A password will be e-mailed to you.

Bu güzel havalar kadar bu güzel filmler de mahvedecek bizi… 41. İstanbul Film Festivali’nde izlediğim, güzel sanatların iç içe geçtiği, aşkın mahvedici gücünü anlatan, ama bu çağın hoyratlığından uzak duran, izleyiciyi başka bir boyuta geçiren üç filmin bıraktığı izlenimleri dilim döndüğünce anlatmak istedim…

 

Aslında tam da zamanın ruhunu yakalayan ve görsel – işitsel alanın sosyal medya üzerinden hayatı istila edişini gençliğin kimlik bunalımıyla anlatırken dönemin siyasi arkaplanını da ustalıkla resmeden Sonne’yi, Kurdwin Ayub’un bu güçlü kadın sesini yazacaktım… Ama François Ozon’un Peter von Kant, Claire Simon’un Duras Hakkında Her Şey ve Ildiko Enyedi’nin Bir Evlilik Hikayesi filmlerini üst üste izleyince yazının bağlamı kendini dikte ettirdi: Herkes sevdiğini öldürür…

Oscar Wildeın Oysa Herkes Öldürür Sevdiğini” şiirini hemen herkes bilir… Tuncel Kurtiz ustamız, nur içinde yatsın, Wilde’ın gölgesinden korkabilecek insanlara ezberletti! Özdemir İnce’nin çevirisiyle tazeleyelim belleğimizi:

Her insan öldürür gene de sevdiğini
Bu böyle bilinsin herkes tarafından,
Kiminin ters bakışından gelir ölüm,
Kiminin iltifatından,
Korkağın öpücüğünden,
Cesurun kılıcından!

Kimisi aşkını gençlikte öldürür,
Yaşını başını almışken kimi;
Biri Şehvet’in elleriyle boğazlar,
Birinin Altındır elleri,
Yumuşak kalpli bıçak kullanır
Çünkü ceset soğur hemen.

Kimi pek az sever, kimi derinden,
Biri müşteridir, diğeri satıcı;
Kimi vardır, gözyaşlarıyla bitirir işi,
Kiminden ne bir ah, ne bir figan:
Çünkü her insan öldürür sevdiğini,
Gene de ölmez insan.

Sinemaseverler bu şiirden bestelenen bir şarkıyı Jeanne Moreau’nun Rainer Werner Fassbinder’in son filmi Querelle’de seslendirdiğini anımsayacaktır. Aynı şarkının farklı bir düzenlemesini Isabelle Adjani, François Ozon’un Fassbinder’in Petra von Kant’ın Acı Gözyaşları filminden serbest bir uyarlama yaptığı Peter von Kant’ta seslendirdiğini duyunca şaşıracaktır. Esasen, bu film merkezine Fassbinder’in camp versiyonu bir yönetmeni alarak onun başka filmlerine ve özel hayatına göndermelerle zenginleşiyor. 37 yaşını doldurmadan aşırı dozdan ölen Fassbinder, prömiyerini bile göremediği Querelle’nin üzerine “Bu film El Hedi ben Salem`Barek Mohammed Mustafa ile arkadaşlığıma adanmıştır,” yazmıştı. Peter von Kant’ın uğruna acı gözyaşları döktüğü karakter ondan esinlenen Amir Ben Salem…

Özgün filmde oynayan Hanna Schygulla’nın da bu filmde önemli bir rolü var… Fassbinder’in Kızgın Taşlara Düşen Su Damlaları adlı oyununu da uyarlayan François Ozon’un Peter von Kant’ı kült bir yönetmenin sinemasına saygı duruşu kuşkusuz, ama Ozon bunu eğlenceli bir “referansları bulalım” bilmecesine dönüştürüyor. Yine sinemadan aşkın acıya ve yıkıma dönüşebilecek bir çılgınlık olduğunu hissederek ayrılmamızı sağlıyor.

