A password will be e-mailed to you.

Fırat İlim’in ritüeller üzerine hazırladığı yazının ilk bölümü…

Teori, Teori ve Teori

Günümüzde felsefe yapmak bundan 400-500 yıl öncesiyle karşılaştırılamayacak denli zor. Modernlikten önce, bugün “masa başı felsefe” (armchair philosophy) de diye adlandırılan felsefe yapma tarzı spekülatif akılyürütmeden olabildiğine faydalanmaktaydı. Türkçe yazılmış tek Menippea olan Filibeli Ahmet Hilmi’nin Amak-ı Hayal’inde Tantan karakteri, alemin üstüne asılı gök kazanının yedi yüz altmış sekiz buçuk kulpu olduğunu iddia ettiğinde gönderim bu durumadır. Neyse ki bu hep böyle devam etmedi ve dünyaya dair ilgilinin yeniden doğması, Rönesans’tan itibaren beden ve kozmos arasında geliştirilmiş biyolojik analojide kaynaklarını buldu;  Galieici yeni kozmoloji ve Kartezyen felsefe aracılığıyla bilimsel gelişim için gerekli paradigma değişimi sağlandığında ise, felsefe, sadece doğa bilimlerinde değil, sosyal bilimlerde de tikel ile yeniden ilişkilenmek durumunda kaldı. Haliyle filozof tipi de bu ayrım üzerinden değişti. Günümüze kadar bakıldığında, felsefecinin halen eski pozisyonunu koruma seçeneği var; fakat Chomsky, Eagleton, Kripke gibi örneklerin aksi pozisyonlarının sağladığı alan ve perspektiflerle kıyaslandığında, bu seçenek “inatçılık”tan fazla bir anlama sahip görünmüyor.

Soru aslında “Tarih bilmeden Tarih Felsefesi yapılır mı?” ya da “Sanat bilmeden, sanattan anlamadan Sanat Felsefesi yapılır mı?” gibi sade ve anlaşılır bir biçime büründüğünde yanıtı da hızlıca geliyor: Hayır! Buna karşılık, tikel içerisinde boğulma gibi bir ihtimal de mevcut, karşıt argüman da çoğu zaman ya bu ya da “tikelde görülen tümel” (?) dir. Madem “Bütün insanlar doğal olarak bilmek ister.”, o halde inceleyeceğiniz sonsuz (o da ne ayol!) sayıda tikelin hakikat talebini sürekli ertelemesine karşılık ne yapacağız? Şüphesiz filozoflar da bu noktada çoğunlukla (örneğin Biçimciler kadar, defüzyonistler kadar) çekinik durmamıştır. Bununla birlikte, Analitik Felsefe geleneği bunun kısmi karşılığını almış, almakta. Kıta Avrupası Felsefesi’nin ise tikel karşısında İdealizmin köklü etkisinden kurtulmuş olduğu söylenemez.

Ara bir pozisyon olarak Cassirer gibi önemli bir figür mevcut. Bize bıraktığı müthiş külliyatı ve her iki çevreden aldığı takdir söz edilmeye değer. (Üstelik, Heidegger ile 1929’da Davos’ta yapmış olduğu tartışmanın yukarıdaki iki gelenek arasındaki ayrımı tesis ettiği de söylenebilir.) Özellikle Rönesans üzerine iki çalışması ve 3 ciltlik Sembolik Formlar Felsefesi kültür tarihinde yasallık arayışına alternatif bir bakış sağlar. Elinde tarihsel veriler ve tikel örnekler mevcuttur; bunları taşıyacak bir “töz” bulmak için en yakın örnek Hegel’dir;  böylece bilinç ile birlikte sembolik formlar bu tözü tesis etmek için gerekli altyapıyı sağlar. Tüm çeşitliliği ile kültür tarihi, gelişiminde belli bir yasallık bulabileceğimiz bir izlenceye sahiptir. Ancak Hegel gibi Cassirer de söz konusu izlencenin lineer olmak zorunda olmadığı ile ilgili bizi uyarır. Farklı bilinç formları eşzamanlılıkta bir arada bulunabilirler. Bu nokta, üst anlatıda farklı uğraklarda bulunan belli bir kültür öğesinin nasıl olup da eşzamanlı olarak farklı toplumlarda görülebileceğine dair bir açıklama sunar.

