A password will be e-mailed to you.

Nuri İyem dolayısıyla Özdemir Altan’ın Ayşegül Sönmez’e verdiği demeç, kronik tartışmaların hala dumanının tüttüğünü gösteriyor

Nuri İyem’in 100. Yılı dolayısıyla Evin Sanat Galerisi kapsamlı bir portre sergisi düzenliyor. Bu çerçevede Nuri İyem’in sanatını kuşatan bir kitap da yayınlanmış oldu. İstisnasız Nuri İyem Türkiye pentüründeki çok önemli bir kırılmayı başlatan ressamlardandı.

10 Mayıs 1941. Dokuzu ressam (Haşmet Akal, Agop Arad, Avni Arbaş, Turgut Atalay, Nuri İyem, Fethi Karakaş, Kemal Sönmezler, Selim Turan, Mümtaz Yener), biri grafik sanatçısı (Yusuf Karaçay), biri heykeltraş (Faruk Morel), biri fotoğraf sanatçısı (İlhan Arakon) toplumsal bir bomba patlamıştı. Türkiye sanatı yeni bir evreye girmeye hazırlanıyordu. D Grubu’nun sakin, üslupçu modernizmi ve de Akademi aşılıyor; yeni sulara yelken açılıyordu.

Osmanlı-Genç Türkiye Cumhuriyeti sanatı, asker ressamlardan, Sanayi-i Nefise ve Çallı kuşağına, Leopold Levy’nin kübizmine zorlu bir modernizmi arşınlamaya çalışıyordu. Yeniler Grubu ve Liman sergisi işte bu evredeki yol ayrımlarından biriydi. Adı üstünde; peki “Yeni” olan neydi? İlk defa bu topraklarda sanatın içine toplumsallık ve sınıf sızıvermişti. Liman işçileri, hamallar, ekmek peşinde koşturan insanlar. Yeniler modernist biçimlere yeni bir içerik üflemişlerdi. Artık hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktı. İkinci Dünya Savaşı’nın karneli “karartma geceleri”nden, Sansaryan Han’a, Küllük’ten Beyazıt’a, 40’ların “fedailer mangası”na uzanan zengin bir birikim, tuvalin beyazına düşüvermişti. Akademi ilk defa biçimsel deneylerin, sağduyunun dışında bambaşka bir şey görmüştü; ve ürkmüştü. Nuri İyem’in sözleriyle: “Bir asıra yaklaşan geçmişinde sadece peyzaj, cici portre ve ölüdoğayla ilgilenmiş Türk resmine gerçek Türk insanı unsurlu canlı doğayı getirmek gibi toplu arayışımız vardı. Hepsinin ötesinde hudutsuz çoşkulu, gayretli azimliydik. Ressam kişiliğimizden ve fırçamızdan duyulan ürküntü, gerçek arayışımızı bahane ederek ucuz solculuk suçlamalarına ve vıcık polisiye jurnalciliğe yol açtı. Öyle geçici bir rahatsızlık yaratıp bir süre için baştan def etme gayreti ile kalmadı bu karşıtlık tavrı. Yıllar, on yıllar boyunca sürdü. Geçimimizi zorlayıcı, resmi sanat tarihinden adımızı sildirici, görgü-bilgi gezileri bir yana, sağlık arayışlı kısa seyahatler için bile pasaport verdirtmeyici tavır.”

Dönemin kasvetli siyasası düşünüldüğünde gerçekten işi zordu Yeniler’in. Evet! Nuri İyem’in satırlarıyla zorluklar bekliyordu Yenileri. Geldi de gecikmeden… Baskılar, işsiz bırakmalar, hapisler, kovuşturmalar, dışlamalar ve daha fazlası. Liman’ı görmek ürkütmüştü iktidarı. Liman başka bir liman oldu sanatımıza. Nuri İyem’in resmini oluşturan koşullar ve imgelem dönemin edebiyat ve şiirine kopmaz bağlarla bağlıydı. Hocası Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Eyyuboğlu’na, Ömer Faruk Toprak’tan Rıfat Ilgaz ve Sait Faik’e uzanan o büyük ve yaratıcı denizin içindeydi. Türkiye sanatında bir daha yakalamayacak kadar zengin bir buluşmaydı bu. Edebiyat, şiir ve resim hiçbir zaman iç içe olamayacaktı bir daha… Liman daha sonra1970’lerin yoğun politik evresinde sosyalist bir tınıyla “toplumcu gerçekçi” bir anlayışı besleyen ana damarlardan biri olacaktı. Nuri İyem’den Neşet Günal’a zengin bir bağ devredecektir. Liman ve İyem elbette tartışmalardan muaf değildi. Akademi içinde alevlenen ve 1980’lere bir bakiye devreden figüratif-soyut tartışmalarının da ana figürlerinden biri oldu her zaman.

Nuri İyem dolayısıyla Türkiye sanatının en deneyci kişiliklerinden olan Özdemir Altan’ın Ayşegül Sönmez’e verdiği demeç bu tartışmaların hala dumanının tüttüğünü gösteriyor.(*) Neredeyse 1960’lardan itibaren ilk contemporary yordamları sanatımıza sokan ressamlardan olan Altan’ın Nuri İyem ile ilgili söylediklerini sert ve biraz da haksız bulduğumu söylemek isterim. En önemlisi yargılardaki örtük normların Türkiye modernizmi tartışılırken kullanılan “kolay” bir sağduyuya dönüşmüş olması.