Teslimiyet değil, kabullenme

Claire Simon ise Marguerite Duras ile Yann Andrea arasındaki ilişkiyi mahrem ayrıntılarıyla anlatan bir söyleşiyi uyarladığı “Duras Hakkında Her Şey”de izleyicinin nefesini tıkamayı tercih etmiş. Kurguculuktan gelen, birçok belgesel ve doküdrama çeken Claire Simon, istese izleyiciyi ferahlatabilirdi, ama uzun planlarıyla sınırlarımızı zorluyor. Oyuncuların da sınırlarını zorlamış bu açıdan…

Gazeteci Michèle Manceaux’nun 1982 Aralık ayında, Duras’ın hayat arkadaşı Yann Andrea ile yaptığı söyleşinin kaydedildiği iki kaset, Duras, Manceaux ve Andrea öldükten sonra, 2016 yılında kitaba dönüştü. Manceaux, Duras’ın 30 yıllık dostuydu ve 1997’de yayınlanın, L’amie (Arkadaş) başlıklı bir biyografisini de yazmıştı. Kabaca Yann Andrea’nın Manceaux’ya Duras kitaplarından başka metin okumamaya varan hayranlığının ve ardından ilişkilerinin nasıl başladığını anlattığı, kendisini güçlü ve tutkulu bir kadının taleplerini kabullenmiş (boyun eğme kavramını sevmiyor), eşcinselliğini baskılamaya zorlanmış, toy bir aşk kölesi olarak tanımladığı bir iç döküşten kısaltılan senaryo oldukça etkileyici… Hele aynı yıl Duras’ın Ölüm Hastalığı’nı yazdığı düşünülürse… Duras’ın homofobik ilan edilmesine varan bir eseridir, bu… “Sevdiğini öldürecek gibi olma duygusunu, onu kendinize sadece kendinize saklama, tüm yasalara rağmen, tüm ahlaki baskılara rağmen onu, alma kaçırma isteğini duydunuz mu hiç?” cümlesiyle özdeşleştirilir. Oscar Wilde’ın şiirinin bir başka şekilde dile getirir belki de Duras

Claire Simon, bir yandan belgeselci nesnelliğiyle uyarladığı metne -kısaltma haricinde- sadık kalırken tıpkı Monceaux gibi sorular sormamızı, Duras misali benzersiz bir kişiliği ‘karşı açıdan’ da kabullenip kabullenemeyeceğimizi sorgulatıyor.
Öte yandan, tıpkı filmde Emmanuelle Devos’un canlandırdığı Monceaux gibi Yann Andrea’yı anlayışla dinlememizi sağlıyor. Sessizliği Duras gibi kullanıyor, desek yeridir. Hatta ikisinin rol aldığı Atlantik Erkeği filminden Duras’ın bir planını sanki kamera arkası ya da belgeselmiş gibi sunarak bunu Yann Andrea’nın çekim deneyimiyle harmanlıyor. Filmin metniyle ona kaynak olan iki kişinin gerçek ilişkisini birbirine karıştırıyor… Duras da bunu metninde yapmıştır yaratıcılığın gereği, ama bu sahne Yann Andrea’nın tanımladığı Duras’ın belgesiymiş gibi algılanıyor filmde sunuluş biçimiyle.

