A password will be e-mailed to you.

Çantalarımızda kesilmiş biletler birikiyor, ceplerimizden kesilmiş biletler çıkıyor… Kafein tüketimi artıyor, gözler uykusuzluktan küçülüyor. İstanbullu sinemaseverlerin Film Festivali hali genellikle böyle olur. Bir de zorunluluktan ya da davetlilikten her gece partileyen festivalcilerin perişanlığı var ki, onlara zerre kadar acıyacak değiliz!

Açıkçası oldukça başarılı bir 37. Festival geçiyor, hem izleyici hem film endüstrisi açısından. Salonlar dolu, söyleşilere ilgi var. Birbirinden ilginç sinemacılar konuk oluyor, İstanbul’a. Sanatatak’ın festival öncesi  yayınladığı bol baharatlı tavsiye listesini dikkate alanlar birçoğunu gösterimlerde tanıma şansına erişiyor. Köprüde Buluşmalar’dan her zamanki gibi umut veren projeler çıktı. Aralarında yeni isimler de göze çarpıyor.

Programdan bazı filmler üzerine izlenimlerimize dün kaybettiğimiz Vittorio Taviani’yi anma niyetine son filmiyle başlayalım.

Hesaplaşma (Rainbow — A Private Affair / Una questione privata)

Paolo Taviani’nin jenerikte tek yönetmen olarak yazıldığı ama 64 yıldır olduğu gibi ağabeyi Vittorio ile birlikte yaptıkları bir film Hesaplaşma. Biri 86 biri 88 yaşında iki sinemacının hâlâ 50 yıl önceki gibi film yapabilmesi başlı başına bir hayranlık nedeni. Başyapıtlarından Babam ve Ustam, Kaos ya da altı yıl önce Altın Ayı kazandıkları Sezar Ölmeli değil, Hesaplaşma… Romantizmi ve naif aşk ve masumiyet anlayışı, günümüz için demode kalıyor ama savaş karşıtı mesajı hâlâ güncel, Tavianilerin sinemasının görsel estetiğini ve zaman zaman sürrealiteyle pekiştirilen gücünü yansıtıyor. Beppe Fenoglio’nun romanından serbestçe uyarladıkları bu film, İtalyan partizanların faşistlerle savaştığı 1944 yılında geçiyor.

Savaşın ortasında kıskançlık krizi geçiren bir delikanlı etrafında geçen Hesaplaşma, dağları kaplayan beyaz sisle, müzik ve romantizmle dolu flashback’lerle sürreal, masalsı bir anlatıya dönüşüyor. İyi İngilizce bildiği için Milton takma adıyla anılan delikanlı, kendisi gibi partizan olan çocukluk arkadaşı Giorgio ve Torino’nun bombalanması korkusuyla Toscana’ya gelen güzel ve zengin Fulvia’nın aşk üçgeni, savaşın ortasında bir kıskançlık krizine yol açıyor. Kendisi partizanlara katıldıktan sonra Giorgio ile Fulvia’nın birlikte olması fikrine katlanamayan Milton, hesaplaşmak için onun birliğine gidiyor. Fakat Giorgio’nun faşistlerce tutuklanması üzerine onunla takas edebileceği bir siyah üniformalı bulabilmek için canını dişine takıyor. Milton’un sisli vadilerdeki uzun yürüyüşleri sırasında faşistlerin kadın çocuk yaşlı demeden katlettikleri çiftçileri ve yaktıkları evleri izliyoruz. Savaşın her türlüsü felakettir, bir kez daha görüyoruz, bu kurmaca görüntüler Suriye’deki gerçeklikle kaynaşırken…

Ümmü Gülsüm’ün Peşinde (Looking for Oum Kulthum)

90’lı yıllardan bu yana, kadını, işlerinin odak noktasına yerleştiren İranlı sanatçı Şirin Neşat, yönetmen olarak da ilginç filmlere imza attı. Bütün Ortadoğu’ya ama özellikle de Arap dünyasına damgasını vuran şarkıcı Ümmü Gülsüm’ün hayatını anlatan bir film çekmeye çalışırken kişisel sorunlarla boğuşan İranlı bir kadın yönetmenin öyküsünü anlattığı Ümmü Gülsüm’ün Peşinde‘de de yine özne, kadın. Neşat, alter egosu diyebileceğimiz, ülkesine dönemeyen bir İranlı yönetmenin, orada bıraktığı oğluna duyduğu özleme, ergenlik çağındaki oğlunun ise ondan nefret ettiğini söyleyen mesajlar atarak onu üzüntüden alt üst etmesine ve mizojin erkek başrol oyuncusuna rağmen işine yoğunlaşmaya çalışmasını ele alıyor. İslam aleminde kadının yerini ele alan çarpıcı işlere imza atan Neşat, film içindeki filmde, 1904 doğumlu Ümmü Gülsüm’ü çocukluğunda Mısırlı sufrajetlerin eylemlerine denk getiriyor. Onu sadece sesine ve yorumuna hayran olunan bir şarkıcı değil Mısır tarihinin önemli siyasi gelişmelerinin, örneğin 23 Temmuz 1952 tarihli Hür Subaylar darbesinin tanığı olarak da sunuyor. Herkesin zihninde ve toplumsal bellekte farklı bir Ümmü Gülsüm imgesi bulunduğunu gösteren film, onun müziğini de esirgemiyor izleyiciden. Şarkıları tadına varabileceğimiz şekilde sunuyor. Ümmü Gülsüm’ü tanımadan filmi izleyenlerin de onu tanımasına olanak yaratıyor.