 

Var-tarih ve Yok-tarih

Saussure gösterge sistemlerini dil ile ilişkilendirirken, dilin de bir gösterge sistemi olduğunu vurgular; dil de diğer gösterge sistemlerinden yalnızca biridir ve aynı ilkelere tabi olmalıdır. Barthes buna karşı çıkar, bir göstergenin toplumsallık koşulunu dil dolayımıyla elde etmekten başka bir şansı olmadığını savunur. Sistemin (varsayılan) kuruluşu / geliştirilmesi açısından bu iki görüş tartışılabilir. Peki ya geriye dönüp baktığımızda, bu gösterge sistemlerine yönelik bir anlama çabasında dil nerede durur? Bir seçenek, elimizdeki tarihin yazılı kaynaklardan edinilmesidir. Daha önce söylediğimiz gibi, burada “efendinin”, “düşmanın”, “ötekinin” sağladığı malzemenin nasıl değerlendirileceği bir sorundur; ikincisi ve onu önceleyen sorun, yazılı malzemenin kısıtlılığıdır ve ifade araçları ve yöntemlerini analiz etme noktasında Propp ve Greimas’a rağmen yaşanan mevcut yetersizliktir. Arkeoloji bu noktada ikinci bir seçenek sunar bize ve sıklıkla, teknik bir beceriyle, çoğunlukla hayret verici bir alan açar diğer disiplinler için. Bunlar elimizde olan olanaklardır. Ya “yazı kalır” iken uçup giden söz, ses? Örneğin, elimizde antik nota sistemleri ve çalgılar mevcut; fakat bir oktavlık ses aralığını 12 eşit parçaya bölen tampere sistemi üzerine kurulu Batı müzikolojisi bize örneğin M.Ö. 400’de Mezopotamya’da bulunmuş bir üflemeli çalgıda hangi ses aralıklarının[1] ve makamların kullanıldığını nasıl verebilir?  

Özetle, kültür tarihine dönüp baktığımızda hem düzensiz bir çeşitlilik görmek mümkün hem de eldeki verilerin kısıtlılığı tüketici bir açıklama verme noktasında yeterli görülmeyebilir. Tüm bu sorunlara rağmen “nesnel bilgi” iddiasından vazgeçecek değiliz; ancak araçlarımızın kısıtlı olduğunu bir an olsun gözden kaçırmamak gerekir.

 

Canlı Maymun Sergisi

M.Ö. 7000 yılında Göbeklitepe’de büyük bir kalabalığın ortasında kendisi ve topluluğu için anlamlı sesler çıkaran yabancının ne kast ettiğini hiçbir zaman anlayamayacağız. Çünkü öyle bir veri elimizde mevcut değil ve ses fiziğinin bildiğim kadarıyla bugün için böyle bir olanak sunduğu söylenemez. Elimizdeki çeşitli arkeolojik kalıntılar ve yapılar bize bu bölgede yaşamış toplulukların yaşam pratikleri ve “kültürü” ile ilgili kısıtlı da olsa belli bir veri sunuyor. Bazı sütunlarda yırtıcı hayvan figürleri görüyoruz, bunların majik anlamları olabileceğini veya totemler olarak değerlendirilebilecekleri söyleniyor. Buna rağmen, aktüel bir kültür kesitini incelemek veya ona dair tarihsel verilerden faydalanmak dışında bizi “anlamlandırma oyunu”na yaklaştırabileceklerini söylemek zor. Bunun için yazının ve devamında “literatür”ün ortaya çıkmasını beklemek görece daha geniş bir olanaklar alanı sunuyor.