Kaçınılmaz belirsizlikte bir metin

1982 tarihli Atlantik Erkeği’ni, 1981 tarihli Agatha’yı ve daha da önemlisi bütün bunlardan dört yıl sonra, Duras’ın 1986’da yazdığı, özellikle “Ölüm Hastalığı”nı yazdığı dönemde Yann Andrea’nın davranışlarına ve alkolizm tedavisinin üstüne zayıf düşmüş, ölüm zamanının geldiğinden kuşkulandığı bedeniyle yazma çabasına odaklandığı Normandiya Kıyısının Yosması’nı okumuş, bu sıfatı Duras’a Andrea’nın taktığını bilmiş olmak bu algı karışıklığını hemen önlüyor. Çünkü Normandiya Kıyısının Yosması’nda “kaçınılmaz belirsizlikte bir metin” diye tanımlar Duras “Ölüm Hastalığı”nı. Berlin’de yapılmak istenen tiyatro uyarlamasıyla başa çıkamaz, başka hiçbir metinle böyle sorun yaşamadığını söyler… Bu süreçte Yann Andrea’nın evde sürekli bağırarak, taleplerde bulunarak, bir yandan yazmasını önlemeye çalışarak bir yandan da yazamayacağından endişe duyarak, yakışıklı barmenlerin peşinde maceradan maceraya koştuğunu anlatır.
Hepsinden sonra 1992’de Marguerite Duras’ın onu alkolizm ve depresyondan çıkaran son aşkı olarak, kendi öykülerini 1944 yılında bir toplama kampında geçen bir başka aşk öyküsüne paralel kurgulayarak anlattığı “Yann Andrea Steiner” gelir… Ki çıktığında Fransa’da nasıl bir heyecan ve hayranlık dalgası yarattığını yaşı tutanlar hatırlayacaktır. Claire Simon’un filmi bütün bu kitapları ve metinleri bir kez daha okuma, Duras filmlerini bir kez daha izleme ihtiyacı yaratıyor.

Evlilik, mide ağrısına iyi gelir

“Benim 20. Yüzyılım”, “Simon Magus” ve “Beden ve Ruh”tan sonra yeni bir Ildiko Enyedi filmi, hele Cannes’da yarışmışsa izleyiciyi mıknatıs gibi salonlara çeker. Yedi bölümden oluşan, 20’li yıllarda geçen Milan Füst uyarlaması “Bir Evlilik Hikayesi” aşk ilişkilerindeki o iflah olmaz çatışmayı taşıyor ekrana. Birbirlerine rastladıkları an bir oyun gibi başlayan, ama oyun ve oynama kavramlarının üstüne çıkamayan bir evliliğin öyküsünü anlatıyor izleyiciye. Hollandalı bir uzun yol kaptanıyla Paris’in sosyal hayatını seven bir Fransız kadının evliliğinin erkeğin sürekli kıskançlığın pençesinde kıvrandığı, bütün olumlu niteliklerine rağmen bir türlü kendine güvenemediği, bu yüzden de bir kadına güvenmekte zorlandığı, aldatılma endişesiyle mutlu ve huzurlu olma şansıyla birlikte eşinin yaşama enerjisini de tüketen bir adamın öyküsünü anlatıyor. Çok eşli gemi aşçısının mide ağrısına iyi geldiğini söylemesi üzerine evlenmeye karar veren bir kaptanın ergenlik düzeyini aşamayan duyguları belirliyor bu öykünün gidişatını…

Süresi kaçınılmaz olarak biraz fazla uzun tutulduğu için izleyiciyi yorsa da bir festival ortamında değil de tek başına izlense çok daha rahat hazmedilecek bir film “Bir Evlilik Hikayesi”. Kaptanın hayatını bir gemi gibi idare etme, koşulları ve insanları kontrol etme çabasının beyhudeliğini ustalıkla aktarıyor. Deniz ile gökyüzünden başka bir şey görünmeyen ufuk çizgisi, gemideki hayatın basitliği ve sadece erkeklerden oluşan bir toplulukla yolculuk edilmesi gibi ayrıntılarla karadaki hayatın karmaşıklığı Jakob Störr’ü Lizzy gibi (Lea Seydoux) sosyal kabiliyeti yüksek, zeki ve kişilikli bir kadın karşısında sudan çıkmış balığa dönüştürüyor. Ne kendisiyle ne Lizzy ile başa çıkamayan kaptan kendisini öldürmeyi beceremese de dolaylı olarak öldürüyor sevdiğini…

Daha fazla yazı yok
2024-04-29 01:04:40