A password will be e-mailed to you.

Cengiz Çekil aniden gitti. Saatleri bir ileri bir geri almakla meşgul tam da onu ve Saat Kaç’larını hatırlamışken bu gidiş çok ani oldu. Hazırlıksız yakalandık. Genel yayın yönetmenimiz Ayşegül Sönmez’in 2008 tarihinde Yapı Kredi Kazım Taşkent sanat galerisindeki sergisi vesilesiyle yaptığı konuşmayı yayınlayarak onu onun sözleri, ağırbaşlı, alçakgönüllülüğüyle hatırlayarak uğurluyoruz:

"Asal takıntı, ölümlü olmamız. Ölümlü olmak, yani dünyada insanların temel trajedisi zamanla alakalı. Kedileri ve köpekleri bilmem ama insanoğlu öleceğini biliyor. İnsanların temel trajedisi. Mesele bu."

 

Ayşegül Sönmez: Benim ilk sorum Hayri İrdal’ı tanıyor musunuz? (‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün kahramanı). Biraz konuşalım o kitaptan…  Benim de çok sevdiğim bir kitaptır. Bir de sizin babanız da saat tamircisi degil mi?

Cengiz Çekil: Bu sergiyi o kitapla ilişkilendirmenizi kesinlikle istemiyorum. Ahmet Hamdi Tanpınar’ı bir yazar olarak çok severim. O kitabını da severim. Ayrıca madem sordunuz söyleyeyim… O kitapla ilgili kimsenin bilmediği tezlerim var. Saatin dışında bu sergide gazeteler var. 1975 yılında Le Monde gazetesiyle bir yerleştirme yapmıştım. Sonra Paris’ten buraya geldim. İstanbul’da yine gazetelerle bir işim var. Sonra gazetelerle hep iş yaptım. Dolayısıyla gazete öteden beri ilgimi çeken bir taşıyıcı.

 

-Gazete aslında zamana meydan okur ve hatta ona karşı kazanır görünür ama aslında bir anlamda yenilir. O anlamda gazetenin zamanla ilişkisinden hareketle sanatçının asli gorevi, zamanın ruhunu mu yansıtmaktır?

Şimdi hocam, bütün sanatlar için, buna resim heykel de dahil, zaman ve mekan bir işin asal belirleyicileridir. Bütün dönemler için geçerlidir ama özellikle 19. yüzyıl başına baktığımızda zamanla uğraşmayan, zamanla derdi olmayan filozof da yok, sanatçı da yok. Asal takıntı, ölümlü olmamız. Ölümlü olmak, yani dünyada insanların temel trajedisi zamanla alakalı. Kedileri ve köpekleri bilmem ama insanoğlu öleceğini biliyor. İnsanların temel trajedisi. Mesele bu.

 

-Sanat tarihi yazımları açısından da çok önemli, zamanın içinde olup olamama, kalıp kalmama meselesi. ‘Modern ve Ötesi’ sergisinde sizin işleriniz yoktu. Bunu nasıl karşıladınız?

Ben bu tür meselelerde hiç alınganlık göstermem, yani hiç rahatsızlık duymadım. Hayır, sormadım… İzmir’deydim o sergi yapıldığında… Hani derler ya, gözden ırak olan gönülden de uzak hesabı. Akıllarına gelmemiş olabilir ya da onların konseptlerinin dışında olmuş olabilirim. Yani öyle bir rahatsızlığım yok. Ama olsak iyi olurdu.

 

-Vasıf Kortun (Yeniden Bak sergisi) ve Rene Block 1990’lar itibariyle sizi adeta yeniden keşfetti. Bu yeniden gündeme gelmeler üretiminizi nasıl etkiledi?

Demek ki enerji saklanması mümkün olmayan bir şey… Ortaya çıkıyor. Yani şöyle ya da böyle siz bir şeyler yaptıktan sonra ortaya ister istemez çıkıyorsunuz. Böyle olaylar Türkiye’de çoktur. Bu benim de kusurum biraz.

 

-Tercihiniz anlamında mı?

Şimdi benim gibi iş yapan arkadaşların ortak bir derdi bu. Bir bezginlik oluşuyor, yapıyorsun ediyorsun ama bakan eden yok. İzmir’de sergiler yaptım ama ben hiçbir zaman bir galeriye gidip de ‘burada sergi açabilir miyim?’ diyemedim.

 

-Bizim gibi iş yapanlar dediniz. Gazi Resim İş öğretmenliğinden mezunsunuz. Dolayısıyla katı bir akademizmden gelmemenize rağmen farklı malzemeyle uğraşmayı seçiyorsunuz, farklı malzemeyi tercih ediyorsunuz. Bu tercihinizin nedeni neydi mesela o dönemde? 

Şimdi bu çok iyi bir soru.. Şunun için: Gazi Resim’de öğrenciliğim sırasında ben kendi sınıfımızdaki kendi dönemimdeki arkadaşlara göre çok farklı arayışların içine giren bir adamdım. Yani ben orada resim bölümünde okurken, o günlerde hiç kimsenin yapmadığı mesela tuval üstüne sadece siyah ve beyazla resim yapmak gibi, tuvalin üstüne desen çizmek gibi, üretimler yapardım. Hatta benim tuval üzerine sadece siyah ve beyazla yaptığım bir resim o zaman 1968 yılının Devlet Resim Sergisine girmişti ve Ulaştırma Bakanlığı için satın alınmıştı. Yani öğrencilik yıllarında da akademik eğitimi bir yandan sürdürürken bir taraftan da farklı kanallara giren ışler yapıyordum. Yani oyunbozanlık yapıyordum. Ben avangard sanatçıları, kendim gibi, kendi damarımdan gelen sanatçıları biraz oyunbozanlar olarak görürüm. Negatif anlamda değil pozitif anlamda.

