A password will be e-mailed to you.

Ağır mevzulara dalarken o mevzularla yan yana düşünülmesi adetten olmayan enstrümanlarla karşılaşmak Vivet Kanetti okurlarının hiç yabancısı değil esasen. Hep yeni yollara sapmaya, biri diğerine benzemezleri aynı masaya oturtmaya meyyal bir kalem oldu onunki…

 

Bombardıman altındaki bir şehirde yedi gün yirmi dört saat dehşetli şeyler düşünülmediğini, havaî mevzuların tümden unutulmadığını görmek sarsıcı olabilir, hem dışarlıklı destekçiler, hem bombalayanlar için. Yayınladığı ilk romanı “Bizans Sohbetleri”nde, yardım ettikleri yoksul kadıncağız parasını gidip de galiba bir ruja harcadı diye kıyameti koparan rahibelerle laf arasında tatlı tatlı dalgasını geçen Vivet Kanetti, son romanı “Huysuz Büyüyor… Bari”de, yüz yıldır tepemize inip duran bombaları işte böyle sarsıcı bir hafiflikle anlatıyor.

Sanki, Pıtırcık Darbeler Ülkesinde…

Ağır mevzulara dalarken o mevzularla yan yana düşünülmesi adetten olmayan enstrümanlarla karşılaşmak Vivet Kanetti okurlarının hiç yabancısı değil esasen.

Hep yeni yollara sapmaya, biri diğerine benzemezleri aynı masaya oturtmaya meyyal bir kalem oldu onunki.

2009’da çıkan “Bana Modern Türkün Tarifini Yapabilir misin Kaan?” mesela, Türkiye Avrupa Birliği’ne girmedikçe çıkışı olmayan bir çeşit kamikaze BBG evi etrafında kurulmuştu. Twitter henüz hayatımıza girmemişti ve biz bütün olan biteni, bu çılgın TV şovunun izleyicileri için açılmış bir internet forumundan, haber sitelerine tam da o anda düşen ne varsa onlarla birlikte, forum yazarlarının kaleminden takip ediyorduk. Neredeyse “canlı yayın” formatında bir romandı okuduğumuz.

“Huysuz Büyüyor… Bari”nin anlatıcısı da, nüfus cüzdanındaki ismini ancak şimdi -o da tek bir kez- duyuyor olsak da, yabancımız değil, kendisini Vivet Kanetti’nin otuz sene evvel yazıp ancak üç buçuk sene evvel gün yüzüne çıkardığı ilk romanı “Huysuzun Teki”nde tanıyıp sevmiştik.

Aradan geçen otuz senede Huysuz ancak bir kaç yaş ‘atmış’, şimdi 17’sinde. Kanetti’nin deyimiyle, “çok acelesiz büyüyen bir Huysuz bu.” Romandaki tek tanıdık sima Huysuz da değil.

“Yaşamak, hayallerden feragattir. Ve feragat, mutlaka yozlaşmaktır. Ama kibar insanlar ayak parmaklarının üstüne basarak taşırlar yüklerini, bütün mahalleyi ayağa kaldırmaksızın.” diyen ve mesleğiyle birlikte daha bir ton şeye küskün babayı, tek evladını Rus astronotlarla mesai arkadaşlığına layık gören meslekli ve çilli anneyi, torununa kendi kendini mumyalama dersleri veren kibar babaanneyi, Çehov’un “Martı”sında “bir tür jigolomsu yazar” olan Trigorin’i oynamaya hazırlanan Fikret dayıyı, bütün hayatını tiyatrocu Fikret’in kendini çoğaltmasına kendi aksini yaymasına göre ayarlayan ve aşkla ilgili konuşurken kötümserlik rekorları kıran temkinli Sermin yengeyi, bir çift sandaletin rehberliğiyle kendisiyle birlikte romanı da Bodrum’a taşıyan ve okurken “Bana Modern Türkün Tarifini Yapabilir misin Kaan?”daki BODRUM BEGONVİLİ olduğunu düşünmeyi sevdiğim terzi Filiz’i, mahalle arkadaşlarıyla kafa göz yarmaya başlamadan evvel evde ana babayla sözcük yakar topu oynamış biyolojici Profesör’ü, adı anıldığında Profesör’ün alnından çenesine bir jaluzi perde inen Mantar Hanım’ı ve elbette Sermin yengenin gökten düşen Bobo’sunu “Huysuzun Teki”nden tanıyoruz.

