A password will be e-mailed to you.

Ayşegül Sönmez’in arşivinden söyleşiler yayınlamaya devam ediyoruz. Sıra 2007 tarihli Mehmet Güleryüz söyleşisinde. Hazır İstanbul Modern Mehmet Güleryüz’ü ağırlıyor. Sanatçıya tekrar kulak vermenin tam sırası.

Oradan Oraya’ adlı Kazım Taşkent Galerisi’ndeki sergisinde Mehmet Güleryüz, ‘isyankar’ yüzünü gösteriyor. 60’lı yıllarda yerleşik resim anlayışına ve militarizme karşı çıktığını, hep gündemle hesaplaştığını söyleyen Güleryüz, bellekten söz edenlerin ‘belleği tahrip ettiği’ görüşünde. 

Mehmet Güleryüz’le Negatif dergisi için yaptığım ilk söyleşimde, yıl 1995, bakın ne demiş: "İlk sergisini 63’te açmış bir sanatçı olarak bana bugün kalkmış sosyete ressamı, medyatik ressam diyorlar. Oysa ki ben eskiden uzlaşmaz, isyankâr olarak tanınırdım. Son zamanlarda bütün bu yönlerim unutuldu." Yıl, 2007…

Yapı Kredi Kâzım Taşkent Sanat Galerisi’nde açtığı Oradan Oraya sergisiyle Güleryüz, işte bu ‘isyankâr’ yüzünü gösterme derdini hâlâ taşıyor. Yazılmadığını düşündüğü ‘uzlaşmaz’ tarihini belgeleriyle ortaya koyarak kendi yazmaya girişiyor…

Ayşegül Sönmez: 50. Venedik Bienali’nin küratörü Francesco Bonami, "Günümüzde sergiler Yunan tragedyalarına benzetmek zorundadır" diyor. Sizin buna bir aktör/ressam olarak yaklaşımınız ne?

Mehmet Güleryüz: Bu yorum, özellikle son yaptığım işe çok yakın. Çünkü bu sergide de yüzeyde gözükenin ötesinde bir kurgu var. Tragedya kurgusunda daima bir çok boyutluluk söz konusudur. Mesela herkes biraz kendini bulur Kral Oidipus tragedyasında.

 

Bir sanatçıya ne demek ister Oidipus, bir ressama?

Gerçeğe ulaştığı zaman bulduğunun bütün varlığını hiçleştirdiği meselesini… Bütün inşa ettiğini sıfırlamasını… Resimden şüpheye düştüğünüz ana işaret eder. Çok uzun zamana dayalı bir inşa alanıdır resim. Mesela ben, her devrede bir önceki devreme dönüp onu hiçlemeye yönelik atak yapmak derdini taşırım. Benim derdim hep kendi kendini tahrip eden bir sistem kurmak olmuştur…

 

Ama bu serginizde zaten çok iyi bildiğimiz bir resminizi (Yarış Arabası/1986), heykelleştiriyorsunuz. Aslında yıkımdan çok tekrar bir yapılandırma yok mu? Sizin resminiz zaten temsili bir resim, heykele dönüştüğü andan itibaren daha elle tutulur daha da temsili hale dönüşüyor ve izleyicinin artık tamamlayacağı bir şey kalmıyor, hatta bana, o resmi heykel aracılığıyla ilüstre etmişsiniz gibi geliyor…

Ben o resmimin, şu anda Modern ve Ötesi sergisinde sergileniyor, yeterli açıklıkta olduğuna inanıyordum. O anlatıyordu. Benim de zaten fazladan bir şey anlatma derdim yoktu. Evet, seyircinin tamamlaması gerekiyor ama seyirciye bazı noktalarda bir hali bir kere daha anlatmak gerekiyor çünkü bunların her biri bir kere söyleniyor, bir kere bakılıyor ve geçip gidiyor. Seyirciye bunu anlatmak derdinden dolayı kendi aracından mı vazgeçiyor sanatçı? Hayır, değil. Araçlarını başka bir hale geçiriyor. O güne kadar resim yapıyorsun bazen hak etmediğine inanıyorsun… Onların seyretmesini istiyorsun aynı şeyleri…

 

Sovyet sosyalist gerçekçi politika gibi mi? Anlaşılır yapalım herkes anlasın derdi mi o heykeli yaptıran size o resimden?

Hayır, eğer benim yaptığım bu heykeli sosyal realizmle birleştirirsen, çok yanlış yaparsın. Böyle vasıflandırdığın zaman konuşamayız… Oradaki politikanıza ilişkin söyledim. Üsluba ilişkin değil…

 

Bu resminiz zaten var ve anlaşılır. O heykeli, resmi daha da anlaşılır kılmak için mi yaptınız?