Gençlik (Fang Hua / Youth)

Eski usul, ama çok iyi çekilmiş bir Çin gişe hiti. Macao Film Festivali’nde büyük ödülleri toplamış ama başka bir festivalde bu başarıyı elde etmesi, kendi coğrafyasının dışında etki yaratması zor bir film. Neredeyse Hollywood usulü yapılmasına, tipik bir popüler sinema ürünü olmasına rağmen… İzlerken böyle bir öykünün Jia Zhangke ya da Xiaoshuai Wang’ın elinde nasıl bir başyapıta dönüşebileceğini düşünmeden edemiyor insan. Asya-Pasifik Ödülü sahibi Aftershock’un yönetmeni Feng Xiaogang, Vietnam Savaşı’nın hemen öncesinde ve savaş sırasında Çin ordusunun tiyatro bölümünde geçen filmi ustalıkla gerçekleştirmiş ama tam da o dönemin propaganda içeren filmlerinin tarzını kullanmış. Ancak filmin nostaljik mi ironik mi olduğu konusunda kararsızım. Mao’nun son yıllarını ve Kültür Devrimi’ni gerçekten pür bir idealizmle özdeşleştiriyor ve heba olan gençliğe, özellikle de şehitlere yanıyor mu emin olamadım. Sahneye konan eserlerin müziğin gücüne ve dansçıların yeteneklerine rağmen milliyetçi müsamerelerden öte olmaması, asker -oyuncuların taşralı bir çaylakla acımasızca alay etmesi, aşkların bir türlü dile getirilememesi vs. ironik değilse oldukça naif…

9 Parmak (9 Doigts / 9 Fingers)

Tam adıyla Frederic Jacques Ossang, sinema tarihinin hakkı tam teslim edilmemiş, nevi şahsına münhasır yönetmenlerinden biri. Locarno Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazanan filmi 9 Parmak’ı büyük bir hevesle bekliyordum. 2007 Jean Vigo Ödülü sahibi Silencio dışında beşi uzun, beşi kısa metrajlı on filminden henüz hiçbirini izlemediğim için… Heves ettiğim kadar varmış! 9 Parmak öncelikle yüksek kontrastlı, beyazları gümüşi, siyahları kuzguni bir film. Sinefil gözlere şölen! Tam bir türler ve temalar karması, ama uygun bir bileşim ve uyum içinde. İkinci Dünya Savaşı’nı andıran bir atmosferde başlıyor.

Carol Reed’in Üçüncü Adam’ı tarzında bir kara film izleyecekmişiz hissi uyandıran 9 Parmak, günümüzün radyoaktif madde kaçakçılığına ve okyanusları tehdit eden çöp yığınlarına da değinen, Beckettvari bir mizaha sahip, kendine özgü bir filme dönüşüyor. Bir tren istasyonunda kontrol noktasından kaçan trençkotlu adama, kıyıda ölmek üzere bir erkek bir tomar para uzatıyor. Sonradan adının Magloire olduğunu öğreneceğimiz trençkotlu adam bir grup gangstere esir düşüyor ama sonra gizemli 9 Parmak’ın çetesine kabul ediliyor. Bir şileple 9 Parmak’a Polonyum götüren çetenin çetenin uzun yolculuğu, Wagner’in bizde Uçan Hollandalı, Fransa’da Hayalet Gemi olarak geçen fantastik operasına bir gönderme yapıyor. Sanata punk grubu DDP – De la Destruction Pure (saf yıkım) ile başlayan, şiir de yazan Ossang’dan daha azı beklenemezdi…

Bayan Fang (Fang Xiıying / Mrs. Fang)

Locarno Film Festivali’nde Altın Leopar’ı 9 Parmak’tan kapan bu belgesel de anti-konvansiyonel bir çalışma. Alzheimer hastalığından mustarip Fang Xiuyan’ın artık bilincini ve takatini tamamen yitirdiği, yatağından çıkamadığı ve ailesinin başında beklediği süreci anlatıyor. Kızı ve oğlu çalışmayı bırakıp annelerine bakıyor, ancak hastalık onu tamamen içe kapamış, dışarıya karşı hemen hemen hiçbir tepki vermiyor, yatakta sağa sola dönmek dışında hareket etmiyor, konuşmuyor, söylenene tepki vermiyor, ara sıra ona uzatılan eli tutuyor, kendisiyle konuşulunca sese tepki verdiğini görüyoruz, ama söyleneni anlamadığı besbelli…