Russell Batı Felsefesi Tarihi kitabında Hegel ile ilgili şöyle bir not düşer: “Hegel, kendisinden sonra gelen Marx ve Spengler gibi olguları bozma ve hatırı sayılır ölçüde bilgisiz olma niteliklerine sahipti. Kozmik olarak temsil edilen bir oluşumun [Tini (Geist) kastediyor; f.i.], tüm bizim gezegenimizde ve çoğunlukla Akdeniz çevresinde ortaya çıkacağını ileri sürmek acayip…” Şüphesiz, Hegel’in ve Marx’ın böylesi bir çaba içerisinde olmasının bir anlamı vardı; tin kendini Trinidad ve Tobago’da açımlamış olsaydı bile bunu biz nasıl bilecektik; elimizde, hakkında konuşabileceğimiz bir malzeme var mıydı ki! Tin kendini Batı’da açımlamış olmalıydı, Hegel Hint sanatını tanıyor olsa da, dilbilimcilerin Sanskritçe’nin İngilizce ile “inanılmaz” benzerliği gibi bir “saçmalık”tan bahsetmesi İngiliz kraliyeti tarafından tam da bu gerekçeyle itirazla karşılanmıştı: Sesin anlam kazanması için, ardında “logos” barındırması gerekirdi; bu nedenle, “passion”un “logos”un önüne geçtiği tek istisna olarak, İngilizce, Almanca ve Fransızca birçok İncil’de “Eli eli, lema şevaktani” olduğu gibi korunuyordu. Dil ve yazılı kültür, geriye dönük olarak kurulmuş bir medeniyetin kurucu öğeleriydi ve politik olmaktan azade değildi.[2]

Batı kendi tarihini, teoride ve pratikte kurdu ve kuruyor. Bu çabanın sınıfsal temellerini tespit etmek zor olmasa gerek. P. Bürger bunu estetik kategorilerin tarihselliğini ortaya koyarken üçlü bir tipoloji üzerinden sunar; bu incelemede, konumuz açısından, sanatın bireysel alımlanışının ancak burjuva sanatı ile birlikte ortaya çıkmış olduğu gibi faydalı birçok tespit mevcuttur. Fakat burada da “halk” sanatı, “dinsel sanat” başlığı altında incelenir. Temelleri itibariyle kurumsal Hıristiyanlıkla kuvvetli bağları olsa da, örneğin, Protestan-Katolik mücadelesinde de kullanılmış olan “afiş” sanatında işlenen temalara ya da halk masallarına bakıldığında bu ayrımın tüketici olmadığı görülecektir. İnsan bilimleri söz konusu olduğunda bu tür kategorilere büyük işlevsel roller yüklemek beklentiyi karşılamada sorunlar yaratabilir. Sonuçta, (bir sanat eseri olmamakla beraber) anonim olduğu çoklukla kabul edilen Musica Enchiriadis gibi eserlerin de bir / birkaç yazarının olması gerekir; bu anlamda halk sanat ürünlerinin de fail sebepleri bulunması gerekir; bunun gibi,  “Rönesans insanı” diye bir “tip” de muhtemelen hiçbir zaman mevcut olmamıştır

Yukarıda uzun uzadıya işlenmiş sebepler dolayısıyla, bizim incelememizin de temeli literatürün sağladığı gösterge zenginliğine dayanacak.

 

Notlar:

[1] Hangi ses aralıklarının kullanıldığı, çalgıdaki deliklerin mesafelerine göre ilkece tespit edilebilir. Fakat üflemeli enstrümanlarda yalnızca bu seslerin kullanılmadığını ve üfleme pozisyonuna göre sesin koma farkı alabileceği açıktır. Üstelik bu sorun, eldeki diğer tür enstrümanlar için de geçerlidir. Perde aralıklarının çalgı üzerinde yerleştirilmesi, icra için uyum zorunluluğu getirmez.
 
[2] Sartre’ın 60’larda Cezayir meselesinde açığa vurduğu bir yönüyle bu açık hakikattir ve Sartre ötekine karşı bu gizli gündemi açığa başka bir yerde de açığa vurduğu için tehlikelidir.

Görsel: WikiPaintings üzerinden; Cy Twombly, Ritual [Rituel], 1949

Daha fazla yazı yok
2024-05-12 15:35:56