Form oluşturmak açık bir iştir, hesap veren bir iştir. Bir heykel, bir volume oluşturmak, çok yönleriyle düşünmek ve onu her yönden de kontrol edilebilir bir hale getirmek demektir. Her biçimin, bu kompleksin bütünüyle tekrar karşılaştırılması demektir. Resimde her şey bir yönden bakıldığı zaman anlaşılırdı. Evet, gözüküyordu yani bir araba, içinde bir adam, üzerinde başka bir adam… Ama ne zaman resimdeki sürüşün enerjisi ve rengin vuruculuğunu, boyayı heykele dönüştürmeye kalktın, bütün bu formların hesabını vermen lazım. Görünenle görünmeyeni de çözmen lazım. Bu, işe fazladan enformasyon koyuyor. Çünkü arkaya geçtiğin zaman ön taraftan kaportanın üzerinde yatan adamın ayaklarını düşünmüyorsun, ayağı vardır diyorsun. Ama burada arkasına geçtiğin zaman, o figürü tamamlıyorsun. Resimde olmayan bir anlam ve durum… Manayı yükseltiyor, farklılaştırıyor. Yani tragedyadaki sürpriz ortaya çıkıyor. Heykelin arkasına geçtiğin zaman, önde yol gösteren ve hakim bünyenin aslında bacakları olmadığını, kaportanın altından adeta tüpten sıkılmış gibi bir el çıktığını görüyorsun… Şimdi bu başka bir şey getiriyor, birden bire gerçeği gerçekdışı kılıyor. Heykelin oraya kadar olan kısmı olabilirlik üzerineydi. Ama tüpten çıkan bir adam olamaz… O kişiyi tanımlamayı üstleniyor o heykel… Acaba bu onun kendisi mi? Derinde mi, üstte mi? Derin devlet mi? Şimdi nasıl anlatacaksın bunu? O zaman bunu seyretmeye alışkın olması lazım izleyicinin. Böyle bakmıyorlar kimse kusura bakmasın… Şimdi bu heykelde her şey real… Bu realiteyi, bu gizli gücü nasıl anlatırsın? Bunun için yapıldı o heykel. Şimdi bir mevzu da şu, çoğu zaman anlatımı küçültücü bir noktadan görüyoruz. Böyle bir müşterek anlatımcıyı küçümseyen bir tavır var. Abstraksiyon döneminde oldu böyle bir durum… Neymiş hikâyecilermiş? Hikâye anlatmak kolay mı? Bana bir hikâye anlatsana! Edebiyatta hikâye ne ise üç aşağı beş yukarı resimde de hikâye odur.


1960’ları bu kutuplaşma üzerinden konuşursak mesela Adnan Çoker diyor ki, ‘Sanat tarihinde 1961-66 soyut sanat baskındı sonra 1966’dan itibaren Altan Gürman’la bu yıkıldı’… Siz Gürman’ı bugün nasıl tarihselleştiriyorsunuz?

Şimdi bellekten çok ciddi bahsediliyor. Bellek konulu sergiler yapılıyor. Ama kim en çok bellekten bahsettiyse o belleği tahrip etti. Özellikle yakın sanat tarihini, güçler ve klikler ilişkisi üzerinden kendilerine göre yazmayı ve hatırlamayı tercih ettiler. Şöyle bir şeyi hatırlamada yarar var: Altan Gürman’la benim tarihim çakışıyor elbette… Altan Gürman’la birlikte Paris’e gittik. O zaman yakın arkadaştık. Çağdaş ressamlar derneği yönetiminde birlikte çalıştık. 1966’da ben akademi birincisi olarak okulu bitirdim. Dokuz kişi asistanlık sınavına girdik. Altan Gürman ve ben reddedildik. Altan Gürman o sıralarda benim yaptığım resmin ne olduğunu anlayan ender isimlerden bir tanesiydi. Hem de tabii yakın arkadaştık. Oradaki karşı duruşumuz, o günkü resme karşı bir duruştu. Altan’ınki de figür resmiydi. Resmi, soyut resim hocalarımızınki gibi değildi. Ben anlatıcı bir resim yaparken Altan bu anlamda figür yanlı şematik bir resim yapıyordu. Altan, plastisiteyi anlatmak için plastik veriyordu tuvale… Bir plastik masa örtüsü veya bir şeyin üzerine yapıyordu resmi… Mesela diyelim ki bürokrasiye atak için kapitone üzerine, dekupe şematik bir figür koyuyordu falan… Bütün bunlar aslında bürokrasiye, militarizme önemli karşı koyuşlardı. Benim karşı koyuşum ise tamamen insana yönelikti. Şimdi burada her halükârda bir ortak yan var; boyaların, paletlerin aynı olması gerekmiyor. İkimizin de yaptığı o günün şartlarında kabul edilebilir işler değildi. Altan’a şimdi niye sahip çıkıyorlar? Altan hiçbir zaman Adnan Çoker’le beraber olmadı. O tavırla birlikte kendini görmedi. Altan, o günkü akademideki tavırla kendini birleştirmedi. Altan, hep bizimle beraberdi. Altan o kadar çok önemli idiyse niye Altan’ı reddettiler? Niye beni reddettiler? Başlarına bela almamak için…