Yönetmen Bing Wang, yaşlı kadının yüzündeki kaybolmuş ifadeye odaklanıyor ve durumu kabullenmiş olan ailenin çaresiz bekleyişine… Onlar için zaman donmuş adeta… Ama gündelik hayat devam ediyor çevrelerinde. Cenaze yemeği için yer ve mönü konuşuluyor akrabalar arasında. Geceleyin yaşadıkları köyün kıyısında kurulduğu gölde balık avına çıkıyorlar. Artık pek rastlanmayan bir balığı arıyorlar. Ölümle hayatın iç içeliğini geleneksel olarak kabullenmiş bir sosyo-kültürel yapıyı gözlemliyor Bing Wang. Filmi Çin toplumunun dışa kapalı yıllarında yetişen kuşakların bir metaforu olarak okumak da mümkün. Komünist rejim altında, Kültür Devrimi ile tarihini ve belleğini yitirmiş bir toplum Bayan Fang ve balıklar gibi zor nefes alıyor, yönetmenin nazarında.

Sevda ve Kurşunlar (Ammore Malavita / Love and Bullets)

Festivalin jüri üyelerinden Pivio’nun müziğini yaptığı Sevda ve Kurşunlar, Venedik Film Festivali’nde pişen İstanbul’a  düşen bir müzikal. İtalyan ve Amerikan sinemasından mafya mistifikasyonu filmler ve dizilerin parodisini yapan bir müzikal. Üstelik mafyanın İtalya’ya özgü bir suç örgütlenmesi olmasına rağmen, mafyozolardan ‘kahraman’ türeten film ve dizilerin esasen ABD kaynaklı olduğunun da altını çizerek… Aksan ve oyunculuktaki abartıya dikkat çekerek… Can yakıcı ve travmatik bir gerçekliğin absürd kurmacalar olarak kurgulanmasındaki çelişkiyi ortaya koyarak ama bir parodi izlemenin de tadını kaçırmadan! Pivio, bir sahnede umulmadık biçimde Fame müzikalinden Irene Cara’nın What a feeling adlı şarkısını bile uyarlamış… Erkeklerin yok edici kadınların entrikacı olduğu bu müzikalde, rakiplerinin suikastinden poposundan yaralı kurtulan Don Vincenzonun karısı, en yakın tetikçileriyle birlikte ona ölmüş düşü veriyor… Ama umulmadık gelişmeler ortalığı kan gölüne çeviriyor! 

Bir Zamanlar Kızılderili Ülkesinde (Es War Einmal Indianerland / Once upon a Time in Indian Country) 

Almanya’da yaşayan genç yönetmen İlker Çatak’ın ilk uzun metrajlı kurmacası son derece dinamik ve eğlenceli bir film. Tom Tykwer’in Koş Lola Koş ile yaptığı çıkışı hatırlatıyor, “Bir Zamanlar Kızılderili Ülkesinde”. Çatak, kendi kuşağının sinemasını büyük ölçüde yansıtan, genç izleyici kitlesine hitap edecek bir damarı yakalamış. Çatak mizansene tamamen hakim, her adımda ne yaptığını bilen, belli ki iyi eğitim almış bir yönetmen. Tamamen eril bir bakışla, bir büyüme ve erkek olma öyküsü anlatıyor. Bir erkek ne ister başlığını da koyabileceğimiz bir film, 17 yaşında, seçmelere hazırlanan, gettoda yaşayan boksörün aile ilişkilerini, ilk aşkını, serseri arkadaşlıklarını konu alıyor. Adını onun sürekli halüsinasyonunu gördüğü bir Kızılderiliden alan film, eril bakışında, ikinci eşini boğarak öldüren babasını affedip aklamaya ve iki kadını birden filmin büyük bir kısmında belden yukarısı çıplak gördüğümüz genç sporcuya aşık etmeye kadar varıyor. Ama “sinemada zaten her şey hep böyle” olduğu için iki kere düşünülmeden yazıldığı belli. Yönetmenin yeteceği ve becerisi daha olgun bir senaryoyla buluştuğunda sonuç daha nitelikli olacaktır.

 

İLGİLİ HABERLER

Berlin’in ödüllü filmleri 37. İstanbul Film Festivali’nde

37. İstanbul Film Festivali’nden damak tadınıza göre filmler

37. İstanbul Film Festivali’nden ilk izlenimler

Daha fazla yazı yok
2024-05-04 15:27:35