyal alanlar ve atölyeler yeni deneylere alan sağlayacak.

 

Bugünlerde ilgilendiğiniz başka hangi projeleriniz var?

Fransa’da bir ofis binası üzerinde çalışıyoruz, yine Fransa’da ufak birimlerden oluşan bir konut projemiz var. Çok fazla projemiz olduğunu söyleyemem, zor zamanlar yaşıyoruz ve daha da zorlaşacağına inanıyorum. Ofis olarak bir sergi ile uğraşıyoruz; aslında düşünme biçimimizin biraz bu yöne evrilmesi ile ilgileniyoruz. Elbette bu çok yeni bir fikir ve süreç gerektiriyor ama bizi heyecanlandıran bir gelişme. 

 

(Bu söyleşi ilk kez Arredamento Mimarlık dergisinin Şubat 2015 sayısında yayınlanmıştır.) 

 

 

Daha fazla yazı yok
2024-05-04 15:14:40