Özdemir Altan Nuri İyem hakkında şunları söylüyordu: “Nuri İyem, sanat sanat içindir yaygın gerçeğini popülist bir tecimsellikle dönüştüren yani sanat halk içindir’in Türkiye’de ilk temsilcisidir. Bence resmin satılması, koleksiyonculuğun canlanması üzerine yararları oldu. “ “O sıralarda Fransız resmi bile bocalıyor. Soyut resim furyasında yer kapışılıyor…Tabii ki bizimkilerden hiçbirine pay düşemezdi. Nuri İyem ise en iyi niyetiyle Türkiye’de ancak illüstrasyonlar yapabildi.” Bu iki ifade sorunlu geliyor bana. Gerek Liman’daki yenilik gerek İyem’in resimleri popülist bir tecimsellik ile yargılanamaz. İyem ve arkadaşları 1950’ler modernizmi içinde yeni bir “kıta” açmaya çalışıyorlardı. Orhan Kemal’in edebiyatta yapmaya çalıştığı gibi bir kıtaydı bu… Köylüleri, gecekonduları resmetmek neden popülist olsun ki… Yüzler, kadınlar bir ikona gibi resmimizin içinde kendine yer açarken neden “ucuz” olsun? Bakışlar insanları etkiliyor ve seviliyorsa neden illüstrasyon olsun? Özdemir Altan’da bazen örtük bazen apaçık bir ikilik var sanki. Figural kolay algılanan ve “ucuz”, soyut ise zor, “ileri” ve seçkin gibi. Soyut sanki ileri bir aşamayı temsil ediyor. Oysa böyle bir anlayış sorunlu. Üstelik 1950’ler modernizmimiz içinde İyem, soyut çalışmalarıyla da baya önemli işler çıkartmaya çalışmıştır. Bu çoğu zaman gözden kaçırılıyor. Türkiye’de sanat tartışılırken genelde örtük bir sağduyu var. Köylü toplum, doğulu olmak, kentleşememek, burjuvanın olmaması, soyut düşüncenin geriliği gibi çoğu kendinden menkul oryantalist tınılı yorumlar bunlar. İyem ve kuşağı, izlenimcilikten, kübizme ve minimalizme modernizmin “demokratikleşmiş” bir çok kazanımı içinde boyuyorlardı. Demokratikleşmiş diyorum; çünkü modernizmin, düzleşme (yassılaşma), eskiz, çoklu perspektif, monokromlaşma, yoğun boya, fırça izi, parçalanma, minimalizm gibi birçok unsuru herkesin olmuştu zaten.

Akademide Leopold Levy gibi hocalar bu modernizmin yaygınlaşmasında önemli rol oynadılar elbette. Özdemir Altan bu eğitim içinde sert bir ifade kullanıyor. Şöyle diyor Özdemir hoca; “Nuri İyem’in kuşağı ise Çallı ve hele hele Leopold Levy (ya da Çallı) gibi üçüncü sınıf bir ressamın öğretisi ürünü”. Bu ifadeye de katılmıyorum. Levy, 1920 sonrası anlayışları öğreten iyi bir hocaydı. Bir Picasso ve Braque  olmak gibi bir derdinin olduğunu sanmıyorum. Zaten demokratikleşmiş (postkübist) yordamlar içinde çalışıyordu.Modernizm denen kırılmayı kendince aktarmaya çalışan biriydi. 3. sınıf bir ressam demek, öğrencilerine de 3. sınıf demek anlamına da geliyor bazen. Son olarak Özdemir hoca Zeki Faik İzer’e referansla şunları söylüyordu: “Zeki Faik’e sordum: ‘Hocam sizler Paris’e gittiğinizde köprünün altından nice sular akmıştı, onları görmediniz mi?’ Yanıtı şu olmuştu: ‘Biz İstanbul köyünden Paris şehrine giden köylülerdik” Evet; İzer kendince haklı, Paris’in hızıyla karşılaştığında İstanbul farklı tabii. Bocalamalarını ve yıkılmış bir İmparatorluk bakiyesi ruh halini anlamak mümkün. Ama şu da var; unutmamak lazım. İzer Liman ve Yenilere Grubuna, akademi içinde en çok politik baskı uygulayan bir yöneticiydi aynı zamanda. Bunun için Nuri İyem’in anılarını, yukarıda alıntıladığım pasajı okumak yeterli. Elbette bu İzer’in sanatından bir şey kaybettirmez. Ama o yıllarda Yeni’nin ne olduğu üzerine düşünmemizi mümkün kılar. Bence artık mizah konusu haline gelmiş; bir zamanların akademisini ikiye bölmüş ve gazete manşetlerine çıkmış “soyut sensin figüratif babandır” tartışmalarının ötesine gitmek gerekiyor.

(*)http://www.sanatatak.com/view/Ozdemir-Altandan-sert-Nuri-Iyem-yorumu/2004

Daha fazla yazı yok
2024-05-17 10:50:48