 

Şimdi bu sergide 1970’li yıllarda Paris’te yaptığınız bugüne de aktarılmamış kâğıt heykellerinizi, Akademi’de yaptığınız bir performansın fotoğraflarını sergiliyorsunuz. Risk alan bir yüzününüzle karşılaşıyoruz…

Ben hep risk aldım. 27 Mayıs’ta daha riskli bir yerde, tiyatrodaydım. Militarizme karşı en açık eleştiriyi yapan bir gruptaydım. Resimde bile o kadar direkt yapılmıyordu. Alfred Jarr’ın Übü’sünü oynuyorduk. Übü darbe yaparak iktidara gelir ve adaleti, ekonomiyi falan hepsini siler. Bir diktatördür, bir onbaşıdır ve biz bu oyunu 1960’ta oynadık. Ve bok diye başlıyor oyun. Bir keresinde bir yüzbaşı fırladı ve oyunu durdurdu. Bizi merkez komutanlığına götürdü. Hep gündemle hesaplaştım. Bugün herkes güncel sanat diyor. Güncel sanat ne? Lütfen biri bana güncel sanatın tarifini yapsın! Bizim yaptığımız neydi?

 

Aslında Yapı Kredi’deki sergi bir anlamda bu soruya bir cevap mı?

Müsaade edersen, bütün hikâye bu. 1971’de happening yapıyordum ve resim yapıyordum. Resimden vazgeçmek zorunda değildim. Şimdi bunların hepsini toplayıp bakmak zorundalar.

 

Şimdi bir söylenti vardır happening’inin fotoğraflarını satan ilk sanatçı Mehmet Güleryüz’dür diye.. Doğru mudur? O etkinlik bu sergide fotoğraflarını gördüğümüz etkinlik mi?

Doğrudur. Bu o değil… Caz eşliğinde resim yapmıştık Beyoğlu’nda sokakta… Amerikalı bir doktor satın almıştı.

 

Peki sizin için güncel çağdaş çok mu fark ediyor?

Benim için hiçbir şey fark etmez. Niye bu kadar tartışıyoruz o zaman? Bu piyasada bir cep açma gayreti. Hiçbir işin satılmadığı toplu sergileri düşünürseniz… Bizim resmimiz de uzun zaman satılmadı. 1988’de ilk retrospektifimi yaptığım zamana kadar senede bir tane resim zor satardım. Ve de 50 yaşındaydım. Benim resimlerim, 1988’den sonra satmaya başladı. O yıla kadar ticari yanı yoktu ki… Ama birtakım kendine avangard diyenler benim ticari iş yaptığımı ileri sürdüler. İsim vermek istemiyorum.


Siz yanlış anlaşıldığınızı mı düşünüyorsunuz? Bu sergi, ‘Beni hayatı kolay geçmiş ticari resimler yapan biri sanıyorlar. Hayır efendim, ben ne büyük politik işler yaptım. Her zaman tavrımı bundan yana koydum’ deme ihtiyacından mı doğdu?

O biliniyor. Ben bunu anlatmaya hiç gerek duymam. Bunu bilmek istemeyenler bilmeyebilir. Bütün bu benim bugün gösterdiklerimin bahsi olmadı . Modern ve Ötesi sergisinde Orhan Koçak benim ne yaptığımı yazdı ama o da çok etraflı değil. Bir tane heykelim kondu ortaya… Maymun serisinden tırmanan maymun, onun da ne anlama geldiği bile belirgin değil. Halbuki bazı yeni çok yeni sanatçılara, dertlerini anlatması açısından iki oda falan verildi . Ben de diyorum ki bir hatırlayalım: 1971’de olmamış mı, 1973 sayılmıyor mu? Paris senelerinde yaptığım çok önemli sergiler, davet edildiğim, önemli fuarlar, bunlar yok mu? 1980’de Amerika’daki sergim, 1984’teki Brüksel sergim? Heykel de var, aksiyon var… Bunlar sayılmıyor. Kağıt hamurunun kullanıldığı ‘papier mache’ tekniği, 1970’li yıllarda sadece Türkiye için değil, Paris için bile avangard bir malzemeydi. Dönemdaşlarımın, mermer, taş ve alçıdan başka bir şey yapmak akıllarına gelmedi. Bu sergide fotoğraflarını gördüğümüz heykellerin hepsi yok olmuş gitmiş. Parasızlıktan bunları buraya nakil edememişim bile. Zaten bir değer olmalarına karşıydım. Onların ölümlü olmasını istedim.

Daha fazla yazı yok
2024-05-22 01:09:42