“Huysuz Büyüyor… Bari”ye girip çıkan bir dolu başka şahsiyeti de, mesela nasıl yürüyorsa hayatta da öyle kayarak dolaşan Ahmet Abi’yi, paşaların bir kardeşini İsveç’e sürgüne yollarken, öbür kardeşini Londra’ya elçi tayin ettiği sandaletli Nilüfer Hanım’ı, babası Atatürk’ün çağrısıyla Manastır’dan İstanbul’a ciğer satmaya gelmiş ve çocukken kaçak göçek üç kez hatim indirmiş sinemacı Aytekin Amca’yı, memleketin kurtuluşunu Playboy’da gören Sarp’ı, Huysuz’un ilk flörtü fasulye sırığı Sıpa’yı, “Osmanlı Hanedanı’nın beşinci kapı tokmağı” Mihrifelek Hanım’ı, prenslik haklarını artık komünist olan memleketinden değil Portekiz ve Fransa mahkemelerinden söküp alan Prens Paul’ü, her şeyin basbayağı komik yönünü gören hanedan meraklısı komünist tarihçi Seyhan Amca’yı, kocası evde rahatça Türkiye’yi kurtarma planları yapabilsin diye radyoya çeviriler yapan Şirin Seyfioğlu’nu, Ağrı’nın eteklerinde bir Kürt köyünde doğmuş aristokrat avukat Ali Yaşar Bey’i, gündüzleri çamaşır makinesi tamircisi, akşamları akordeoncu mahcup Andrea’yı, Büyükada’nın becerikli şifacısı Doktor Uzdil’i… kâh okuduklarımızdan, seyrettiklerimizden, işittiklerimizden kâh oturduğumuz sokaktan, okuduğumuz okullardan, yemek yediğimiz dükkanlardan tam çıkaramazsak da tanıyacak gibi oluyoruz.

Bütün bu tanışıklıkların arasından süzülüyor “Huysuz Büyüyor…

Bari”nin alışılmadık hafiflikteki sarsıcılığı.

80’lerin başı. Bombalar canlı yayında herkesin salonunun ortasına düşmüyor henüz. Her inen darbeyle bizim de zangır zangır sarsıldığımızın, çok meraklısı değilsek farkına varmayabileceğimiz yıllar. Memleket dışına çıkabilenler belli, bir en zenginler, bir paşalardan kaçabilenler bir de işte hacılar… Ta 1915’te Der Zor’dan yükselmiş çığlıklar hâlâ, yere serilmeye kıyılamayan bir Kayseri halısının Ermeni kuşları, tomurcukları, selvileri marifetiyle ancak rüyalarda işitilebiliyor.

Kanetti “Huysuz Büyüyor… Bari”de o eşsiz Türkçesiyle, masadan masaya, evden eve, İstanbul’dan Bodrum’a, Mümtaz Abi’nin dükkanından Bedia Hanım’ın bahçesine, Şakir Bey’in şileplerinden gönül dümeni bozuk Mustafa’nın Monica’sına, “Bir Gün Elbet Buluşacağız”dan “Roxanne”e ritmi hiç bozmadan geçerken, üniversite sınavlarında hezimete uğramış Huysuz’un büyüme dertlerini, aile meselelerini, uzun sohbetleri, matrak dedikoduları, küçüklü büyüklü skandalları, memleketin en asırlık, en ağır travmalarıyla birlikte hiç zorlanmadan, zorlamadan, ahlakçı soslara bulamadan, birbirlerini gölgelemelerine izin vermeden, oldukları gibi, aynı sofraya yerleştiriyor.

Bu ağır meselelerin, farkına varsak da varmasak da hep sofrada, oralarda bir yerde durduğunu hissettirerek. 80’lerin ruhunu üflerken, bugünün hayatiyetini yansıtarak…

Daha fazla yazı yok
2024-05-17 06:11:05