 

-Bu oyunbozan ruh Van’dan Paris’e gidince nasıl hissetti peki diğer oyunbozanları görünce?

Bunca oyunbozan, araştıran, merak eden, mevcutla yetinmeyen bir adam olmama rağmen Paris’e gidince bir şok yaşıyorsun. Mesela ben Sarkis’in sergisini görmüştüm.Ona benzer ne sergiler… Korkunç bir şok! Bir de tabii 1968 rüzgârı hâlâ esiyor. 1970’ler öyle yıllardı. O şey her şeye isyan, her şeye muhalefet edilen dönemin şoku da vardı.

 

-1976 yılına gelelim… Kendi damarımdan dediniz. Ben şimdi bu damarda kimler var bakalım istiyorum. Aynı yıl 1976’da Altan Gürman ‘Alçı Asker’i, Mehmet Güleryüz ‘Tırmanan Maymun’u yapıyor. Beraber oyun bozduğunuzu düşünüyor musunuz bu saydığım isimlerle?

Mehmet Güleryüz’ün tavrı daha farklıdır. O biraz daha mevcut durumla dirsek temasıyla gider, tam bir kopma değildir yani. Şimdi mesele Gürman hoca veya Mehmet Güleryüz meselesi değil. Ben 68 kuşağıyım bir kere… Çok mühim bir şey. O ruh, o romantizm var ya, 1968 romantizmi dediğimiz, bir gün dünyayı değiştireceğimize olan o inanç… Ben o romantiklerden biriyim. Kendi çapında, kendi çevremde bilinen bir 68’liyim ben Ankara’da. Batılı sanatçının arkasında korkunç bir geleneği var. Nereden başlayacağına dair veriler elinin altında. Biz ise belli bir gelenekten kopup başka bir geleneğe tabii olduk. O geleneğe tabii olurken de belirli kopmalar var.

 

-1980 darbesi büyük yenilgi, büyük hayal kırıklığı değil mi? Bir sanatçı olarak bu dönemle yeterince hesaplaştığınızı düşünüyor musunuz?

Ben 80 öncesi İstanbul’daydım. O dönem benim için çok sıkı bir dönemdi. Ben her gün akşam eve gittiğimde bir deftere bugün de yaşıyorum mührünü basıp öyle yatıyordum. Çünkü benim gittiğim okulda tabancaya mermi sürülüyordu. Ölümle burun buruna ders veriyorsun yani. Dolayısıyla müthiş bir şevk, herşeye rağmen yaşama şevki. Sanat baskı dönemini sever. Sanatçıların eğer çok fazla içe dönmezlerse eğer yaşayabilirlerse o dönemde sanatsal üretimin bence çok rafineleştiği çok keskinleştiği dönem olur. Ben kendi açımdan öyle yaşadım. O dönemde çok sıkı işler çıktı bu nedenle… Hakikilik meselesi böyle çıkmıştır bende…

 

-Sanatta hakiki olmak en orjinal işi yapmak mıdır? En hakiki duyguyu iletmek midir?

Fransa’dan geldikten sonra ayağımı nereye basmam gerektiği üzerine düşündüm. Mesela döndüğümde camilerle barışmışımdır. Bir anlamda gelenekle, bir anlamda o büyük geçmişle. Yahya Kemal’de, Tanpınar’da da gördüğümüz hikaye… Kendi ayağımı nereye basacağım önemli olduğu andan itibaren etnografiye yöneldim. Ben uzun yıllar sadece Marcel Duchamp çalıştım, Joseph Boeuys çalıştım. Beuys benim hayatımda çok önemlidir, çünkü hakikidir. Karımla Almanya’da bir Joseph Beuys sergisine gitmiştik. Bana o soğuk memlekette ne kadar sıcak birşey yaptığını söylemişti. Mesele zaten budur. Kendi ikonografinizi oluşturmaktır. Bir sanatçı olarak bireysel bir diliniz olacaksa ve bu dil de hakiki bir iletişim kurmak istiyorsa, kaynağını oluşturacağı ikonografiden alması gerekir. Aklıma hemen Ömer Lütfi Akad geliyor, bu konuda çok iyi bir örnektir.

 

*Çengiz Çekil açıklaması: Sanata referans veren ilk roman “‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde en önemli konu Tanpınar’ın Türkiye’den iki plastik sanat eserini kullanmasıdır. Romandaki Kaplumbağacı Seyfullah’a kim kaynaklık etmektedir? Tabii ki Osman Hamdi Bey ve onun meşhur tablosu Kaplumbağa Terbiyecisi. Enstitü’nün mimarisine kaynaklık eden sanat eseri ise, Zühtü Müridoğlu’nun 60’larda yaptğı işlerdir. O dönem Müridoğlu ve Tanpınar çok yakın iki arkadaş. Hatta Yunan Heykeli adlı bir kitabı birlikte çeviriyorlar. Dolayısıyla ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ Türk romanında plastik sanatlara referans vermesi açısından bir ilktir. Dönem resmini dönem romanına sokmuştur. İmgenin başka türlü işlemesine fırsat vermiştir.

Daha fazla yazı yok
2024-05-19 03:53:35